2017’nin En İyi 50 Filmi

2017’nin En İyi 50 Filmi

Ve yavaştan büyük finale yaklaştık. Yarın Oscar Boy Ödülleri’nin sahiplerini de açıklayıp tam anlamıyla 2017’ye veda misyonumu tamamlamış olacağım. Esas kapanışı yapmadan blogun geleneklerinden birine dönüşmüş Yılın En İyi 50 Filmi listemi de alfabetik sırayla tek bir dosyada topladım yine. Tembellik yapıp sene içerisinde karaladığım yazılardan alıntılar yaptım. Aman zaten maksat şöyle toplu bir tablo görmek değil mi? Uğraştırmayın beni şimdi. Az biraz Oscar favorileri, bağımsız sinemanın taçsız kraliyet üyeleri ve belgeselleri, animasyonları, teknik harikaları, gişe fatihleri ile buyrun size 2017’nin “benim için” en en en iyi 50 filmi:


AİLE ARASINDA
Ozan Açıktan

Gülse Birsel biliyor ki tamam değiştik, geliştik. Hem bizim toplumumuz, hem de dünya pek öyle gözükmese de daha kucaklayıcı artık. Bizi birbirimizden farklı kılanlar bir engel olduğu kadar da birleştirici etken. Belki önümüzde bir tas yemek olsun yeter diyen Yeşilçam saflığı kalmadı; ama hâlâ huzuru, dostluğu, kardeşliği aramaktan vazgeçmedik. Aile Arasında da sırf bu hissiyatın üstüne oynuyor işte. Bir tarafta yalanlardan duvar ören kader ortakları, diğer tarafta da içiyle dışı bambaşka tınlayan Anadolu insanı… Hepsinin akı kadar karası, sevabı kadar günahı var.

BABY DRIVER
Edgar Wright

Kalabalık çalma listesi kulağımızdaki kiri pası temizlemekle meşgul olurken türün öncüllerini daha evvel bir tek The Blues Brothers’da gördüğüm düzenli bir ses uygunluğu hakimiyetiyle aynı potada eritiyor Baby Driver.  Kasetleri, arabaları, tempo duygusu ve hatta gözlükleri, ipod’u, eline aldığı müzik araçları ile kurduğu nostalji hissi üzerinden çok da zaman geçmemiş bir dönemin yasını tutuyor. Popüler kültür bilincini ille de mizahi referansları kullanarak yaşamayışı ve ufak objeler, kimi zaman fiillerle şuurunun kapılarını açması akla ilk gelen artıları arasında.

BEACH RATS
Eliza Hittman

Süsten ve zorlamadan uzak anlatımın yeni kalesi Beach Rats, queer sinemanın daha önce sıkça gördüğü ben kimim, neyim, ne istiyorum sorgulamalarını karakterin eylemlerini anlamlandıran travmalarla birlikte servis eden, dört başı mamur bir 2017 bağımsızı. Karakter çalışmasının tüm girinti ve çıkıntılarıyla muhattap olalım diye hayatın tekdüzeliğini, anca beyazperdede cereyan edecek maceralarla bulandırmayan yönetmen Eliza Hittman, kamerasını ana karakteri Frankie’ye doğrultmuş, her tutumunu ve reaksiyonunu izleyerek onu tanımaya, tanıtmaya gayret ediyor.

THE BEGUILED
Sofia Coppola

Pek sevdiğim Sofia Coppola, materyale alçakgönüllü yaklaşımında yine cinsiyet rollerini ve bastırılamayan hevesleri incelemeye koyulmuş. Üstelik yaşlardan mütevellit çok daha geniş bir palete sahip bu sefer. Bir kadın yurdunda, hayata karşı metanetini kalabalık içerisinde yalnız sürdüren karakterlerle haşır neşir oluyor. Yalnız buradaki kumar pulu hormanlarıyla aptallaşan insanlar değil. Hayatta kalma içgüdüsü tüm bireyler için yegâne pazarlık faktörü. Kayda değer tek bir erkek karakteri olsa da, karşı cinsin hegemonyasındaki düzene açmış isyan bayrağını.

BLADE OF THE IMMORTAL
Takashi Miike

bu 18. yüzyıl kara komedisinin, kullandığı renk paletiyle tezat oluşturan keyifli bir kasveti, çaresizlikten türemiş destansı bir hâli var. Miike, epizodik anlatımında hep büyük finaline yatırım yapıyor olsa da hem bir yönetmen olarak kurduğu mizansenlerle eğlenmeye, hem de seyircisine acımasızlığı marifet bilen karakterleriyle bir eğlence sunmayı arzuluyor. Optik aldatmacalarını bir yana koyup, yarattığı sonsuz kasırganın etki alanına girerseniz tutturduğu – neredeyse duygusal – samuray türküsünü melodrama öykündüğü anlara rağmen kucaklamamak namümkün.


BLADE RUNNER 2049
Denis Villeneuve

Villeneuve filminin bütün problemlerini unutturacak kadar hakim yeni giriş yaptığı âleme. Kentin bilhassa geceyi sırtına aldığı yarısında loş neonlardan, holografik rüyalardan göz alıcı bir örtü oluşturmuş. Bu örtüyü sırtına aldığı müddetçe de insandan öte varlıklarının ikili diyaloglarında bir dakikayı aşan eslerinin bir ehemmiyeti kalmıyor. Ana karakteri ‘K’in kendine yabancılaşmasına sebep olan kimlik krizleri yönetmenin kafasındaki manzarada can sıkan fazlalıkları bile rutinleştiriyor, ürettiği çatışmalarla bir bağlayıcı eleman görevi görüyor.

BPM (BEATS PER MINUTE)
Robin Campillo
Campillo, kan bağıyla olmasa da seçilerek edinilmiş ailesinin arasına davet ediyor izleyicisini. Fikir birliğine vardığınız noktada ekranda beliren yüzlerle ahbap oluyorsunuz. Daha sonrasında yüzleştiğimiz travmaların beklenenin üzerinde bir tepki yaratması da tamamen karakterlerle kurduğumuz tarifi imkansız ilişkiden sebep. Döktüğüm gözyaşları bizi aralarına alan arkadaş grubunda yaşadığımız büyük kayıp için mi, yoksa Campillo’nun oynattığı kalemindeki ustalığına hasetlendiğimden mi diye sorgulaması size kalmış.

BRAD’S STATUS
Mike White

Bunalım yaşa değil, başa bakarmış. Beni otuza üç yıl kala, evlenip barklanmış ve hayatımdan memnun değilmişim gibi uçurum kıyılarına iten Brad’s Status, mürekkebini akıttığı her tekste hayranlık duyduğum pek muhterem Mike White’ın imzasını taşıyor. Kelli felli bir yıkım manzarası var burada. Bir anda geçen yılların çetelesi çıkıyor, nasıl geçti habersiz ağlanmalarının geçit töreni bağıra bağıra kapıya dayanıyor. Tüm incinebilirliğiyle, olduğu adamdan belki de çok uzağa gitmemesine rağmen harikalar yaratan, bağırıp çağırmadan hedefe ulaşan Ben Stiller performansı da cabası.

BRIGSBY BEAR
Dave McCary

Herkese hitap etmediğini bildiğinden kendini çok önemsemeyen hikâyeler anlatmasını her daim takdir ediyorum senarist/oyuncu Kyle Mooney’nin. Burada da televizyona ve hatta görsel sanatların bütününe (mesela hayranı olduğu Mark Hamill’e baba rolünü vermiş) mütevazı bir şekilde ilan-ı aşk ediyor. Aynı tutkuyla kalemini tekrar eline almasını bekliyor olacağım. Zaman konusunda daha elverişli koşullar altında çalışarak, SNL skeçlerinden farklı olarak karakterlerini ve hikâyeyi sağlam temeller üzerine kurabildiği fırsatları hak ediyor.

CALL ME BY YOUR NAME
Luca Guadagnino

Öyle bir film hayal edin ki perdeden ılık yaz meltemi vursun suratınıza. Yazlık hâli, banyo çeşmelerinin üzerinde yıkanmış mayolar asılı, kara sinekler vızıldayıp duruyor. Efil efil üst baş çekilmiş, kahvaltıya bile deniz şortlarıyla gelinmiş. Merdivenlerin her basamağı gıcır gıcır ses yapıyor, gürültüsüz kapanan tek bir kapı yok. Uyku saatleri perişan, kahvaltılar güneş en tepedeyken başlıyor. Meyvenin olmuşunu ağacından koparıp lezzetine vararak mideye indiriyorsunuz, keyfiniz tekerrür eden yaz rutininizin sarhoşluğuyla hat safhada.


COCO
Lee Unkrich & Adrian Molina

Biraz üzerine kafa yorunca, Inside Out ya da yakın tarihten başka bir Pixar filmi kadar gündemde olmamasını, Coco’nun dem vurduğu sorunla alakalı olduğu fikrine vardım. Nedir bu? Yeni gelen jenerasyonların aileye düşkünlüğü bir muhafazakar alışkanlığı ya da zayıflık belirtisi olarak almasıyla alakalı. Bu sebepten tutucu bile bulunabilir. Yalnız ataerkil bir perspektifi yok. İnançlara dayalı anlayışın modern dünyaya doğru yorumlanabildiği bir habitata yer verdiği için kadınların borusu ötüyor Coco’da, olması gerektiği gibi.

CUSTODY
Xavier Legrand

Her birimizin olmasa bile filmin finalinde de altı çizildiği üzere yanıbaşımızdan bir yaşanmışlık var Custody’de. Bilhassa final sahnesinde şiddet artık minimuma indirilmiş iken o ana kadar dikkatli bir şekilde kurduğu basıncı daha etkili kılacak öldürücü yumruğu atıyor Legrand. Küçük Julien “Bitti mi?” diye sorduğunda gelen itimat verici cevabın bir tesiri yok. Çünkü hayatla birlikte yuvarlanıp giden birey, tadına baktığı sillelerin izini söküp atamıyor, o yüzden de mekanik olarak bitmiş bir eylem arkasında bıraktığı psikoloji ile hayatımızda bir yara olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor.

DUNKIRK
Christopher Nolan
Nolan teker teker yaşam mücadelelerini izlediğimiz karakterlerinden tek birinin dahi özgeçmişini dillendirip seyirciyi yormak istememiş. Yegâne odağı nefes aldırmadan görsel ve işitsel açıdan kusursuz, eşi benzeri az bir harp manzarası çizebilmek, ki zaten jilet gibi iş çıkarabilecek, hikâyesinin üzerine eldiven gibi bir atmosfer dikebilecek yetiye sahip bir yönetmen olduğunu da gayet iyi biliyoruz. Tek bir düşman askeri göstermemesini, zamanında ajitasyon için şiir okutmaya kadar düştüğünü bildiğimizden kendini tutmasını, her karakterine eşit mesafede yaklaşmak için senaryosuna sınırlar çizmesini takdir edilesi

GOOD TIME
Benny & Josh Safdie

Safdieler tamamen sizi düşüren, kötü hissetmenize sebep olan ve tekrar ziyaret etmek için can attığınız bir hissi maddeleştirmiş. Sadece adı eroin, kokain, LSD ya da kristal meth değil; sözde Good Time. Durmadan üreyen umutsuzluğunun yarattığı kasırga tek bir hamlede sindirdikçe etrafındakileri emiciliği artıyor. Çizgi roman uyarlamalarında kötülüğünün dozu büyüdükçe kudreti de korkutucu olmaya başlayan villainlar gibi. Tüm film bir ömür süregelecek endişenin, hırçınlığın, kör talihin üzerine kurulmuş zaten. Yarattığı keyifli tehlike masum, suçlu dinlemeden kara bulut gibi çöküyor üzerinize.

HAPPY DEATH DAY
Christopher Landon

Happy Death Day’in formül kağıdında Groundhog Day, yakın tarihten Scream ve avam görünmekten çekinmeyen tonlarca film var. İçi de karbonhidrat tüketmeyen kızlar birliği, averaj takımından okulun en popüler kızına aşık bir oğlan, elbette bu amansız kişiliği tamamlayacak aile menşeli sorunlarla dolu. Amma velakin basmakalıp fikirlerini emici gücü yüksek bir eğlence tufanının içine sığdırıyor. Kendisini hiç ciddiye almadan toy esas kızına hatalarını düzeltme, kendi kaderini yazma fırsatı tanıyor. Zaten bu hayatı temiz kağıda çekme meselesi değil mi tekerrür bazlı anlatıları çekici kılan?


I AM HEATH LEDGER
Adrian Buitenhuis & Derik Murray

Çok iyi bir belgesel olmadığını ve Ledger’ın anısına yeteri kadar sahip çıkmayışını bilmekle birlikte yaşasaydı şahit olabileceklerimize dair yürek burkan bir kapı aralıyor I Am Heath Ledger. Bon Iver’ın Perth’ü çalmaya başladığı andan itibaren boşalayan gözyaşları belki de hedef izleyicisinin neye ihtiyaç duyduğunu tam olarak bilmesiyle alakalıdır. Ama nefes aldığı süre boyunca sanki bu ana hazırlanmış, dünyaya kendini göstermeye dünden razıymış gibi duran Heath’i hüzün veren ışığın altında izlemenin tadı da bambaşka. İçimden bir şey kopup gitmiş gibi hissediyorum.

I AM NOT A WITCH
Rungano Nyoni

Her bakımdan istenileni veren tam anlamıyla eksiksiz bir sosyal eleştirinin, kadın hareketini de hak ettiği sesle buluşturan, dokunduğu her meselede çılgınca yetkin bir örneğini izleyip de kamera arkasında kim varmış diye baktığınızda o koltuğa uzun metraj için ilk kez oturmuş bir vizyoner görmeyi beklemiyor insan elbette. Rungano Nyoni’nin kadın olmasıyla ilgili beni şaşırtan bir şey yok. Ama ne istediğini bu kadar bilen bir yönetmen görmek, ilk filmindeki kudreti hesap edildiğinde bir sonraki uzun metrajlısı için korkuyla karışık müthiş bir beklenti içerisine sokuyor izleyicisini.

I DON’T FEEL AT HOME IN THIS WORLD ANYMORE
Macon Blair
İki kelimeyi bir araya getiremeyen, getirse de mantıklı bir cümle üretemeyen Trump’ın hükümdarlığındaki manzara ve bireylerin birbirini dişleyerek basamakları tırmanabildiği yeni Amerikan rüyası bu leziz neo-noir’nın oyun bahçesi olmuş. Gerçeklerle olan ilişkileri büyük ölçüde azalmış gibi gözükse de yeni nesil kara filmlerin ziyaret etmesi gereken bir hakikat var ne yazık ki. Dört başı mezbele evrenimizde kendini evindeymiş gibi hissetmediğini beyan eden başlık da yine kötünün kârlı çıkmasa bile eksilttiği düzene en hakikatlisinden bir isyan bayrağı.

INGRID GOES WEST
Matt Spicer

Çabuk tüket, kendi kendini ata, kutla, yaşadığını değil yaşamak istediğin hayatı resmet çılgınlığı en azından basit alıntılar ve hareketli resimler ile minimalist blog temalarında tüketilirken yıkıcı bir etkiye sahip değildi. Şimdi parmaklarımızın ucundaki dünyanın kapılarını aralayıp hayali falçatalarımızla birbirimizi parçalıyoruz. Ingrid Goes West isimli film de bu korkutucu sosyal erozyonun yan etkilerinden koleksiyon yapma niyetinde. Tabii saza meyandan girip olabilecek en kötü çeşitlemeyle çıkıyor yola.  Katarsisi boyundan büyük.

THE KILLING OF A SACRED DEER
Yorgos Lanthimos
Lanthimos’un tekinsizliğine, korkunç kaderi normalleştirmesine, geniş çaplı çekimlerde nereye bakacağınızı bilemediğimizden sebep belirsizliğine, her şeyden üstün doğanın insanı kullanarak oynadığı oyunlara, tuhaf şiddeti ters istikamette yol alıp fazlaca kullanmasına rağmen banalleşmemesine ne yapsam tepkisiz kalamıyorum. Kırık acımasızlığı düşündükçe büyüyor içimde. Önce bu da mı benzer bir çıkmaz diye kızıp, sonra kürkçü dükkanına geri dönüyorum. Tabii ben yine de bir tampon görevi görsün diye yeni bir okyanusa dalmasını can-ı gönülden istiyorum.


LADY BIRD
Greta Gerwig

Tünelin sonunu göremediğimiz, nasıl akıp tükendiğini idrak edemediğimiz, geçmiş ile geleceğin nihai buluşmasının yaşandığı o dönemece tezgahını kurmuş olması tüm kişiselliğini ele veriyor Lady Bird’ün. Daimi sevgiden sebep acı ile tatlı uçlarda gidip gelen ebeveyn – çocuk ilişkisini, öpüşmek ve sevişmek gibi fiziksel açlıkları su yüzüne çıkaran hormon patlamasını, aidiyet duygusunun ne olduğunun anca yitirişlerde fark edilmesini, istenilenle ihtiyaç duyulan arasındaki farkı görmüş, geçirmiş, ununu elemiş, eleğini asıp olanla bitene bir sigara yakmış Gerwig.

LADY MACBETH
William Oldroyd

Deforme olmuş kahramanlarıyla giriştiği maceralar, toplumsal riyakarlıklara sus payı vermek yerine kadın istediği takdirde olabilecekleri hatırlatarak uçurumun kıyısına sürüklemek için var. Hem içine kapanık, hem de bir o kadar gösterişçi bir haykırış. Cinsiyet politikaları hat safhada hükümdarlığını sürerken çok da leziz performanslar izlememize ön ayak oluyor tabii Lady Macbeth. Bilhassa başroldeki Florence Pugh’un hipnotize edici yeteneği karakterin dayanıklılığına cuk oturmuş. Toplumun kadına biçtiği rollere savururken kadrajdan çıkmasın diye yalvartacak kadar büyüleyici.

LAST FLAG FLYING
Richard Linklater

Ang Lee’nin teknolojik keşifler peşinde koşan, ama cilası bile vasatlığını kurtarmaya yetmeyen Billy Lynn’inden sonra yakın tarihe bilincin kaybedilmemiş olduğunu görmek sevindirici. Bir devam filmi gibi değerlendirmek istemesem de atası The Last Detail’ı da yüzüstü bırakmıyor neyse ki Linklater. Yarım asırlık zaman aşımının toplumsal başkalaşıma olgusal değişiklikler emanet ettiğini tekrarlayıp, dünyanın düzeninin asla değişmeyeceğini işaret ediyor bir taraftan. Biraz içime de işledi galiba hüznü, kederi. Evrensel olmasını beklemeden başına oturmamın kârı gibi de ele alınabilir bu tepkim.

THE LEGO BATMAN MOVIE
Chris McKay
Boğuk ses tonu, dokunduğu her kadını boğazına kadar belaya bulaştırma özellikleri bir yana dursun duygusal evrimini tamamlamamış ve asla tamamlamayacak Bruce Wayne’i zaaflı bir sosyopat olarak izlemek iç geçirmelerimize çare oluyor. Çizgi roman uyarlaması çöplüğünde taze bir nefes, zeki bir saçmalık büsbütün. Seslendirme kadrosunun cenk anındaki “piuv piuv” nidaları, utanmasa römorklu traktörü bile modifiye edecek araç tutkusu, kült DC kötülerinden yaptığı aranjman seyirlik değil ömürlük eğlencenin bir çırpıda aklıma gelen uçarılıklarından birkaçı.

THE LITTLE HOURS
Jeff Baena

Geçtiği zamanla öyle bir kontrastı var ki Baena tarafından seçilmiş üslubun, bir noktadan sonra karakterler ağzını açmasa bile güldürecek bir nirvanaya ulaşıyor şirazesi kaymış manastır ahalisi. Çünkü kadın bakışlı açlığı, zalimlikle ahlaksızlık arasında gidip gelen bastırılmışlık patlaması fazlaca yürekli, kabaca erbezli. Erotizmiyle dönemin din adamlarının ikiyüzlülüğüne vurgu yapan Decameron misali kutsal diye çekingen davranılmamış hiç. Her sahne bir öncekini hafif kılacak kadar frensiz. Ve en önemlisi, çağımız komedilerinin aksine epizodik bir kurgudan muzdarip değil The Little Hours.


LOGAN LUCKY
Steven Soderbergh

Motivasyonları ziyadesiyle kendini belli eden, alakalı, ama bir o kadar da alakasız karakterleri ile Soderbergh, Magic Mike’ın bıraktığı yerden eğlendirme odaklı güncellenmiş vizyonunun tadına baktırıyor bir kez daha. Logan Lucky, her şeyden evvel haddini bilen bir yaz seyirliği. Düşmesinden korktuğumuz her tuzağı elinin tersiyle itecek kadar da samimi ve bilinçli. Soderbergh, bundan 20 yıl evvel çekilmiş olsa dahi şaşırmayacağımız bir anlatıyı alıp masaya yeni bir şey getirmiş hissiyatı yaratmayı başarıyor. Sebebi belli: Soygun öncesi ve sonrasında sunduğu belirsizlikleri uzatarak hikâyeyi yormuyor.

LOVELESS
Andrey Zvyagintsev

Zvyagintsev sinemasına şöyle bir baktığımda sıkıntımın daimi olarak genelden bireye aktarımda ciddi bir duygu eksikliği olduğunu da görünce Loveless, yönetmenden görüp de bir türlü ulaşamadığım öykü diyorum. Öngörülebilir trajedisinin hüsran aşamasında süründüren uzun iması alıştığımız ajitasyon kotasının epey üzerinde, kabul. Ama nefes alıyor bu fırtınalı havaları sayesinde. Kendini değil de onları çevreleyen sistemden hoşnutsuz ruh hâli, parçalanmış ailenin mevcut huzursuzluğunu kalın ve ağır bir okuma olmaktan biraz çıkarıyor.

THE LOVERS
Azazel Jacobs

The Lovers, bilhassa iki cinsiyete de eşit yaklaşan tavrı ve yaş ortalaması daha yüksek bir karı kocayı ele alması sebebiyle ekstra dinç. Tatmin olmaz insan evladının yedisinde neyse yetmişinde de o olduğunun kanıtı âdeta. Klasik orta-üst sınıfa tabi Amerikan ailesinin röntgeninde bolca tekillik, gizli muhafazakarlıktan doğan esnemezlik mevcut. Ne zaman ki iki ana karakteri sınırları görünmez kılabilmek için harekete geçiyor, o zaman yüzlere tebessümler yerleşiyor, dalgınlıkların ardından sorunlar değil tasasızlık çıkıyor.

MARJORIE PRIME
Michael Almereyda
Marjorie Prime’ın asıl niyeti demansın eksilttiklerini bulduğumuz teknolojiyle bakın nasıl da toparlıyoruz demek değil. Tekerrür eden döngüsünde duygusal zekamıza yön verebilmemizin ve hatta her şeyden evvel duygusal bir zekaya sahip oluşumuzun ne kadar değerli olduğunun altı çiziliyor. Art arda gelen şekil değiştirmiş teselliler ve isim kartları hayat adını verdiğimiz zaman kaybının yanılsamaları sadece. Michael Almereyda imzalı şık gözlem bir elin parmaklarını geçmeyen oyuncu kadrosunun kusursuz performanslarıyla yükselip arşla buluşuyor ayrıca.

MAUDIE
Aisling Walsh

O kadar masum, niyeti o kadar belli bir film ki Maudie, öfkeyi, sevinci, hayal kırıklığını hep dozunda bırakmış. Biraz epizodik sayılabilecek bir kurguya tabi tutulmasının finale doğru ölçeği büyüyen zaman atlamalarını inorganikleştirdiğine şüphe yok. Ancak sosyal dışlanmanın dik âlâsını yaşayan ana karakterini anlayabildiği ve göze çarpan eksikliklerinin yarattığı psikolojiden gözyaşı iktisatı inşa etmeye çalışmamasıyla, klasik biçimiyle tezat yaratan bir samimiyeti kucaklıyor. Haddinden fazla sevdiğimi inkar etmediğim filmi benim için asıl değerli kılan da içerdiği muazzam Sally Hawkins performansı.


THE MEYEROWITZ STORIES
Noah Baumbauch

Baumbauch, zamane ebeveynlerinin çocuklarıyla arkadaş olabildiği için evden daha zor kopmalarından girmiş, şimdiki ebeveynlerin de suçluluk duygusundan bir türlü barınamadıkları için kendilerini ailelerine karşı hep agresif ve mücrim hissetmelerinden çıkmış. Tabii yine tüm bu çözümlenmemiş duygusal parçalanmaların arka fonunda poz vermeye dünden razı bir New York var. Trafiği, yüksek faizli Mortgage krizinden belini doğrultamamış emlak piyasası, modern galerileri ve daha nicesiyle.

MY HAPPY FAMILY
Nana Ekvtimishvili & Simon Groß

“Hayır, büyükler herşeyi bilemez. Hayır, ebeveyn olmak tam zamanlı bir iş değil. Hayır, yetişkinler de bencil olabilir. Hayır, sırf her şey yolunda gidiyor diye bana zerre mutluluk vermeyen standartları kabul etmek zorunda değilim. Hayır, tek başıma var olabilirim!” Tartışılmaz ve biraz da ülkelerimizin gelişmişlik seviyesi üç aşağı beş yukarı olduğu için çılgınca çekici, samimi, tanıdık bir tat bıraktı bende. Hatta zaman zaman bağımsız yerli sinemamızın olmak isteyip de olamadığı her şeymiş gibi hissettim. Alabildiğine gerçek, yalın ama dopdolu, trajedisini ve güldürüsünü tek potada eritebilecek kadar da zeki.

NEWNESS
Drake Doremus
Hayatımıza akıllı telefonlarla giren tanışma aplikasyonlarının çabuk tüketmeye meyilli varlıklarımıza olan yan etkisiyle start alıp, bu maymun iştahlılığın ilişkinin adı ne olursa olsun henüz yirmilerini yaşayan jenerasyonu ve bu nesil ile direkt bağlantısı olanları nasıl da yaraladığını anlatmak istiyor Newness. “Yeni” olana zaafımızın kaynağını arıyor. Yalnız bunu yaparken sosyal varlıklar olduğumuzu da göz ardı etmeden, hayatımızda çığ etkisi yaratan teknolojik zımbırtıları öyküsünde birincilleştirmemiş. Odağı şıpsevdilikten muzdarip travmalarımızı kapatmak için verdiğimiz mücadelenin ne kadar da boşuna olduğunu kanıtlamak.

NOCTURAMA
Bertrand Bonello

Nocturama’nın bileti âdeta tek gidişlik. Yavaş yanan, ivmesi negatif olmaya müsait yolculuğunda üzerine konuşulmaya değecek bir tasviri var Bonello’nun. Bir sinemacı olarak da değil üstelik. Dünya üzerinde varlığını sürdüren, kendinden sonraki nesiller için endişelenen bir insan olarak hem de. Tek taraflı olmasını pek mantıklı bulduğum toplumsal tahribat portresinde kaçınılmaz çöküntüyü dizlerine vurmadan da anlatabilmesinin ustalığından kaynaklı olduğu besbelli. Gönül sadece biraz daha hırpalanmak, vaat ettiği cevapları alabilmek istiyor.

OKJA
Bong Joon-ho
Kendi yarattığı ekolojide dahi insan evladının ne kadar acımasız ve tüketiciden yana bir tutum belirlediğine dair ısrarcı söylemini madde madde giderek kanıtlamış Joon-ho. Ve bu ahlaksız ekonomiden de taraflar yaratarak iyileriyle kötülerini bir tarafa yığıp akına kara, karasına ak çalmış. Motivasyonlarını açıkça belli eden karakterlerin yanına görsel anlamda cüssesine rağmen kalp eriten canavar görünümlü dev bir domuzu da sığdıran Bong Joon-ho’nun hedefi her zamanki gibi yanılsamayla bildiklerimizi hatırlatmak.


ONE OF US
Heidi Ewing & Rachel Grady

İnanç denilen yapbozun sözde insanoğluna hizmet edecekken en çok ona zarar verdiğinin en temiz kanıtı olmuş bu belgesel. Tabii ki de kaş yapayım derken göz çıkaran bir cemiyeti anlatıyor olmasının da yararı var. Ama dinin kötü emellere alet edildiği topraklardan baktığımız için sanıyorum, bir şeylere körü körüne bağlanmaya ihtiyaç duyan Hasidikler pek yabancı gelmedi. Kendi vicdanına hesap veremeyenlerle dolu evrenimizde okyanusun hangi tarafına giderseniz gidin, soru sormayı bırakanın cehaleti de beraberinde getirdiğini işaret ediyor özetle.

PATTI CAKE$
Geremy Jasper
Toplumun farklı kesimlerinden insanları alıp bir araya getirmesine rağmen sosyal mesaj verme çabasına bulaşmayan, tüm notalara doğru basan bir film Patti Cake$. Tasvirleri hayal gücünden fazlasıyla beslenmesine rağmen aşkın sadece seksten ibaret olmadığı, para kazanmak için katlanılan işlerin her zaman keyif vermediği, tutkuyla bağlanılmış düşlerin uğrunda yollara düşünce bazen kendi kendimize kösteklik ettiğimizi söyleyecek kadar da reel. Kılık değiştirmiş Amerikan rüyasının pasaklı yorumu belki de sırf bu samimi histen ötürü iz bırakabiliyor, biraz göz pınarı aşındırıyor.

PHANTOM THREAD
Paul Thomas Anderson

Uzun bir aradan sonra iletişim kurması bu denli kolay bir Paul Thomas Anderson filmi izlemiş olmanın verdiği hazzın üstüne hakkında çok konuşulmuş bir meseleye hiçbir cinsiyeti ve tarafı bayağılaştırmadan yaklaşabildiği için de hayran kaldım sanıyorum. Belli belirsiz romantizmi ve adaplı komedisi haricinde kendini sanatla ifade eden bireylerin zatî kaynaklı istemsiz ötekileşmesine eldiven gibi oturan bir eldiven dikilmiş burada. Mahrem duygular parmakların ucunda. Avucuna aldığı ise daha çok hiddet ve özgüvensizlik.

A QUIET PASSION
Terence Davies

Davies, saygı duyduğu ve bana sorarsanız kariyerinin önceki aşamalarında da tanık olduğumuz dışavurumu biçimlendirmiş, edebiyat tarihinden önemli bir isime saygılarını sunuyor. Ona ilham verenlerin gözünden inşa ettiği filmlerinin aksine bu sefer bir yönetmen olarak kendini geriye çekmiş ve spot ışıklarının tamamını büyük bir cömertlikle kahramanına bağışlamış. Ki zaten ömrü boyunca, bilhassa sanatını icra ederken yalnızlığı, sessizliği, münferidenliği yeğleyen bir kadını anlatırken de ancak bu denli naif bir muamele ile istenilen verilebilirdi.

PERSONAL SHOPPER
Olivier Assayas

Burada ana karakterin sorunu modern yeni yetmeliğin kalbinden, bir yerin veya bir şeyin parçası hissedememekten. Kederin başrolü oynadığı sıkıntılı içsel çöküşünde cevabı olmayacak yerlerde arıyor. Katılımcısı muammalı mesaj trafiği, yaptığının asla takdir görmediği iş koşturmacası, karanlığının gölgesi aydınlığının ışığından daha efektif bir sektöre el uzatması tamamen araç. Cambazlık yaptığı janrların tanımlarını eğip bükme zahmetine katlanan Assayas, hikâyesinde tek bir sermaye yaratmış, o da Kristen Stewart. Yalnız karakter, performansın ötesine geçebildiği için alıştığımız sallantılı oyunu filmle bütünleşiyor.


PIELES
Eduardo Casanova

Pieles, fiziksel ve zihinsel deformasyonun katmanlarını farklı formlarda yaşayan enteresan karakterlerin sahabesi olarak çok basit bir soru yöneltiyor ilgilisine: Bizi diğeri yapan, ötekileştiren niteliklerimiz ne kadar mühim? Yönetmen/senarist Eduardo Casanova’nın bile isteye konfor bölgenizi işgal eden estetiğinde toplumun ayrımlıya atansın diye yalvarılmamış toleransı mümkün olan en garip biçimde tetkik edilmiş. Kör kör parmağım gözüne ahlakında beden olumlamacılardan sıdkı sıyrılmışlara merhem gibi öykücükler sunuyor.

RAW
Julia Ducournau
Bir nevi araf olarak değerlendirilebilecek o minik “yetişkin olma” zaman aralığında, klişe ya da değil, her toy bireyin varyasyonlarını tattığı deneyimleri has be has kırmızı etle yoğurması Raw’u örneklerinden farklı kılan. Bastırılmışlığın tehlikesine çaput bağlamış topraklarda nefes aldığımız için de araç edindiği mübalağası bana pek bir evrensel geldi. Yarattığı ağırbaşlı, karnivor huzursuzluğun daha ilk sahnede büyük bir ifşaya evrileceğini işaret etmesi korku filmlerinin bilinmezlikten medet uman, yaylı öcü çığırışlarına engel olup bir üst vitese davet ediyor sanki seyircisini.

SPLIT
M. Night Shyamalan

Filmografisinin değerli sayfalarından birini koparıp öz referans verecek kadar küstah bir anlatının içine dalan Shyamalan, provokasyon ve eğlence vaadiyle çoklu kişilik bozukluğu rahatsızlığından iyimser bir noktaya varma gayretinde. Ezberini yaptığı, biz giderken döndüğü gerilim janrı yollarında ustalıkla tansiyonla oynuyor yine. Hikâyesini işin psikolojik katmanına inip basitleştirdiği anları dikkat dağıtıcı bulsam da iyi film yapma orucu sırasında yetilerini kaybetmemiş neyse ki. Karakteri bir yana dursun, insanoğlunun tarifi imkansız ruh sağlığıyla ilgilenmekten de ayrı bir keyif alıyor besbelli.

STAR WARS: THE LAST JEDI
Rian Johnson

Rey ile Kylo’nun arasındaki iletişim Darth Vader’a dair büyük ifşadan bu yana Star Wars’un başına gelmiş en güzel şey olabilir. Ben iki karakterin de, bir nevi figüran görevi gören Finn ve Poe’dan ayrı bir yere konuşlandığına The Force Awakens ile ikna olmuştum. The Last Jedi bildiklerimi bir kez daha hatırlatıp, er ya da geç yeni bir meydan muharebesi verecek ikilinin gelecekteki karşılaşmaları için beni epey heyecanlandırdı. Öyle ki sevgili merhum Prenses Leia’ya anlatının dışına çıkmadan yapılan acı tatlı vedanın bile önüne geçmiş olabilir bu saplantım.

STRONGER
David Gordon Green

İyi kalibre edilmiş bir senaryo var masanın üzerinde ve Boston Strong hareketinin yüzü olmuş kahramanın bir anlamda içtimai, ama kaderine mahsus bireyselliğinden ötürü Bauman’ı kelli felli diyemesek de, kalburüstü bir karakter çalışmasının kaptanı yapıyor. Birbirine melül melül bakan sevgili dramatizasyonları, özgürlüğüne hasret bırakılmış kadın partnerin sessiz çığlıkları, yaylılarla çiğleştirilen duygu fırtınaları yok. Onun yerine bandajı çıkarılırken acısından dünyayı unutan, tam anlamıyla bokunda boğulan ve verdiği zararın değerlendirmesini ancak elinden tüm ayrıcalıkları alındığında anlayan bir adam var.


SUMMER 1993
Carla Simón

Summer 1993, ufak çıldırma anlarını araya serpiştirerek çok mahrem bir zaman aralığından kendicil bir öyküyü gözetliyor. Seyircisine dahi küçük kızın tadına baktığı acıyı unutturacak bir özgürlükle hareket ediyor tabii. Filme adını veren mevsimin şıpıdık terlik, güneşin altında kuruyan çamaşır, dizlerini kanata kanata taşta toprakta oynayan çocuklar ve üstten çıkmayan şortlarla askılılarla altını çizerken sezonun bitişini de bir termin gibi işaretlemiş. Gündüzler kısaldıkça farkındalık da karanlık gibi büyüyor; fakat kaçınılmazla yüzleşme anı da hem izleyiciye, hem de karakterlere bir sille âdeta.

TEN METER TOWER
Axel Danielson & Maximilien van Aertryck
On metrelik bir atlama kulesinden kısacık ve eforsuz bir belgesel Ten Meter Tower. Vaat ettiği ya da dikkat çekmek istediği bir şey yok. Tek amaç, insanları en savunmasız hâllerinde yakalamak, korkularıyla yüzleşirken nasıl kararlar aldığına bakmak. Rengini, cinsiyetini, boyunu, statüsünü ayrı tutarak tepkilerini ölçmesi de en büyük becerisi. En nihayetinde bizi farklı kalan dış cephemizin bir şey ifade etmediğini söyleyip kaçıyor. 60 yaşında bir kadın hiç düşünmeden atlarken, yirmilerinin başındaki oğlan köşeye sıkışıp kalıyor. Hayatın aranan özeti, havuzdan on metre yukarıda.

TRAMPS
Adam Leon

Adam Leon, yıllar içerisinde hem evrim geçirmiş hem de bir o kadar aynı kalmış New York manzarasından çeşit çeşit kartpostal üretiyor tüm gayreti ile. Trafiği, minik daireleri, düşük ama mutlu eden yaşam standartları, metrosu, banliyösü, yeşili ile bağıra çağıra şehri kullanıyor. Yaşayan bir organizma gibi şehir. Bazen etrafına zarar veriyor, bazense tatlı tatlı tebessüm ettirecek iyiliklerde bulunuyor. Alıştığımız ak mı, kara mı ikileminin Big Apple sınırlarına sıkıştırılmış bir versiyonu özetle. Hatta yönetmenin de tanımladığı gibi, romantik bir yol filmi.

WIN IT ALL
Joe Swanberg

Aynı habitatı kullanan filmlerde gösterildiği gibi hayatın tamamen tatlı tesadüflerle dolu olmadığının altını çizmesi ve yarattığı katarsisleri büyüterek hikâyesinin tek bel kemiğine dönüştürmemesi Win It All’un kendine has metotlarından. Öyle ki, büyük kurtuluşunun ardında da pespembe bir gelecek değil, ansız hastalık ve özür isteyen rötarlı bir buluşma var. Herkes kusurlu, ama kusurlu olduğu için de kusursuz; çünkü bir şekilde ucundan dahil olmaya çalıştığımız yaşam döngüsünde sadece ak ve kara olduğunu düşünmek yerine elverişsizliğiyle herkesi, her şeyi kucaklıyor film.

THE WOUND
John Trengove

Filmin finalinde çok da açık etmek istemediğim bir gerginlik vuku buluyor ve sonrasında da ahlak anlamında taban tabana zıt gerçeklere yüzünü dönmüş masum ile güçlünün çıkmazı bir kendini kurtarma refleksiyle sonuçlanıyor. İşte tam burada Trengove’un gözlem kabiliyetinin hikâyesi üzerindeki izdüşümü saklı. Vahşi doğada kaldıkça uygarlıktan uzak davranış biçimlerine alışan kahramanlarından durmaksızın uçuruma sürüklenenin akla gelebilecek en korkunç çözüm yolunu bile denkleri tarafından aşağılanmaya, dışlanmaya tercih edeceğinden emin.

Yazar Hakkında

1990 doğumlu. Kuir. İkizler. 2009'da ödül sezonu portalı Oscar Boy’u kurarak sinema yazarlığına başladı. 2014’ten beri O Podcast’in moderatörlüğünü yapıyor. 2023 yılında da SİYAD üyesi oldu.

Yorum yazın...