Yan Odadan Filmler S06E01: O Zaman Dans, Renk!

Yan Odadan Filmler S06E01: O Zaman Dans, Renk!

Category is… Bring it to the runway, runway, run run run runway! Değerli Oscar Boy okuyucuları, Yan Odadan Filmler yarışmasının sadık fanları yepyeni bir sezona daha hoşgeldiniz. Uğur Derin Dondurucu’nun sponsor olmak istemediği, Anastasia Beverly Hills Kozmetik’le alakası dahi olmayan etkinliğimizde altıncı sezonun startını bugün veriyoruz. Sıkıntılı bir casting süreci atlattım yeni kadroyu hazırlarken. Gelen başvurulardan yaklaşık 10 tanesi davet mailıma geri dönme zahmetinde bulunmadı. Bu da yetmezmiş gibi resmi kadroda duyurduğum bir yarışmacı adayı geri çekildi ve onun yerini de acilen doldurmak zorunda kaldım. Ama şu an karşınızda duran sekiz yarışmacı da farklı süreçlerden geçmesine rağmen sonuna kadar burada olmayı hak etti. Dolayısıyla tüm aksilikleri bir kenara bırakarak ilk görevin sohbetini yapmak istiyorum.

Vişnelerinin çekirdeğini Sundance filmleriyle çıkardı altıncı sezon sinefilleri. Aralarından üçü büyük beğenimi topladı. Beril Demircioğlu‘ndan Chuck & BuckÇağatay Kalyoncu‘dan Welcome to Dollhouse ve Şükrü Söğüt‘ten Man on Wire. Bu tarz yarışmaların istatisiklerini ne kadar takip ediyorlar biliyorum. Ama ilk izlenim önemlidir. İlk görevin birincisi olmak pek kıymetlidir. Hepsinden bahsedelim teker teker…

The Walk’u daha önce izleyerek seyir keyfimi biraz lekelediğim Man on Wire, kurgusal film yerine belgesel önerildiği için bile dikkatimi çekiyor. Yalnız sadece belgesel olmanın ötesinde, sıradan bir anlatım tekniği benimsemek yerine meselesine şahit olmuş herkesi anlamaya çalışan ve bunu alışılagelmiş anlatım metotlarını kullanarak değil, esas adamın o şairane tarafını da filmin ruhuna katmayı tercih eden bir yapım. James Marsh’a alkış, Şükrü’ye de teşekkürlerimi sunuyorum.

Welcome to Dollhouse yeni izlediğim Todd Solondz filmi Wiener-Dog filminin de adını tekstinde taşıyan, varlığından daha önce haberdar olmadığım şahane bir büyüme öyküsü. Heather Matarazzo’nun küçük yaşta lezbo çığlıklarıyla hor görülmesine mi üzüleyim, yoksa etrafındakilerin ilgisini çekmek için düştüğü hallere mi bilemedim. Ama garipliğin el kitabını arka cebinde taşıyan Solondz, yine kendine has perspektifiyle seyircisini avcunun içine alıyor. Bu yarışma da beni hazırlıksız yakalayan filmler için varlığını sürdürdüğünden, Çağatay’ın önerisi hedefi onikiden vuruyor.

Amma velakin kalbimin tek sahibi Chuck & Buck. Böyle amatör kameralara kendimi pek kaptırmam; fakat Enlightened sebebiyle zaafımı gizleyemediğim Mike White’ın tam anlamıyla “garip” ve hatta “rahatsız edici” senaryosu aşırı lezzetli geldi. Hep erbezi büyük filmlerle tıka basa doldurulmuş bir sezonu yeni atlattığım için böyle bir film mi varmış tepkisi verdiğim Chuck & Buck’ın iddiasız kusursuzluğu pek iyi geldi. Birinciliği Beril’e veriyor, Chuck ile Buck’ın yüz yüze geldiği her sahneyi kafamda tekrardan oynatıyorum. Keşke adını daha çok insan bilse, herkesler izlese.

Kalabalık olduğumuz için haftayı “SAFE” ibaresiyle geçirenlere kısaca değineceğim. Murat Elgin‘den gelen Sex, Lies, and Videotape önerisi Steven Soderbergh sinemasının bir özeti gibi. Öyle ki Side Effects’in bile öncülünü gördüm filmin içerisinde. O yirminci yüzyılın son çeyreğinden kalma cinsel tansiyon, boş geçmeyen diyaloglar, dörtte dört muazzam oyunculuklar… Belki heyecanımı filmin tam ortasında tekdüzeliğe yüz dönmesi yok etmeseydi, Murat’a daha yüksek bir not gelebilirdi. Tuncay Tezcan‘ın önerisi In the Soup da benzer bir tempo sorununa sahip. Güzel fikirlerini bağımsız sinemanın en bilindik formülleriyle harcamasa belki… Lâkin gürültücü formu karakterlere ısınmama mani oluyor.

Düşük not verdiğim üç yapımdan önce Jim Jarmusch’un Stranger Than Paradise isimli meşhur filmini aradan çıkarmak istiyorum. Anlamadığım, anlamak için de çok çaba sarf ettiğim bir anlatımı var. Dümdüz, cetvelle çizilmiş gibi olması kasti bunu görebiliyorum. Sıkıntım hayatla ilgili tüm problemlerini tek bireye indirgemesi, aynı minimalistliği kamerasında da kullanmasında. Eğer bir noktada kesişmem, bu lineer çizgiyi izleyici olarak varlığımla renklendirmem gerekiyorsa, ben bunu yapamadım özür dilerim. Bu da ne demek oluyor? Barış Yücel ilk önerisiyle yarışa zayıf bir başlangıç yapmış oldu.

Eleme potasına giren filmler ise İbrahim Bars‘dan Primer ve Erdinç İleri‘den I Origins idi. Primer bugüne kadar izlediğim en yapmacık, en hadsiz, en uğultulu bilimkurgu. I Origins ise en kuru (ama sözde duygusal), en manipülatif, en mıymıntı olanı. Ne Primer’ın çok şey anlattığını zannedip hiçbir şey anlatamamasına vuruldum, ne de I Origins’in ruhani sığlıklarına. Yani enlerin savaşı var burada. Bu sebeple hangisinde nefret ettiğim şeylerin sayısı daha fazla diye bakındım Primer ile I Origins’e. Ve nihayetinde karşıma Mike Cahill’in kariyerindeki tıpkı diğer filmler kadar uyduruk anlatısı kaldı. O yüzden özür dileyerek ilk görevde Erdinç İleri’yi yolluyorum.


İlk görevin sonuçları:

Yarışmacı Film (Yıl; Yönetmen) Ülke Not
Beril Demircioğlu Chuck & Buck
(2000; Miguel Arteta)
ABD A-
Çağatay Kalyoncu Welcome to Dollhouse
(1995; Todd Solondz)
ABD A-
Şükrü Söğüt Man on Wire
(2008; James Marsh)
Birleşik Krallık, ABD A-
Murat Elgin Sex, Lies, and Videotape
(1989; Steven Soderbergh)
ABD B+
Tuncay Tezcan In the Soup
(1992; Alexandre Rockwell)
ABD, Fransa, Almanya, Japonya, İtalya, İspanya B
Barış Yücel Stranger Than Paradise
(1984; Jim Jarmusch)
ABD, Batı Almanya B-
İbrahim Bars Primer
(2004; Shane Carruth)
ABD C
Erdinç İleri I Origins
(2014; Mike Cahill)
ABD C

Altıncı sezon sayfasını ziyaret ettiniz mi?

Yazar Hakkında

1990 doğumlu. Kuir. İkizler. 2009'da ödül sezonu portalı Oscar Boy’u kurarak sinema yazarlığına başladı. 2014’ten beri O Podcast’in moderatörlüğünü yapıyor. 2023 yılında da SİYAD üyesi oldu.

Yorum yazın...