Eleştiri
The Northman
Sevin ya da sevmeyin, göze hitap eden deliliklerin virtüözü Robert Eggers, ilk iki uzun metrajlısı The Witch ve The Lighthouse ile çok kısa bir sürede folk korku türünde kendi külliyatını yaratıp, adını ezberletmeyi başardı hepimize. Dinsel histerilerden, toksik erkeklik performansına geçiş yaptığı kısa ama özlü kariyerinde büyük sayılabilecek bir stüdyonun da desteğini alarak karşımıza çıkıyor bu sefer. Viking tarihinin kan revan içerisindeki sayfalarına duyulan anlamsız ilginin son eseri The Northman, dokuzuncu yüzyıla ait, kalıplaşmış ve sonrasında Hamlet’in yaratımında da ilham kaynağı olmuş bir efsaneyi konu almakta. Şekspiryen ayak kaydırma oyunları yerine, ölçüsüz şiddetin kol gezdiği gerçeği yansıtmaya daha yakın, kameraya doğru höyküren karakteri bol bir ana akım sinema örneği Kuzeyli. Amcası, tahtta oturan babasını katlettikten sonra intikam yemini eden Amleth’in, amcasını öldürmek, annesini kurtarmak ve ona ait olanı geri almak üzere yıllar sonra bir savaş tanrısı gibi gölgeler arasında belirmesiyle fitili ateşlenen, her dönemecini bildiğimiz, bütün hikâye elementlerinden haberdar olduğumuz, cetvelle çizilmiş bir halk söylencesi. Ancak Eggers’ın ellerinde dönüşeceğine inandığımız biçiminden fersah fersah uzak. Aşinalığımız, kandaşlarının elinde kalan üç kuruşluk huzuru da yok etmeye ant içmiş Amleth’ten ibaret değil kısacası.
Prodüksiyon sürecinde stüdyonun Eggers’la çatıştığına dair çıkmış dedikoduları onayan bir film var karşımızda. The Northman, sağduyuya gözlerini kapamış hikâyeleri anlatmak üzere kamera arkasına geçmeye yeltenen herhangi bir er bireyin elinden çıkmış gibi. Elbette Eggers, kadim dostu Jarin Blaschke’yle çalışıyor olmanın avantajlarını olabildiğince kullanmaya çalışıyor. Filminin insan oyup biçmeye, oluk oluk kan akıtmaya hayran vahşi doğası, bu ikilinin iş birliği sayesinde bir sebebe bağlanmasa bile grafik ve provokatif amaçlara hizmet etmekten öteye gidebilmiş. Amleth’in bağırsak deşip, dinî imgelere dönüştürdüğü etten tablolarının sansürsüz tasviri, kamerasını kullanış biçimi sayesinde seyirciyle arasına mesafe koymayı kural edinmiş Eggers’ın varlığını hatırlatabildiği birkaç an arasında yer almakta. Geri kalanı ise bitmeyen viking sevdasının üzerinden sayısız defa geçilmiş motamot bir temsil. Bugün bile hâlâ yalnızca intikam için nefes alıp veren tarihî ve biraz da dünya üstü güçlerin yolunu açtığı bir figüre merakı olanlar haricinde kimseye getirebildiği yeni bir şey yok Kuzeyli’nin.
The Northman’ın ataerkiye peşkeş çeken içeriğine karşın seyircisini koltuğuna bağlayabilme yetisi takdire şayan tabii. Tarihin en çok tekerrür edilmiş öyküsüne, biçimsel olarak da neredeyse hiçbir yenilik getirmeden tüm bu bağırışı izletebilmek bir yönetmenlik başarısı denilebilir. Bunda bilhassa oynamayıp, Amleth’e dönüşmeyi seçen Alexander Skarsgård’ın payı büyük. Ancak Hollywood’un elinin değdiği, okyanus aşırı bütün filmlerde olduğu gibi, İngilizce’yi yerel halkın aksanıyla konuşturma derdi, çoğu Amerikalı kastın dilinde birbirinden farklı filmlerde birbirinden farklı lisanlar konuşan bir kalabalık hissi da yaratıyor sanki. Filmin açılışında ve tüm anlatıdaki en önemli monologlardan birinde karşımıza çıkan Nicole Kidman’la erkenden kellesi uçan kralımız Ethan Hawke’ın kullandığı ağızlar bile bambaşka, bu aynadaki yansımasını hikâyesinden daha çok önemseyen uzun kakafonide.
Serhan
3 Mayıs 2022 at 12:07
Bu sefer biraz bonkor davranmissin puan verirken sanki 🙂 Yasamim boyunca sinemada izledigim filmleri elimden geldigince bitirmeye calistim ve yarida ciktigim film sayisi bir elin parmaklarini gecmez. Saniyorum The Northman kendimi sonunu getirmek icin en fazla zorladigim ama buna ragmen 30 dakika sonra artik cekilmez hale gelen maskulenligi ve ongorulebilirligi sebebi ile biraktigim bir film oldu. Ki izledigim sinema salonunda (Amsterdam) arkadasimin soyledigi kadariyla benden sonra salonun ucte biri terk etmis filmi.