Eleştiri
Chuck’ın Hayatı – The Life of Chuck: Motivasyon Konuşmacısından Hayat Dersi

THE LIFE OF CHUCK (Chuck’ın Hayatı) | Yönetmen: Mike Flanagan | Oyuncular: Tom Hiddleston, Jacob Tremblay, Benjamin Pajak, Cody Flanagan, Chiwetel Ejiofor, Karen Gillan, Mark Hamill, Mia Sara, Nick Offerman, Carl Lumbly, Annalise Basso, Kate Siegel, Samantha Sloyan, Trinity Bliss, Matthew Lillard, Rahul Kohli, Heather Langenkamp, Violet McGraw, David Dastmalchian, Harvey Guillén | Senaryo: Mike Flanagan (uyarlama), Stephen King (roman) | ABD | 111′ | Drama, Fantastik, Bilimkurgu
Toronto Film Festivali’nin Oscar tahminlerinde katkıda bulunan Seyirci Ödülü, son on yılın dokuzunda En İyi Film dalına aday çıkardı. O tek istisna ise The Life of Chuck. 2024’teki festivalde gösterilen film, neredeyse önüne gelen her yabancı yapımı satın almaya ant içmiş gibi davranan ABD’li dağıtımcı Neon’un çatısı altına girdi. Ancak şirket filmi geçtiğimiz ödül sezonuna yetiştirmek yerine 2025’e ertelemeyi tercih etti. O zamandan beri tüm momentumu kaybolan The Life of Chuck, gişede çakıldı ve bırakın En İyi Film adaylığını, herhangi bir Oscar kategorisinde adı dahi anılmayacak kadar unutuldu. Oysa Emilia Pérez ve Anora gibi iki güçlü rakibini geride bırakarak TIFF Seyirci Ödülü’nü kazanmıştı. Bir Stephen King uyarlaması olan yapım, Mike Flanagan’ın Gerald’s Game ve Doctor Sleep’ten sonraki üçüncü King işi. Televizyon için çektiği dizilerde de benzer bir damara oynadığı için kariyerini bütünüyle King’in külliyatına adamış gibi görünüyor. Üstelik önümüzdeki yıl ondan yeni nesil bir Carrie uyarlaması daha izleyeceğiz.
The Life of Chuck üç parçalı, geriye doğru işleyen bir kronolojiye sahip. İlk bölümde, dünyanın sonu gelirken eski karısına ulaşmaya çalışan bir ortaokul öğretmenini izliyoruz. Chuck bu esnada, billboardlarda şahsına teşekkür mesajıyla beliren bir yüz olarak çıkıyor karşımıza. İnsanlığın sonuna eşlik eden bu afişler ne bize ne de hızla geride bıraktığımız karakterlere anlamlı geliyor. Ancak felaketin Chuck’la ilişkili olduğunu fark ettiğimiz noktada öykü biraz daha açılıyor. Beynindeki tümör nedeniyle vefat ettiğini öğrendiğimiz Chuck’ın hikâyesi, ikinci bölümde genişliyor. Üçüncü ve son kısımda ise Chuck’ın çocukluğu, anne babasını kaybettikten sonra büyükannesi ve büyükbabasıyla yaşamak zorunda kalışı anlatılıyor. Burada da filmin, “hayatı kutlama” kisvesi altında giderek safsataya kayan bir tona teslim olacağını açıkça anlıyoruz.

Edebiyat tarihinde en barışamadığım kalemlerden biri olan King’in erken dönem romanlarının uyarlamalarında, sürpriz ve tuhaflık üzerinden seyirciyi avcunda tutan, dönemi için özgün sayılabilecek yeni fikirler vardı. Fakat yaşlandıkça hayatın sırrına kafayı takıp iyice sinir bozucu, hatta yapmacık bir varoluş egzersizine girişti. 2020’de yayımlanan romanının uyarlamasına da aynı plastik his sinmiş durumda. İlk bölüm ve galiba beni içeride tutabilen tek kısım, dünyanın nasıl sona erdiğini çözmeye çalıştığımız için bir noktaya kadar ilgi çekici olabilmeyi başarıyor. Ama sonrası ne yazık ki, anlatıcıdan bir türlü kopamayan ve kötü yazılmış kişisel gelişim kitaplarının kamyon arkası yazılarını aratacak sığlıktaki cümleleriyle dolu. Hayat döngüsü, sevginin gücü ve insanı yeşerten tek şeyin umut olduğuna dair klişeler denizinde boğularak ilerliyoruz.
Sosyal medyada takipçi satın almış bir motivasyon konuşmacısının, para verip zorla izletmeye çalıştığı reklam kesiti tadında bayağı hayat derslerinin içinde yatan öylesine dev bir kendini önemseme hâli var ki anlatamam. Üstelik bunu, sonunda ayaklarımızı yerden kesecek bir hakikate erişeceğimiz ve ödüllendirileceğimiz iddiasıyla yapıyor. Manipülasyon kavramına yeni anlamlar yükleyen anlatıcı, bu süreçte filmle ya da niyet okumayla zerre ilgisi olmayan bir izleyicinin bile kolayca kavrayabileceği basitlikteki olay örgüsünü bağıra çağıra açıklayarak, üzerine bir de seyirciye aptal muamelesi yapıyor. Ölüme karşı koyma hikâyesi sanılmasın. Burada olanı kabul etmek, her türlü sona soğukkanlılıkla yaklaşmak üzerine kurulu bir anlatı var. Chuck, mizahı da derdi de kupkuru biçimde, bu trajedileri yumuşatarak göğüsleyen bir figür. Ama tüm bu hengâmede film karakterini gerçekten tanıtmayı başarıyor mu, işte orası büyük bir muamma.

Yaşadığımız gerçekliği sorgulayan filmler izlemeyi sevmiyor değilim. Böylesine büyük bir evrende yalnız olduğumuzu sanmamak gerektiği gibi, bunca işaret varken kaderlerimizin tekil olduğuna inanmak da düpedüz aptallık bence. Ne var ki The Life of Chuck, doğası gereği ilgi çekici görünen bir fikirden tek bir yeni düşünce bile çıkaramıyor. Cevapları da, meseleyi ele alış biçimi de, metafiziğe yönelme çabası da ham kalıyor. Daha kötüsü, hangi ışıkta durursa dursun kameranın ilgisini çekebilen Tom Hiddleston gibi bir aktöre sahip olmasına rağmen ona alan açmayı da beceremiyor. Yasa, ölüme ve hak edilmemiş acılara gösterişli bir dans koreografisiyle cevap veren, kafamızı ütüleyen anlatıcısına rağmen kayda değer bir şey söylemesi gerektiğinde ancak homurdanabilen bir film bu. The Life of Chuck, keşke King’in son on yılda yazdığı romanları gibi, bırakın sinema perdesini, kitap formunda bile gün yüzü görmeseymiş. TIFF Seyirci Ödülü’nün en talihsiz kazananı olarak tarihe geçecek.

Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.