“Ne? Yine mi? Ama onuncu sezon daha yeni bitmişti? Hayır hayır, bir ayı daha milleti senin zevklerine göre film atsın diye süründürdüğün yarışmayla tamamlayamazsın, hayır!” demek için artık çok geç. On birinci sezon harika bir kadro, keyifli görevler ve sürprizli bir ilk bölümle perdelerini açıyor… Canım Oscar Boy’un canım okuyucuları ve tabii ki bu linke tıklayan Yan Odadan Filmler yarışmacıları, mezunları hepiniz bitmeyen deliliğimizin sıradaki serisine hoşgeldiniz! Kulakları sağır eden alkışlar için çok çok teşekkürlerimi sunuyorum hepinize ancak çok fazla ortalık karışmasın, biz direkt ilk görevin kollarına atalım kendimizi.
Bir Yan Odadan Filmler âdeti olduğu üzere açılışı sadece süre sınırının olduğu bir şalanjla açtık tabii ki de: 90 dakikanın altındaki filmler. Bu başlıkta havuzu oldukça büyük gördüğüm için muhtemelen önümüzdeki serilerin de vazgeçilmez bebeği olmaya devam edecek, onu da not düşeyim. Neyse biz alışkanlıklarımızı sürdürelim ve kritiklere geçelim. Filmler izlendi, notlar verildi, sıralamalar yapıldı. Adını söyleyeceklerim bir adım öne çıkıp göbek atsın: Cafer Sümen, Selim Bildirici ve Umut Kapyalı… You’re all safe. Interior Illusions Lounge sınırları içerisinde sponsorlarımızdan OBA Makarna’nın yıldız paketleriyle kendinize çakma ramenler yapabilir ve midenizi doldurabilirsiniz. Hadi zindanlarınıza! Now it’s time for “The Judge”s critiques…



Bayramlık ağzımızı Barbaros Öztürk‘ün önerisi Gummo ile açalım bakalım… Uzunca bir süredir ziyaret etmek için fırsat kolladığım bir filmdi bu Harmony Korine deliliği. Çok da sevmediğim kariyerinin bok rengi bir küvet içerisinde şapır şupur çikolata yiyen çirkin çocuğuna daha uçta bir reaksiyon veririm diye umuyordum aslında. Ancak Korine’ın nihayet sınıfsal farklılığı realist bir tabak düzeniyle servis etmeye olan saplantısını en olgun biçimde izleyebilmek filmografisinde olup biteni de anlamama yardımcı oldu diye düşünüyorum. Bütünüyle sinirlerimi bozabildiği ve hissettiğiniz tiksintinin haricinde bu hisse gark edildiğiniz için kendinizden nefret etmenize yol açması bonusunu da ayrıca sevdim.
Deniz Erkaradağ, ilk önerisi Dreaming Murakami internetin derinliklerinde altyazılı bir versiyon barındırmadığı için direksiyonu Hal Hartley’den Surviving Desire tarafına kırdı. Ama iyi ki de kırdı! Bende hep sonuç veren bir anlatıcı Hartley ve buradaki bir saate sığdırdığı ah ne aşağılık yaratıklarız aslında dedirten hayvansal içgüdülerimizle yine bir oyun bahçesi kurmuş, kuklalarının ağzına orada burada paylaşmalık sözler sığdırmış. Bilemiyorum, çok düşük ama bir o kadar da kendine has bir tempoda yürüyor Hartley’nin filmleri. Ve ben her seferinde bu olağanlığın büyüsüne kapılıyorum. Surviving Desire’ın az buçuk küflü sevdasından da benzer bir his sağabilmeyi başarabildim.
Geçiyorum Denizhan Budak‘ın bana asla önerilmemesi gereken yönetmenler listesinde üst sıralara oynayan Tsai Ming-liang kitaplığından seçtiği Goodbye Dragon Inn‘e. Kapanmak üzere olan bir Taipei sinemasında Dragon Inn isimli filmi oynatılırken seyircilerin yediği naneleri gözlemleyen filmin olayı hakkında inanın hiçbir fikrim yok. Ben niye bunu izliyorum? Şimdi bu sinemaya bir aşk mektubu mu oluyor? Sessiz döneme olan hayranlığını 15 dakikalık kısa bir filmle anlatamaz mıydı? Burada önemsemem gereken bir hadise mi var? Sorum bol. Muhtemelen cevapları da var ama hiçbiri Goodbye Dragon Inn’in sinemanın hiç sevmediğim kanadıyla olan münasebetimi unutturmaya yeterli değil.



Emir Tektaş‘tan The Juniper Tree‘sine gelelim bir de. Kuzey Avrupa’nın bütün soğukluğunu siyah beyaz bir formatta, herkesin lafı sürüdüğü, temposu en ağır filmleri kıskandırırken, üstelik başrolünde Dancer in the Dark performansı ve kuğu elbisesi haricinde dünyaya verecek hiçbir şeyi olmayan Björk’le tatmak ister misiniz? Ben istemezdim ama mecbur bırakıldım. Kötü bir romanı sırf sınavına gireceğim için sonuna kadar izlemek zorunda kalmışım gibi hissediyorum. Üstelik en umursamadığım yönetmen Ingmar Bergman’ı taklit ettiği anlarda ara verme, uyuma hakkı bile verilmedi bana. Verdiğim puan yalnızca uzunca bir süre seyirci yüzü görememesine. Doğrusu buymuş.
Biraz Okan‘ın önerisi The Daytrippers‘ta nefeslenelim dilerseniz. Bağımsız Amerikan sinemasının en büyük gücü her daim bir arkadaş grubu ya da aile çevresinde absürt durumlardan, büyük patırtılara yelken açmadan, hayata dair çıkarımı bol komediler olmuştur bence. Baumbach, Payne, Holofcener gibi pek sevdiğim sayısız anlatıcının izinden giden Greg Mottola da yeni keşfettiğim için modern klasik demek istediğim filminde bunu yapıyor. Gençliğinin baharındaki oyuncularıyla anlamsızlıkları tatlı tebessümlerle takas ediyor. Biraz da Little Miss Sunshine’ın atası gibi hissettim izlerken ancak biri daha bunu söylemiş Letterboxd’ta o yüzden kendim keşfetmiş gibi damgalayamıyorum.
Son olarak Selçuk Şahin‘in yolladığı Faults‘a da dokunalım. İki gün önce izlediğim bir film hakkında tek bir şey hatırlamıyor olmam bence tek başına yeterli bir eleştiri de biraz daha açalım tabii görüşlerimizi… Bu yıl Harvey Weinstein vakasını The Assistant’ta inanlmaz minör bir tondan anlatanlar gibi Faults da deli saçması tarikatlara olabilecek en gürültüsüz oktavdan sesleniyor. Mary Elizabeth Winstead’in tek başına taşıyamadığı filmin sorunu bütünüyle senaryosunda. Gözümüze sokmamak için yapmadıkları meselesiz eylemiş Faults’u. Sanki her cümlesinin sonundan birkaç kelime kesilmiş gibi. Tamamlanmışlık hissi barındırmamasına rağmen final yapamaması da ayrıca enteresan.
Herkese filmleri için bir kez daha teşekkür edeyim ben. Fena sayılmayacak bir başlangıç yaptık. Gönül hepinize win mavisi vermek ister de demeyeceğim ama. Dersini iyi çalışanları kayıran uyuz öğretmen cüppemi askıya koyup kararlarıma geçiyorum… Haftanın birincisi, 11. sezonun ilk win mavisinin sahibi, sörvayvır oskar boy 2020 tu poynt o’nun kurdelesini kesen isim… Okan! Condragulations my dear, you’re the winner of this week’s challenge. You’ve won a fabulous weeklong getaway to The Grand Resort and Spa, Fort Lauderdale’s premiere gay men’s spa resort.
Seni ve yüksek notları kapan Barbaros ve Deniz’i sahne arkasına almadan önce ekleyeceğim bir şey daha var… Geçtiğimiz sezon yarışmacıların kendilerini gösterebilmeleri için ilk bölümde kimseyi elememiştim. Bu sezon da aynı geleneği sürdürmek ve iyi bir başlangıç yapmayan Denizhan, Emir ve Selçuk’a da ikinci şanslarını vermek istiyorum. Mutlu muyuz? MUTLUYUZ! Yalnız şu noktadan sonra artık hataya hiç yer olmadığını bilmeniz gerek. Bottom kırmızıları, low pembişleri gerçekten daha gerçek. Sezon tam anlamıyla başladı ve kıyamete bütünüyle hazırız. Now, let the music-
Wait a minute, wait a minute, wait a minute… Stop the music, please!
Ladies and gentlemen, I have to apologize. This is not a Steve Harvey moment! Okan, you are still our winner. You’re still our winner, honey, but…
The real competition is just about to begin. I’m introducing a 10th queen in to the race.
Please welcome back to the race, the 10th queen…
…
…
…
…
Mehmet M. Sakura!!!
😈
To be continued…
Barbaros Öztürk GUMMO 1997 | Harmony Korine 7 |
Cafer Sümen SHADOWS 1958 | John Cassavetes 6 |
Deniz Erkaradağ SURVIVING DESIRE 1992 | Hal Hartley 7 |
Denizhan Budak GOODBYE, DRAGON INN 2003 | Tsai Ming-liang 5 |
Emir Tektaş THE JUNIPER TREE 1990 | Nietzchka Keene 4 |
Okan THE DAYTRIPPERS 1996 | Greg Mottola 8 |
Selçuk Şahin FAULTS 2014 | Riley Stearns 4 |
Selim Bildirici MS. 45 1981 | Abel Ferrara 6 |
Umut Kapyalı [REC] 2007 | Jaume Balagueró & Paco Plaza 6 |
Yarışmacı | Yaş | Şehir | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 |
Barbaros Öztürk | 26 | İstanbul | HIGH | |||||||
Cafer Sümen | 22 | Erzincan | SAFE | |||||||
Deniz Erkaradağ | 30 | İstanbul | HIGH | |||||||
Denizhan Budak | 25 | İstanbul | LOW | |||||||
Emir Tektaş | 19 | Samsun | LOW | |||||||
Mehmet Sarı | 28 | Kütahya | – | |||||||
Okan | 22 | Ankara | WIN | |||||||
Selçuk Şahin | 22 | İzmir | LOW | |||||||
Selim Bildirici | 20 | İstanbul | SAFE | |||||||
Umut Kapyalı | 26 | İstanbul | SAFE | |||||||
WIN: Kazanan, HIGH: Yüksek not, SAFE: Güvende LOW: Düşük not, BTM2: En düşük notu alan iki yarışmacı, ELIM: Elenen |