Red Sparrow

Red Sparrow

Yönetmen: Francis Lawrence | Oyuncular: Jennifer Lawrence, Joel Edgerton, Matthias Schoenaerts, Charlotte Rampling, Mary-Louise Parker, Jeremy Irons, Ciaran Hinds, Joely Richardson, Bill Camp, Thekla Reuten, Sergej Onopko, Sebastian Hülk, Hugh Quarshie, Sakina Jaffrey, Douglas Hodge, Sasha Frolova, Kristof Konrad | Senaryo: Justin Haythe (uyarlama), Jason Matthews (roman) | 140 dakika | Gerilim, Gizem

Kadın başkahraman istiyoruz deyince bizi çok yanlış anlayan Hollywood’un son marifeti, yazlık damından üç kat aşağı fırlatmalık (yaşandı) bir roman uyarlaması. Esasında kadının fiziksel özelliklerini zekasıyla birleştirerek, beyni birkaç kot aşağıda ikamet eden erkeklere kurtulunması gereken bir organizaymış gibi davranması fikri hiç de fena olmayan bir başlangıç noktası denebilir. Bunun üzerinden istihbarat, ajan, Rusya, ABD, köstebek anahtar kelimelerini de bünyesine katıp biraz öyküsünü süslemeye çalışmasına da amenna. Fakat çizdiği rotada epey sakat söylemleri var Red Sparrow’un. Heteroseksüel ilişkilerde özellikle kendini kaybetmiş tarafın çirkin zaaflarını gösterip alay ederken, dünyaya manipülasyon için gelmiş ajanlarını birer fahişe gibi yetiştirmesi ve bu süreçte cinsel istismarı eğer kartlar senin elindeyse susup ona istediğini ver gibi çiğ bir yere taşımasından ben epey rahatsızlık duydum. Çünkü bu cinsel organıyla iş gören, zeyrekliğini ancak bacak arasındaki “avantaj” ile tamamlarsa amacına ulaşan varlıkların evreninde istisnasız her detay kum saati figüründeki kadının asırlardır metalaştırılan bedenine dönüyor. Belki de 21. yüzyıla özel politik doğrucu gözle okumamak lazımdır bu filmi. En nihayetinde Jennifer Lawrence’ın meşhur hacker skandalı sonrası internetin her bir yanına düşen fotoğraflarından sonra tekrardan özgüvenini toplayarak benim bedenim, benim kararım mesajıyla basına tanıtılan klasik bir Hollywood saçmalığından bahsediyoruz. Hatta bu güçlü kadının kendi arzusuyla soyunabilme, seksapelliğini kullanması meselesi de şapka çıkarmalık. Çünkü sömürünün endüstrideki en çirkin hâlini gördüğümüz için geçtiğimiz sene, bir kadının kendi kararıyla böyle bir rolü üstleneceğine bile inanmaz olduk. Fakat benim şikayetim direkt öykünün ana kaynağıyla alakalı. Bilin bakalım Red Sparrow’u kaleme alan yazarın cinsiyeti ne? Tabii ki de erkek. Zaten hikâyenin her noktasında testosteronu tek motivasyon aracı olarak kullanmış bir perspektifin kokusu alınıyor. Ham erotizminin içerisinde işkence sahneleri bile mazoşist bir et açlığıyla dizayn edilmiş sanki. Ama her şeye rağmen böyle bir senaryo, ne yaptığının bilincinde bir yönetmenin eline geçse ne olurdu diye de düşünmeden edemedim. Kitap hâlindeyken pek bir değeri olmayan The Hunger Games serisini perdede iyice şaklabana dönüştürmüş Francis Lawrence’ın arada başka bir projede kafa dağıtmadan direkt Red Sparrow setine geldiği çok hissediliyor. Kostümlerinden kadrajlarına kadar her şeyde bir Katniss Everdeen ilhamı mevcut. Kaldı ki yönetmen, kameranın arkasında neredeyse aynı ekiple çalışmış. Dünyanın sağa kayan, nepotizm ve ikiyüzlülük dolu yeni düzeninde orta parmağını kaldırmaya zahmet ettiği görünmez savaşa, irili ufaklı herkesi ezip geçen kök salmış kafa yapısına bile bir noktada omuz silkip, twist üzerine twist parçalayacak kadar dağınık Red Sparrow. Lawrence’ın Rus aksanı çalışayım derken Donatella Versace’ye kayan ağızıyla iyice çekilmez bir hâl alıyor. Modifiye edilmiş elektronik hindi bıçağıyla canlı canlı deri yüzmeye başladığı an haricinde bana hissettirebildiği tek şey iğrenti.
Fesat Mukayese: Mr. & Mrs. Smith > Red Sparrow

Yazar Hakkında

1990 doğumlu. Kuir. İkizler. 2009'da ödül sezonu portalı Oscar Boy’u kurarak sinema yazarlığına başladı. 2014’ten beri O Podcast’in moderatörlüğünü yapıyor. 2023 yılında da SİYAD üyesi oldu.

1 Yorum

  1. Metin

    2018’in şimdiye kadar izlediğim en kötü filmi bu herhalde. Erkeklerin slav kadınları hakkında düşündükleri, hayal ettikleri ne varsa ona uygun bir senaryo ve konu edinmişler ki ben filmin bu bir pornodan araklanan hikayesine ısınamadım. Jennifer Lawrance’ın yeteneklerinin sınırı bir yana, Matthias Schoenarts’ın ABD yapımlarındaki yeri bu olmamalıydı. Pekiyi ya Lolita’dan bu yana 20 senedir düzgün bir filmde izleyemediğimiz Jeremy Irons ve çok çok iyi bir oyuncu olan Charlotte Rampling ne demeye bu kadar kısıtlı tiplemelerde kendilerini harcıyorlar ki? Baştan çıkarma sanatını öğrenip sınıfın önünde çıplak kalıp seks yaparak görevlerine hazırlanan Rus casuslar ha? En basit sömürü filmlerinde bile bundan daha gerçekçi hikayeler olurdu. C- bu film için fazla, çok fazla. İzleyine kendimi kirlenmiş hissettim. ABD ana akım sinemasının üreteceği erotizm bu kadar oluyormuş. Hemen ardından Betty Blue izledim de erotizm aslında ne güzel yansıtılıyor sinemada hatırlayayım istedim.

    Yanıt

Yorum yazın...