Yan Odadan Filmler S10E05: Ama Uyarlama Demiştik

Yan Odadan Filmler S10E05: Ama Uyarlama Demiştik

Araya ufak bir tatil girince Yan Odadan Filmler’de ciddi ciddi repo yapma şansımız oldu. Bugün itibariyle arayı kapatmak için üstün bir mücadeleye girip yolu yarıladığımız onuncu seriden görevlere ve tabii elemelere devam edeceğiz. Dümdüz geçen kadın anlatıcılar şalanjından sonra bu sefer gözümüzü uyarlama filmlere çeviriyoruz. Herhangi bir kitaptan ya da romandan adapte edilmiş, yeniden çevrilmiş veya ezber ettiğimiz masallara modern açılımlar getiren yapımların yarıştığı yeni bölümde yine dengeler fazlasıyla değişti. Çünkü Christian Petzold için ölüp biten ben ilk kez bir filmine ortalama tepki verirken, Hayao Miyazaki’nin sinemasından hazzetmeyen varlığımla onun da ilk kez bir filmini gönülden beğendim.

Esasında artık sayımız azaldığı için herkese kritik vermeyi planlıyordum; ancak Oğuzhan‘ın önerdiği Orson Welles yapımı Touch of Evil kökünü kuruttuğumuz eski Hollywood’un çok bağıran, mübalağaya kaçan, mantıksız bir parodisi çıkarken, Deniz‘den gelen, daha evvel başka bir arkadaşının öneremeyip elendiği yapım Petzold filmografisinin en zayıf halkası ve az buçuk sulu bir melodramı olarak arz-ı endam etti. Dolayısıyla iki yarışmacımı da safe çukurunda nöbetlerini tutmak üzere Interior Illusions Lounge’a ışınlıyorum. Çekilebilirsiniz… Now it’s time for “The Judge”s critiques.

Alfabetik sırayı takip ederek koyulalım yine işe. Berkay Benet Tüysüzoğlu risk budur diyerek anti biyografi yapmaya soyunmuş Paul Schrader filmi Mishima: A Life in Four Chapters‘ı yollamış. Ünlü Japon yazar Yukio Mishima’nın hayatını farklı eserlerinden bölümler alarak anlatan, geleneksele nanik çekmekte bir film karşımızdaki. Bakmaya kıyamadığınız kadrajlar içerisinde, yaşadıkları üzerinden değil yazdıkları üzerinden anlamanızı buyuruyor Mishima’yı. Ama bilin bakalım ne yok? Düzen, neden – sonuç ilişkisi ve en önemlisi yazarın personasını bilmeyen izleyiciye karnını doyuracak miktarda malzeme. Uzunca bir süredir bir filmi takip ederken bu kadar yorulmamıştım. Pasajlar değiştikçe ben dağıldım, dağıldıkça da varlığından belki de hiç haberim olmasa daha iyiydi dediğim bir kaleme dönüştü Mishima.

Böyle bir karambolden bozma filmin ardından ana akımın pasaklı müzikali Little Shop of Horrors‘ı övmek zevklerimi epey ele verecek ama umurumda değil tabii. Burak Ar, iyi bir yarışmacı olmasının haricinde blogun da iyi bir takipçisi olduğunun sinyallerini vermeye devam ediyor önerileriyle. Kendimi Comedians in Cars Getting Coffee’nin kollarına bıraktığım şu günlerde Steve Martin’i çılgın bir dişçi olarak görüp, o koltuğa Bill Murray’i oturtmak, etobur çiçeğimizin gölgesinde güneşlenerek B filmlerin şahına şahitlik etmek iyi geldi. Yalnız hâlâ koşulsuz şartsız camp olmak, korku türünün özelliklerine çalgılı çengili mizah monte etmek haricinde kalbinin derinliklerinde hangi mesajı sakladığını çözemiyorum. Dümdüz kült bir eser, ona şüphe yok. Müşkülpesentlik ediyorum herhâlde yönünü tam anlamıyla anlamaya çalışarak.

Buradan Duru Ezgi‘nin gönderdiği, uzunca bir süredir izlemek için fırsat kolladığım Prizzi‘s Honor isimli John Huston filmine geçelim. Kızı Anjelica Huston’a Oscar getiren, Mr. & Mrs. Smith orijini yapım artık elimde bulundurduğum beklenti ekonomisinden mi bilinmez hiç tesir etmedi bana. İtalyan mafyasının bir dekat önce ciğerine kadar girmiş, konuyu kötü aksanlı New Yorklular olmaktan çıkarmış hazineler yatarken neredeyse ofansif bir mizah ile seksenlerin ortasında en ama en başa dönme ihtiyacını anlamlandırmak imkansız. Yalnız performansların ayakta tuttuğu bir macera sığdırabilmiş neyse ki Huston filmine. Kurgu masasında yarısından fazlasını makaslamak istediğim gelgitleri saymazsak Jack Nicholson ve Kathleen Turner ikilisini meşk ederken izlemenin mutluluğunu yaşamak mümkün.

Aldığı Oscar başarıları sebebiyle fazlasıyla merak ettiğim Costa-Gavras filmi de Özge Tipieser tarafından seçilmiş bu bölümde. Altmışlı yıllarda suikaste kurban giden siyasi bir liderin ardından delillerin ortadan kaldırılmasını orijin noktası olarak belirlemiş bir drama var karşımızda. Yüzünü tabii ki de baş kaldıran siyasi bir mesaja dönmüş; fakat ne acıdır ki çekildiği zaman diliminden çıkarıldığında tatlı sularda yüzmek mecburiyetinde kalan bir takım küflü ideallerle donatılmış gibi geliyor. Z kalbur üstü politik bir drama mı? Kesinlikle. Costa-Gavras’ın kariyerini kurduğu bu alt türden çıkardığı taşyapıtların yanına da kimilerince eklemek mümkün tabii. Yalnız üzerinde tepinilerek cesaret kavramının bambaşka boyutlara taşındığı bir aktivizm var artık evrende. Bu yüzden Z’nin kör kör parmağım gözüne muhalefeti çok uzak bir evrene aitmiş hissiyatı yaratıyor.

Kritik kısmının kapanışını da sonradan açılan Uygar Ege Baran ile yapalım. Bölümün başında da söylemiştim, ilk kez bir Hayao Miyazaki filmini beğenme gafletine düştüm diye. O filmin pek çocuksu bulunan Ponyo olmasını ben de beklemiyordum inanın. Miyazaki’nin spiritüel anlamlar yüklediği doğa ve doğanın parçası olan canlılar üzerinden kurulmuş, matematiği yüz kilometre öteden keşfedilen filmlerine inat burada daha saf bir şeye denk geldiğimi düşünüyorum sanırım. Çocukluğa has o masumiyet renklerden hikâye örgüsüne kadar her ufak detayda kendini hissettiriyor. Biliyorum, Little Mermaid’in fazlasıyla serbest bir uyarlaması olduğu için ismini veremediğim rakipleri “Ama uyarlama demiştik!?” diye çıldırmakta; ancak yapılacak bir şey yok. Miyazaki’nin masalında kayboldum bir güzel işte. Filmografisiyle kuramadığım bağı yeşerttim nihayet.

Bu seçkinin açılış ve kapanışını yaptığım filmlere yüksek not vermişim tesadüfi bir şekilde. Zaten bir şey fark ediyorum, en başta izlediklerim hep bir değerlendirmenin parçası oluyor ve bir şekilde onlara geri dönüyorum. Kapanışta da ufak kafa karışıklıkları emanet ediyorsunuz bana. Tabii yine ben yolumdan ve bu istatistikten şaşmadım, büyük açılışa yöneldim… Uygarcondragulations my dear! You’re the winner of this week’s challenge. You’ve won a cash prize of $5.000! Düşük not verdiklerim arasında bir karara varmak beni bu sefer zorladı. Mishima’dan nefret ettim desem yeridir. Prizzi’s Honor yarışmaya uygun kalibrede bir film değil. Z ise Top 250’yi terk edeli sadece birkaç gün olmuş gibi hissediyorum. Biraz zorladı beni bir denge kurmak… Neyse, verdim kararımı sanırım. Duru, you’re safeBerkay ve Özge, that means you’re the bottom two queens of the week.

Two queens stand before me. Ladies, this is your last chance to impress me and save yourself from elimination. The time has come to lip sync for you life! Good luck and don’t fuck it up…

– Önerilen kısalar: Berkay’dan Gasman (1998), Özge’den Marcy Learns Something New (2020) –

Berkay, shantay you stay. You may join the other girls.
Özge, you’re simply fabulous and never forget that. Now sashay away.

Berkay Benet Tüysüzoğlu
MISHIMA: A LIFE IN FOUR CHAPTERS
1985 | Paul Schrader
5
Burak Ar
LITTLE SHOP OF HORRORS
1986 | Frank Oz
8
Deniz Genç
PHOENIX
2014 | Christian Petzold
7
Duru Ezgi
PRIZZI’S HONOR
1985 | John Huston
6
Oğuzhan Kürşat Güler
TOUCH OF EVIL
1958 | Orson Welles
7
Özge Tipieser
Z
1969 | Costa-Gavras
6
Uygar Ege Baran
PONYO
2008 | Hayao Miyazaki
8

Yarışmacı Yaş Şehir 1 2 3 4 5 6 7 8
Berkay Benet Tüysüzoğlu 21 Ankara SAFE BTM2 WIN SAFE BTM2      
Burak Ar 20 Sivas WIN HIGH SAFE SAFE HIGH      
Deniz Genç 23 İstanbul SAFE LOW BTM2 LOW SAFE      
Duru Ezgi 27 İstanbul LOW HIGH HIGH WIN LOW      
Oğuzhan Kürşat Güler 28 İstanbul LOW WIN SAFE SAFE SAFE      
Uygar Ege Baran 25 İstanbul HIGH SAFE LOW BTM2 WIN      
Özge Tipieser 23 İstanbul SAFE HIGH SAFE HIGH ELIM      
Hazal Açma 21 Eskişehir LOW SAFE HIGH ELIM        
Murat Uzunkaya 26 İstanbul HIGH SAFE ELIM          
Mehmet Sarı 28 Kütahya SAFE ELIM            
WIN: Kazanan, HIGH: Yüksek not, SAFE: Güvende
LOW: Düşük not, BTM2: En düşük notu alan iki yarışmacı, ELIM: Elenen

Yazar Hakkında

1990 doğumlu. Queer. İkizler. 2009 yılında esas odağı ödül sezonu olan Oscar Boy'u kurdu ve 2014'ten beri de O Podcast'in moderatörlüğünü yapmakta. Drag Race tutkunu, içerik oburu, lubunyaların dostu, fobiklerin düşmanı.

Yorum yazın...