Eleştiri
Hayaller – Dreams: Oslo Hikâyeleri’nin Finali

HAYALLER – DREAMS (Drømmer) | Yönetmen & Senaryo: Dag Johan Haugerud | Oyuncular: Ella Øverbye, Selome Emnetu, Ane Dahl Torp, Anne Marit Jacobsen, Andrine Sæther | Norveç | 110′ | Drama, Komedi, Romantik
74. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde prömiyer yapan Sex ve 81. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde ilk gösterimini yapan Love’ın ardından, Norveçli yönetmen Dag Johan Haugerud’un üçlemesi bu yılın başında 75. Berlin’de Altın Ayı alan Dreams ile tamamlandı. Kuzey Avrupa sinemasının ayrıcalıklı dertleri arasında, duygusal zekâya yaslanan ve insan olmaya dair egzersizler gerçekleştiriyor üçlemenin yönetmeni Haugerud. Çift olmanın, biriyle romantik ilişki kurmanın doğasında yer alan fiziksel ve manevi hislerin insanı nasıl dönüştürebileceğini sorguladığı Oslo Hikâyeleri üçlemesine öyle etkileyici bir kapanış yapıyor ki, bu serüvenin Altın Ayı gibi prestijli bir ödülle taçlanmasına sevinmemek imkânsız. Heteroseksüel bir evlilik içerisindeyken hemcinsiyle ilişkiyi aldatma saymayan ya da rüyalarında kendini karşı cinsten biri olarak hayal etmenin anlamlarına kafa yormayan karakterlerden sonra, bu kez aşkın ilkelliğine tanıklık ettiğimiz, iz bırakıcı yaşlara dönüyor. Lise öğrencisi Johanne, Fransızca öğretmenine duyduğu karşılıksız hisleri yazıya döker. Notları annesi ve anneannesinin eline geçtiğinde, onu bunları romanlaştırmaya cesaretlendirirler. Aşktan saplantıya, ilgiden uğraşa evrilen bu süreç, Johanne’in hayalperestliği sayesinde giderek herkesin hayatında daha büyük bir alan kaplamaya başlar.
Kendi ilk gönül maceralarımdan yola çıkarak, sırf kalabalığa karışmak için başkalarının sevdiklerini benim de sevmem gerekiyormuş gibi davrandığım yaşlarda, kâğıda dökmekten korktuğum hislerin bir yansımasını gördüm Dreams’de. Dünyanızın o küçük lise bahçesine sıkışıp kaldığı, sabah erken kalkmak için erkenden kapandığınız odanızda hayallere daldığınız ve yaşadığınız her şeyin büyüklüğüne inandığınız yaşları benzersiz bir gerçeklikle ifade ediyor Dag Johan Haugerud. “İlk aşk” diye bir şey hiç var olmasa bile, bu film o kavramı baştan icat edebilirdi. Hele ki yasak olduğunu idrak edemediğiniz bir meyveye el uzatarak açtıysanız gözlerinizi, kulağa sıradan gelen diyalogları anımsamak mümkün. Film, hikâyedeki yetişkinlerin dahi aklını bulandıran flu bir çizgiyle, kimi gerçek kimi hayal ifadelerin hangi hislerden beslendiğini sezdiriyor hemen. Neticede bu, çocukluğa ve ilk gençliğe dair bir çarpılmanın öyküsü. Evrenselliği, coğrafya tanımayan insan olma deneyiminden kaynaklanıyor.

Bir anlatıcının gördüklerimizi kelimesi kelimesine aktardığı, seyirciyi ya manipüle eden ya da aptal yerine koyan filmlere mesafeli dursam da Dreams’de bambaşka bir biçim söz konusu. Johanne’in yazdıklarını bize satır satır dinleterek edebî bir kimlik kazanıyor film. Aslında hepsi onun iç sesi; ama duygularını öyle güçlü ifade ediyor ki, ona kulak vermek hikâyeyi izleme arzumuzun önüne geçiyor. Sanatla ilgilenen ya da bu yolda profesyonelleşen karakterlerin olduğu filmlerde sık sık yaşanan “büyük sanatçıya ikna olamama” sıkıntısı da burada hiç yok. Tıpkı ailesinin ona tavsiye ettiği gibi, Johanne’in yazması gerektiği fikrini hemen kabulleniyoruz. Biz de filme, bir sonraki sayfayı açmak istercesine dikkat kesiliyoruz. Bu sadece olayların nasıl gelişeceğini merak etmek değil, kelimelerle kurduğu ilişkiye hayran kalmak ve seyircinin kendi ilk gençlik rüyalarına bağlayabileceği zenginlikte bir aşk lugatını benimsemek tamamen. Haugerud’un sinemacı kimliğinin yanı sıra iyi bir romancı olduğunu da bilmeyen varsa, bu filmden sonra öğrenmiş oluyor.
Üçleme olarak bakıldığında Sex ve Love, cinsiyet politikalarını çağdaş bir Avrupa ülkesinden süzen filmlerdi. Love’da seksin gerekliliği ve gündelik hayatımızdaki mevcudiyeti üzerine açılan kapı, Sex’te ise tek eşliliğin kısıtlayıcı normatifliğine karşı önerilen ilerici pratikler vardı. Her ikisinin de daha akademik bir alt kimliği bulunuyordu. Dreams ise rotasını bambaşka bir yere çeviriyor. Sex ve Love’ın günlük sohbetler içerisine serpiştirilmiş toplumsal eleştirileri, tek bir anlatıcıya bağlı kalan Dreams’te yerini daha yalın bir gözleme bırakıyor. Romantik ve aile ilişkilerindeki güç dinamiklerinden yola çıkarak, toplumsal kodların raf ömrünü, cinsel kimliğin sabit kabul edilmesi gerektiğine dair anlayışın demodeliğini ve kadın odaklı anlatısıyla kuşak farklılıklarını kimlik yordamıyla incelese de direksiyonu aşkın ilkelliğine kırıyor. Duyguların en saf hâline ev sahipliği yapan yaşları gözlemleyerek yapıyor bunu da.

Klişe sayılabilecek finalinde senaryo, yaş farkına bir noktadan sonra dikkat çekilen bu aşkı yaşayabilmiş olmanın ve daha da önemlisi, bunu ifade edebilmenin ayrıcalığını vurguluyor. Yazıyla gerçek arasındaki ayrımın da bir tezahürü bu aslında. Buradan yola çıkarak, benzer tartışmaların merkezinde yer alan Call Me by Your Name’i ve onun uyarlandığı metni bile gündeme getirmek mümkün. Kuzey Avrupalıların bu meselelere yaklaşırken yanlış bir cümle kurmamalarını sağlayan keskin bir mizahları var neyse ki. İstismar ihtimalini değerlendirirken bile, öfkeye kapılmadan, himaye edilen evlada özenme hâlini, aynı mesleği paylaşmaktan doğan tutkuyu ekleyerek kıvırıyor Dreams. Sonuçta neresinden bakarsanız bakın zekice tasarlanmış bir hikâye kurgusu bu. Haugerud’un kaleminin gücünü kıskanmamak neredeyse imkânsız.

Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.