Takip et

But Perşembe

But Perşembe: Six Feet Under’a Giriş 101

tarihinde yayınlandı.

Oscar Boy’un sadık okuyucusu hatırlayacaktır diye umuyorum; pandeminin hepimizi eve tıktığı, mental sağlığımızın ne olduğunu anlamakta zorlandığımız o dönemde en üretken yıllarımı yaşamıştım. Kendime yeni uğraşlar ararken de pek sevdiğim Perşembe günlerine bir misyon yükleyip, kuir varoluşumun yapıtaşlarından Russell Tovey’in başrolünde olduğu Looking’i yeniden izleyerek yorumlamıştım burada. İnanır mısınız, o But Perşembe yazı serisi okundu mu ya da bir karşılık buldu mu, hiç hatırlamıyorum. Aradan geçen neredeyse beş yılda pandemi etkisiyle odaklanma sorunlarımız zirve yaptı, artık bir yazıyı baştan sona okumak yerine sonsuz video kaydırmalara teslim olmayı tercih ediyoruz. Hatta utanmasak haberimizi bile yalnızca TikTok ve Instagram’dan alacağız, ki bazılarımız şimdiden edindi bu alışkanlığı. Ama hem 35’imde yeniden filizlenen yazma, yaşama ve sevme hevesim, hem de müthiş bir Oscar Boy sezonu yaşatma arzumla, Six Feet Under konuşmak üzere oturuyorum klavyenin başına. Duyduk duymadık demeyin ahali: But Perşembeler geri döndü!

But Perşembe aslında kişisel yolculuğumda iz bırakmış işleri ağırlamak için düşündüğüm bir köşeydi. Araya beş yıl girince köşe demek ne kadar doğru, ondan da emin değilim gerçi. İlk aklımda, Adam Brody’i hayatıma sokan The O.C. vardı. Fakat Oscar Boy’un Instagram hesabında yaptığım ankette Six Feet Under öyle büyük bir destek gördü ki rotayı değiştirmeden edemedim. Televizyonun kimliğini bütünüyle dönüştüren, “prestij drama” kavramını endüstrinin lugatına kazandıran bu diziyi daha önce hiç izlememem, bu macerayı daha da özel kılıyor. Geçmişte hissettirdikleriyle bugünü kıyaslamak yerine, 2000’lerin başında küçük ekranın dev büyüsüne ışınlanıp gördüklerimi yorumlamaya çalışacağım. Alan Ball’un American Beauty (1999) ile Oscar kazandıktan hemen sonra HBO’nun sunduğu özgürlük ortamında yarattığı, 2001–2005 arasında beş sezon ve 63 bölüm yayımlanan, finaliyle hâlâ tüm zamanların en iyileri arasında anılan Six Feet Under’a yönelme fikrini hızlıca sahiplendim yani. Hem yazıyla olan ilişkimi tazelemek, pratiklerimi sıfırlamak için eşsiz bir imkân, hem de elimin değmediği sayılı televizyon klasiklerinden birine sonunda kavuşmak için kaçırılmayacak bir fırsat diyerek buradayım.

Her şeyin bir doğru zamanı var sanki, sevgili okuyucu. Ölümle, aileyle, kayıpla ve yasla böylesine yakından ilgilenen bir yapımı yirmilerimin ateşiyle izlesem, bugünkü kadar derinden etkiler miydi emin değilim. Aile büyüklerini kaybetmenin ötesinde artık kendi ölümüm, sona yaklaştığımda yanımda kimlerin olacağı üzerine düşündüğüm, yolun yarısını geçtiğim bir yaşta bu diziye oturmak tam zamanında oldu. Üstelik HBO Max’ın Türkiye’ye girişi, pek çok klasiğini yüksek çözünürlükte ve enfes bir arayüzle erişime açması bu “zamanlı” hissi daha da güçlendirdi. Dolayısıyla kişisel bir hafıza çalışması olarak yaklaştığım bu recap serisinin, denk gelişleriyle bana iyi hissettirdiğini de not düşmeliyim.

Meseleye girmeden önce şu soruya da cevap vermem gerek: Neden Perşembe? Cevabı basit; çocukluğumdan beri en sevdiğim gün. Küçükken hoşlandığım dersler hep Perşembe gününe denk gelirdi. Büyüdüm, bağımlısı olduğum dizilerin cnbc-e’de yayınlandığı gün oldu. Üniversite çağlarında Aşk-ı Memnu sponsorluğunda işlev gördü. Daha sonra da yalnızca varlığıyla kendimi tanımama, fark etmeme yardımcı olan eski yakın arkadaşım/ilk büyük aşkımı görmeye alıştığım gün hâline geldi. Şimdi de en “but” haliyle Six Feet Under tekrarlarına ev sahipliği yapacak canım Perşembe. Hadi bakalım, Thomas Newman’ın eşsiz jenerik müziğiyle açılışı yapalım artık.

Pilot Bölüm: Ölüm Kapıyı Çalıyor

Dizinin açılışı gerçekten ikonik. Hatırlayalım: 2000 yılının Noel arifesinde Nathaniel Fisher Sr. (Richard Jenkins), yepyeni cenaze arabasını kullanırken sigarasını yakmaya çalışıyor. Dikkati dağılınca ışıkları kaçırıyor ve bir otobüsün çarpmasıyla hayatını kaybediyor. Bu sahne zamanla her jenerik öncesi Six Feet Under evreninin klasiğine dönüşen bir tekrarın da öncülü. Ölümün gündelikliği, sıradanlığı, rastlantısallığı… Cenaze evi işleten Fisher ailesi için her bölümde başka bir ölüm kapıyı çalacak. İlk bölümdeyse bu kişi, ne yazık ki kendi babaları. Kapalı tencerede kaynayan ve içinde et mi yoksa dert mi piştiği belli olmayan her aile gibi, bu kayıp da farklı yaraları kanatıyor eşinde ve çocuklarında. Ölümün “iş” olmaktan çıkıp tüm hayatlarına sızdığı ilk vaka belki de.

Ama bir itirafım var: Nathaniel Sr.’ın ölümüyle açılan bu bölüm, bende erkenden bir endişe yarattı. Acaba ileride esas kadrodan birini de böyle ansızın kaybettiğimiz bir bölüm olacak mı? Lütfen sürpriz bozanları kendinize saklayın, aman diyeyim! O unutulmaz olduğu söylenen finale dair tek bir detayı bile öğrenmemeyi başardım, böyle devam etmek istiyorum.

Nathaniel Sr.’ın ölümü doğal olarak bir tetikleyici. Ailenin tüm dinamikleri ve sırları bir anda yüzeye çıkmaya başlıyor. Tatil için Seattle’dan gelen büyük oğul Nate (Peter Krause), havaalanında tanıştığı vedaha ilk andan ileride başımıza bela olacağı belli olan Brenda (Rachel Griffiths) ile seks yaptıktan hemen sonra babasının ölüm haberini alıp eve dönüyor. Üç kardeşin en özgür ruhlusu o. Belli ki bir şeylere kızıp darılıp uzaklara kaçmış. Ortanca David (Michael C. Hall) ise işin tüm sorumluluğunu yüklenmiş, babasına cenaze evinde hep destek olmuş ama bu sırada kendi kimliğini ve arzularını bastırmış bir lubunya. Ailenin küçüğü Claire (Lauren Ambrose) ise ergenliğin isyankâr enerjisiyle bütün enerjimi emdi açıkçası. Hata yapa yapa, pişman ola ola burnu sürtünecek o bacaksız tip tam. Tabii siz tüm bunları bir kenara bırakın; çünkü burada televizyon tarihinin en iyi yazılmış, en kompleks kadın karakteri var: Evin annesi, Ruth.

Balenciaga diye kulağıma çığlık atmasını her şeyden çok istediğim Frances Conroy’un, ondan başkasına asla yaraşmayacak Ruth yorumu daha ilk andan ekrandan taşıp gelen bir büyüye sahip. Aynı sahnede hem kurban hem zalim, hem güçsüz hem manipülatif. Kocasının ölümünün ardından gizli ilişkisini bizzat kendi eliyle açığa çıkarışında bile bambaşka bir hesaplılık var. Klasik “acılı dul” stereotipinin çok ötesinde, tam anlamıyla bir deli. İzlerken bir yandan desteklemek, bir yandan da omuzlarından tutup silkelemek geliyor insanın içinden. Ama işin kötüsü bu da boşuna; çünkü Ruth’un güzelliği bu ikiliğinden geliyor. Düşük bir noktadan taktığı tokayla, aşırı özenli olmadan steril kalmayı başaran saçları arada elektriklenip dışarı taşıyor ya, her bir teliyle karakterinin parçalanmış iç dünyasına da erişiyoruz adeta. Neyse, çok konuşacağım zaten Ruth’u. Çocuklarıyla kurduğu ya da kurmaya çalıştığı o yakınlık biçimlerini, analığa ve kadınlığa performatif bir yerden tutunuşunu, hepsini daha çok açacağım ileride. Müthiş yazılmış bir karakter yahu, müthiş!

Dokuz bölümlük bir repo yaptığım için biraz ileriden konuşuyormuşum gibi algılanabilir ama merak etmeyin, frene bastım. Sizinle eş zamanlı ilerlemek, sonraki adımı bilmeden yazmak daha keyifli kılacak bu yolculuğu. Tekrar pilot bölüme dönersek… Alan Ball, Nathaniel Sr.’ı ölmüş olmasına rağmen hayalet bir figür olarak içeride tutuyor. Bu tercih, dramatik olarak aile üyelerinin vicdanlarını, bastırılmış öfkelerini ve pişmanlıklarını görünür kılarken aynı zamanda ölümle baş etmenin bir yöntemi gibi işliyor. Yalnızca sevdiklerini kaybedenler için değil; geçimini ceset yıkayıp paklayarak, tabut içinde pamukla, vazelinle adeta capcanlı portreler yaratarak sağlayan insanlar için de “yitme” kavramının nasıl bir karşılığı olduğunu işaret ediyor. Six Feet Under, ölüyü gömüp unutmak yerine anılarıyla, yarım kalmış cümleleriyle, bazen azar işiterek bazen akıl alarak, kimi zaman da kucağının sıcaklığını özleyerek gündelik akışa taşıyor. İnançlardan bağımsız, muzır bir cevap sunuyor, tabu olanı hayatın olağan bir parçasına dönüştürüyor.

Jeneriğini atlamaya hiç yeltenemediğim, Thomas Newman’ın ikonik bestesiyle daha açılıştan hipnotize eden Six Feet Under’ın pilot bölümünde beni en çok şaşırtan karakter David oldu. Kuir bir kimliği olduğundan haberim yoktu. Temsil meselesinin henüz gündeme bile alınmadığı bir dönemde güçlü bir katkı sunuyorlar bu başlığa. David’in sevgilisi Keith (Matthew St. Patrick), hem polis, hem de siyah ve eşcinsel bir karakter. İlk bölümden itibaren, Nate ile birlikte (Umarım bu lafımı geri almak zorunda kalmam.) ayakları yere en sağlam basan kişi gibi görünüyor. Ayrıca bu çift üzerinden Fisher ailesinin evlatlarına miras bıraktığı duyguları bastırma, kendini görmezden gelme kültürü de çok iyi işleniyor. Yok mu kontrolcü annesi ve suskunluğunun gizeminden yıldığı babası olanlar aranızda? Hadi travmalarımızı birleştirelim. Bakalım kimin kafası daha sıyrık…

Ölümün aniliğine, başkalarından trilyonlarca kez alıştırma yapmış bir ailenin bile hazırlıksız yakalanışını çok güzel kapatıyor Alan Ball. O cenazedeki sterilliği elinin tersiyle iten Nate, hayaletiyle kendi cenazesine musallat olan Nathaniel Sr., ağlama krizleri kaybına değil de besbelli “günahları” için olan Ruth ve boğaza yumru hediyeli, karşı karşıya kaldırımlarda vedalaşmalı bir kapanış. Çift dikiş yaptığım pilot bölümü de, henüz içinden ne çıkacağını bilmediğim çok övülmüş final bölümü gibi konuşulmaya değer sanki. Brenda’nın tam da 2000’lerin başına yaraşan o “çılgın” halleri ve Federico’nun (Freddy Rodriguez) zevzekliğini bir kenara ayırırsak seyircisini içine vakum gibi çeken dört dörtlük bir başlangıç yapıyoruz.

İkinci Bölüm: Vasiyet

İlk bölümün açtığı bütün çatlakları Nathaniel Sr.’ın vasiyetinin okunduğu ikinci bölümde genişleten dizi, bu bir saatlik “mola”da karakterlerini geliştirmeye emek harcıyor. Fisher ailesinin geleceğinin nasıl şekilleneceğini öğreniyoruz: Nathaniel parasını ve hisselerini kızına bırakmış, ama ya üniversiteye gitmesi ya da gitmezse 25 yaşını beklemesi şartıyla. Fisher & Sons cenaze evini ise oğullarına yarı yarıya bölüştürmüş. Bunun yaratacağı gerilimi tahmin etmek zor değil. Emeğinin karşılığını göreceğini sanan David ile babasının cömertliğini kavramakta zorlanan Nate’in bu karara alışması zaman alıyor. Neyse ki iki gözümün çiçeği Ruth, artık bu işlere karışmama kararı alıyor da, Nate bir sorumluluk hissiyle biraz daha dahil oluyor. Böylece başka sorunlara kafa yormaya başlıyoruz.

David’in mükemmeliyetçi, kontrol manyağı tavrı ile Nate’in kalender hayat felsefesi arasındaki tezatın uzun vadede başımıza neler açacağını gösteren bir örnek barındırıyor bu bölüm. David için cenazeler, ticari karşılığı olan bir sanat. Nate içinse isteksizce kabullendiği, hem maddi hem de manevi bir hayatta kalma pratiği. Ama arabada unutulan, kokuşmuş bir cesetle yaptığı hatanın ardından parası tabuta yetmeyen merhum yakınını idare etme biçimiyle umut da vaat ediyor Nate. Burada birkaç dış etken de var gerçi. Fisher & Sons’ın büyük bir cenaze evi franchise’ı (?) tarafından alt edilme ihtimalinin onu hırslandırdığı da kesin.

Bir parantez açarak, bu Nate – David çatışması üzerinden Amerikan kapitalizminin ölümü bile nasıl bir meta hâline getirdiğini de gösteriyor diyebiliriz galiba. Fisher ailesi, ölümden bir yaşam sağlayabilme paradoksuyla ayakta duruyor. Farkında olmadan hepimiz zaten hayatlarımızı ölümün gölgesine kuruyoruz. Korkularımızı, yaşam biçimlerimizi şekillendiren şey bu. Ama Fisherlar çok daha çetrefilli bir yerden tutunuyor ölüme, bir performans alanı, bir ekmek kapısı, bir baba mesleği olarak.

Benim bu renk cümbüşünde derdimizi katlamasına üzüldüğüm tek karakter Claire. Tipik ergen dramalarıyla öyle çok kurcalıyor ki bağlamı. Babasının ölümünü uyuşturucu etkisindeyken öğrenmesinin ardından bu bölüm de yine dumana boğup dindirmeye çalışıyor içindeki fırtınayı. Alan Ball, Claire’in farkını da yalnızca aile mesleği üzerinden yaratmış. Yaşıtları hayatlarının başıyla sonu arasındaki doğruda hangi yöne sapacaklarını umursamazken, çıkış kapısının nereye açıldığını bilen Claire aslında daha büyük bir pencereden bakabiliyor. Ama bu potansiyele rağmen hâlâ bu kadar aptalca davranmasını, gençliğinin dışında bir sebebe bağlamasını istiyorum dizinin. Umuyorum o gün de gelir…

Bir havaalanı macerası olarak Nate’in hayatına sızan Brenda’nın öyküsü de bu bölümde katman kazanmaya başlıyor. Erken 2000’lerin kodlarıyla yazılmış bir karakter tabii Brenda; bugünden bakınca o dönemin “çılgın kadın” kalıbının tüm özelliklerini taşıyor. Dolayısıyla sosyopatik eğilimlerini görmek çok da zor değil. Yanılıyorsam siz dürtersiniz. Ama yani… Taptaze travmalarıyla yüzleştirmek için oğlanları babalarını öldüren otobüse bindirmesini başka nasıl açıklarız? Hanımefendi!

Uzun soluklu hikâye anlatıcılığındaki ustalığının ilk ipuçlarını bu bölümde verdi Six Feet Under. Ruth’un sevdiceğiyle yaptığı yürüyüşteki ayılma hâli ya da David’in heteronormatif bir ihtimale sarılma fırsatını bulduğu ilk anda erkek arkadaşının davetini reddedip kapı önünde kalışı keyfime keyif katan detaylardan. Performans tarafında ise dizi, özellikle Michael C. Hall ve Frances Conroy’a alan açarak ilerliyor. Sinemanın büyülü dilini, tiyatronun karakter derinliğini ve edebiyatın tematik katmanlarını televizyona taşıyan bu prestijli standardını da biraz oyuncu kadrosunun kusursuz performanslarına yaslanarak kuruyor zaten.

Ya Sonra?

Nate’in rahat kılıkları, David’in üç parçalı takımları, Claire’in grunge tavrı, Ruth’un desenli pazenden elbiseleriyle gerçek bir milenyum nostaljisi Six Feet Under. Varoluşsal bir melankoliyle beslenen, hüzne bulanmış görsel dilinin de önemli parçaları bunlar. Tüm bu retro manzarada aile kavramını yeniden tanımlama çabası ise zamansız. Bir arada kalmalarını sağlayan şey yüzünden parçalanan bir aile fikrini işleyişindeki ustalıkta gıpta edilecek bir kalemin izi var. Yaşamla, aileyle, kimlikle ilgili çok katmanlı bir yapıt olacağını bu iki bölümden bile anlamak mümkün. Doğru seçim yapmışsınız Oscar Boy ahalisi. Ben But Perşembeler’in yeni evinden epey memnunum.

Haftaya postmodern yas anlatımızın üçüncü ve dördüncü bölümlerini konuşmak üzere buluşuruz. Babasının gölgesinden sıyrıldıktan sonra David’in bastırılmış kimliğinin nasıl şekilleneceğini, Nate’in yası başka bir toksik ilişkilenmeyle atlatma çabasını, Ruth’un yalnızlığının onu nasıl dönüştüreceğini ve Claire’in- [burada “Curb Your Enthusiasm” kapanış müziği girsin.]

 


Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Devamını oku
Yorum Yapın

Yorum yazın...

Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin