Dizi Eleştirisi
The Studio (1. Sezon): Sanat mı, Ticaret mi?

THE STUDIO | Yaratıcılar: Seth Rogen, Evan Goldberg, Peter Huyck, Alex Gregory, Frida Perez | Oyuncular: Seth Rogen, Catherine O’Hara, Ike Barinholtz, Chase Sui Wonders, Kathryn Hahn, Bryan Cranston, David Krumholtz, Keyla Monterroso Mejia, Dewayne Perkins, Nicholas Stoller, Dave Franco, Zoë Kravitz, Matt Belloni, Thomas Barbusca, Devon Bostick, Jessica St. Claire, Rebecca Hall, Sugar Lyn Beard, Rhea Perlman, Paul Dano, Martin Scorsese, Charlize Theron, Steve Buscemi, Sarah Polley, Greta Lee, Anthony Mackie, Ron Howard, Olivia Wilde, Zac Efron, Owen Kline, Johnny Knoxville, Josh Hutcherson, Ice Cube, Lil Rel Howery, Ziwe Fumudoh, Charlie D’Amelio, Peter Berg, Adam Scott, Jen Statsky, Parker Finn, Lucia Aniello, Paul W. Downs, Ted Sarandos, Ramy Youssef, Erin Moriarty, Antony Starr, Quinta Brunson, Jean Smart, Aaron Sorkin, Zack Snyder | 24~44′ | Apple TV+
Hollywood, Altın Çağı’ndan bugüne sayısız evrim geçirdi, çehresi bütünüyle değişti. Ama sanıyorum ki hiç kimse, #MeToo hareketiyle başlayan ve son on yılı kapsayan zaman diliminde, neredeyse bir asra bedel bir devinim yaşandığını inkâr edemez. Dijital devrimin etkisiyle yapay zekâya ve streaming platformlarına da hizalanmak zorunda kalan sektör, yeni mentalitenin eskiyi tamamen silemediği tuhaf bir ara dönemin içinde sıkışmış durumda. Görünürde, bizi hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığına ikna etmeye çalışanların sayısı epey fazla. Ancak büyük stüdyoların üretim alışkanlıklarından en basit kaosta verdikleri primitif tepkilere kadar her şey, bu yağlı makinenin derinlerde bir yerlerde hâlâ kendi kimliğinden tamamen sıyrılamadığını gösteriyor. Yüzlerin gerdirilip kornişon turşusuna benzetildiği melekler şehrinin, çöle komşu köşesinde, eskiyle yeninin kesişim noktasına kariyerini konumlandırmayı başaranlar da oldu. Bunun en iyi örneği ise kuşkusuz Seth Rogen. Kafası dumanlı komedisiyle, erkek egemen bir bakış açısını arkasına alarak milyonları güldürdükten sonra, sektörde deprem etkisi yaratan dönüşümle birlikte yeni bir yöne evrildi. Birlikte sayısız projeye imza attığı yakın arkadaşı hakkındaki iddiaları görmezden gelmeyip tüm bağlarını kopararak başladı bu değişim. Ardından büyük yönetmenlerin filmlerinde dramatik ağırlığı olan rollerde yer aldı. Şimdi ise Hollywood’un tezatlarla dolu hâline, en güncel, en komik, kurgusu delifişek, mizahı tehlikeli ve kaosu ciğerlerine çekmiş bir hicivle yanıt veriyor: The Studio.
Laboratuvar ortamında, benim ve benim gibi film budalaları için özel olarak üretildiğine inandığım bu yapım, sanat ile ticaretin kesiştiği noktadan, Hollywood’un tam bağrından sesleniyor bize. Kim bilir hangi dünya markası stüdyolardan ilhamla yazılmış Continental’ın başkanı Griffin Mill (Bryan Cranston), parayı değil sanatı önceliklendirdiği için eski başkan Patty Leigh’yi (Catherine O’Hara) görevden alıyor ve yerine, kontrol etmesi daha kolay, stüdyonun çıkarlarına hizmet edeceğini bildiği yeni bir yönetici olan Matt Remick’i (Seth Rogen) getiriyor. Son iki bölümü dışında herhangi bir kronolojik devamlılığa bağlı kalmayan ve aralara tarihlerde büyük atlamalar serpiştiren The Studio, her bölümde Matt ile birbirinden renkli karakterlere sahip ekibinin Hollywood’a has zorluklarla mücadelesini anlatıyor. Bazen berbat olacağı daha baştan belli bir Kool-Aid filmi için Martin Scorsese’nin Jonestown katliamı hakkındaki senaryosunu satın alıp büyük ustanın hayallerini çöpe atmak gerekiyor, bazen egoları tatmin etmek üzere Sarah Polley’nin setini basmak, bazen de Zoë Kravitz’i Altın Küre kazanırsa ismen teşekkür alabilmek için ikna etmek. Sinemanın popüler kültür üzerindeki etkisine az çok hâkim olanlar için adeta bir altın madeni, bütün absürtlüklerinde gerçeklik payı bulunan, çok iyi yönetilmiş bir kakafoni kısacası The Studio.
Hollywood’da kasıtlı olarak alınmış doğru kararların pek de olmadığına, üretim süreçlerinin ya tesadüfen doğruya ulaşan ya da tamamen yanlış tercihlerle şekillendiğine dikkat çeken dizi, mizahını da tam buradan besliyor. Büyük egoların ve asla doyurulamayan onaylanma ihtiyacının yön verdiği, sözde güçlü, özde kırılgan yetişkinlerin yarattığı çıkmazlara kapılıp gidiyoruz. Bu yıl izlediğimiz The Franchise ile benzer bir damardan besleniyor olsa da The Studio’yu ayrıştıran en büyük fark, her şeyle dalga geçme potansiyelini elinde tutarken yedinci sanata duyduğu aşkı asla unutmaması. Rogen ve kadim dostu Evan Goldberg’in, sinemaya duydukları karşılıksız sevdayla klavyenin başına oturdukları her hâllerinden belli. Elbette yıllar boyunca kapalı kapılar ardında yaşananlara doğrudan tanıklık etmiş olmanın, sektörün kalbine en yakından bakabilmenin getirdiği deneyim de metne fazlasıyla yansımış. Stüdyo merkezli bu ekosistemin, özveri ve imtiyaza dayalı bir çarkla döndüğünden muzdarip herkesin – ister set işçisi, ister dümdüz salon izleyicisi olsun – bu diziden öğreneceği çok şey var.
Bizi CinemaCon’un perde arkasından Charlize Theron’un seçkin davetine kadar, kolay kolay erişemeyeceğimiz habitatlara davet eden The Studio’nun olağanüstü ilk sezonuna düzülecek methiyelerin haddi hesabı yok. Seth Rogen’ın canlandırdığı Matt Remick’in ekibi olarak izlediğimiz Ike Barinholtz, Chase Sui Wonders ve Kathryn Hahn, materyalin gerektirdiği abartılı performanslarıyla ekranı iyice renklendiriyor. Dizinin başında ve sonunda bizlere eşlik eden Catherine O’Hara’nın bu rolü kabul etmiş olması ise başlı başına bir lütuf. Ancak asıl zenginlik, ana kadroyu gölgede bırakacak düzeydeki konuk oyuncular ve cameo’larla bir görünüp bir kaybolan yıldızlarda. Bryan Cranston ve Zoë Kravitz, Emmy yolcusu performanslarla sezona görkemli bir kapanış yaparken, Scorsese başta olmak üzere Ron Howard, Sarah Polley, Olivia Wilde, Anthony Mackie, Greta Lee, Ted Sarandos ve daha niceleri, kendilerinin Hollywood’a daha da yakışan narsist versiyonlarını canlandırarak parlıyor. Rogen’ın dizisi tamamen kurmaca karakterlerle de işlerdi belki; ama saçmalıklar tufanını bu denli inandırıcı ve keyifli kılan şey, projede yer almayı kabul eden gerçek sinemacıların o tatlı taşlamaları olmuş.
Antonio Sanchez’in kulağımızı bir an olsun yalnız bırakmayan caz besteleri, The Studio’nun bugünün Hollywood’unu eskiye öykünerek anlatma gayretini pekiştiriyor. Dizinin bu doğrultuda net görsel tercihleri de var: Bugüne ait hissettirmeyen bir renk paleti, fluluk ve dinamik kamera hareketlerinden oluşan dilinden tutun, Griffin Mill’i âdeta Hollywood’un en mizojinist döneminden kalma bir stüdyo patronu gibi giydirmesine kadar her detayda bir kasıtlılık mevcut. Yozlaşmış bu ekosistemin geçmişten bugüne kaç kalp kırdığını ve nasıl bir acımasızlıkla işlediğini, zamansız bir manzarayı vitrine koyarak yansıtıyor. Yaşananların dünü andıran odalarda ama bugün vuku bulduğunu hatırlatmayı da ihmal etmiyor.
The Studio, yaratıcı, yenilikçi ve epey de zeki bir iş. Daha iyisi yapılacaksa da bunun yine Rogen ve Goldberg ikilisinden çıkacağına inancım tam. Tek üzüntüm, dizinin Apple TV+’ta olması. Türkiye’ye bir türlü giriş yapmayan bu platform, sanki herhangi bir projesine reklam yapmamaya ant içmiş gibi. Kitaplıklarına ekledikleri her işin kendi seyircisini bulacağına dair garip bir inançları var. Bu nedenle okyanusun bu tarafında, Emmy’deki büyük rakipleri The Bear ve Hacks’in yarısı kadar bile konuşulmamaları ya da izlenmemeleri canımı sıkmıyor değil. Ancak içeriden bildiren projelere sektörün zaafı malum. The Studio’nun alacağı yığınla Emmy adaylığının bu makûs talihi değiştireceğine inanıyorum. Umarım seneye bu zamanlar, Rogen’ın yalnızca bir televizyon klasiği değil, sinemaya dair en şatafatlı ve etkileyici hicivlerden birini yarattığını da konuşuyor oluruz.