Dizi Eleştirisi
Boots (1. Sezon): Lubunya Askerde

BOOTS | Yaratıcı: Andy Parker (uyarlama), Greg Cope White (anı) | Oyuncular: Miles Heizer, Max Parker, Vera Farmiga, Liam Oh, Cedrick Cooper, Ana Ayora, Angus O’Brien, Dominic Goodman, Kieron Moore, Nicholas Logan, Blake Burt, Rico Paris, Zach Roerig, Beau Mirchoff, Brandon Tyler Moore, Johnathan Nieves | 40~50′ | Netflix
Doksanlı yıllarda, gayleri kabul etmeyen orduya sırf evden uzaklaşabilmek ve en yakın arkadaşıyla daha fazla vakit geçirebilmek için katılan Greg Cope White’ın piyadelik eğitimi sırasında acemi birliğinde yaşadıklarını anlattığı 2015 tarihli anı kitabı The Pink Marine’den uyarlandı Boots. Henüz dünyaya açılmamış ama en azından kendinin farkında olan 18 yaşındaki Cope’u, otuzlarındaki Miles Heizer canlandırıyor dizide. Cope, varoluşunun önemli bir parçasını makul görmeyen bir ortamda beklenmedik arkadaşlıklar kurarak, celladının hayatla başa çıkma biçimine kendini kaptırarak ve sayısız parkurda canını dişine takarak büyüyor, bir yandan da kendi gücüyle tanışıyor. Toksik maskülinitenin kol gezdiği, fazlasıyla homofobik bir ortama giren ve kurtulmaya çalıştıkça oraya daha da bağlanan askerimizin öyküsü, bugüne de epey zamanlı biçimde temas ediyor. Turuncu şaklaban Amerikan ekonomisine ve her türlü politikasına kalıcı hasarlar verirken, “özgürlükler ülkesi”nde eşitliği de delik deşik eden kararlar almaya devam ediyor malum. Son numaralarından biri de, silahlı kuvvetlerde görev yapan kadınların, LGBTİ+’ların ve beyaz olmayanların haklarını gözeten, doksanlarda yürürlüğe girmiş bir yasanın yeniden gözden geçirilmesini emretmek olmuştu. Dolayısıyla Boots‘u bir “dönem dizisi” olarak ele almamıza engel koşulları düşünerek farklı bir gözle izlemek de mümkün.
İzleme alışkanlıklarımızı ve televizyonun üretim modelini kökten değiştiren Netflix’in devrimi başlattığı dizilerden Orange Is the New Black’le aynı formülü kullanıyor denebilir Boots için. Bu kez kadınlar değil erkekler, bir hapishane değil askeri eğitim birliği var merkezde. Ama belli bir hormonun ağırlıkta olduğu bir ortamda, komün hayatın gerektirdiği don paça manzaraları, sefilliğin ortasında toplu duşlardan sağabildiği cinsel tansiyon ve elbette iyisiyle kötüsü, merhametlisiyle acımasızı, hesaplısıyla düz yolcusu derken yöneticileriyle de öncülüne benzer bir skala kuruyor Boots. Merkezinde, yönelimi hakkında gelgitleri olan ama tabii daha net bir fikre sahip bir karakter var üstelik. Arada içindeki “daha gay” sese de kulak veren Cope’un arkadaşlarının neden burada olduklarına, geçmişlerindeki hangi kararların ya da aile yapılarının onları buraya sürüklediğine de tıpkı Orange Is the New Black gibi değiniyor Boots. Peki sunduğu ABD panoraması onunki kadar güçlü ve çeşitli mi? Asla.

Öfke kontrolü eğitimi alması gereken çavuşları ve hayvani içgüdülerine asla ket vuramayan et yığını acemileriyle Boots, izlediğimiz bütün askeriye anlatılarının izlerini taşıyor elbette. Yine de kalabalıktan ayrılmasını sağlayan birkaç detay var. Eşcinselliğe dair mesnetsiz önyargılarını, oradaki birbirinden akılsız erkekler tarafından fark edilmeyen fazlasıyla homoerotik ortamla yan yana kouyor mesela. Bununla birlikte, heteroseksüel bir oğlanla kurduğu derin kardeşlik ve arkadaşlık bağının da hikâyeye yön verdiğini görüyoruz. Cope, “en yakın arkadaşına âşık olan gay” klişelerine hiç dahil olmuyor. Aksine hem o hem de onu öz ailesinden daha iyi tanıyan, seven ve dinleyen Ray (Liam Oh), bu hayatta kalma savaşında birbirlerine büyük destek veriyorlar. Hatta Cope’un karşısına çıkan ilk eşcinsel erkekle bir gönül eğlencesi yaşaması için Ray’in onu teşvik ettiğini, başarısızlığa tahammül edemeyen Ray düştüğünde ise Cope’un onu ayağa kaldırmak için her türlü numaraya başvurduğunu izliyoruz. Burada, örneklerine pek rastlamadığımız türden bir bromance manzarası var. Neredeyse doksanlara ait olmadığını iddia edebileceğimiz kadar masalsı bir bağ bu. Ama dizi doğrudan bir anı kitabından uyarlandığı için gerçekliğine itiraz hakkımız da sınırlı tabii.
Amerikan televizyonlarına All in the Family, One Day at a Time ve The Jeffersons gibi klasikler armağan eden, yetmişlerde yaptığı sitcom’larla televizyon aracılığıyla halkı dönüştürüp zihinlerini açmış Norman Lear’ın Boots’un yapımcıları arasında yer alması çok önemli bir detay. Sosyo-politik meseleleri insanların salonlarına taşıyarak eşi benzeri bulunmayan bir kariyer inşa eden efsanevi senarist ve yapımcıyı 2023 sonunda, 101 yaşındayken kaybettik. Ancak hayatının sonuna kadar üretmeye devam eden Lear, dünyanın ve ülkesinin gittiği yönü fark etmiş olmalı ki Boots’u uğruna mücadele etmeye değer bir proje olarak görmüş. Dizinin ilk yarısındaki tematik yoğunluk, Lear’ın bu hikâyeye neden ilgi duyduğunu anlamamıza yardımcı oluyor zaten. Ne var ki olası bir ikinci sezona hazırlık yapan finale doğru ilerledikçe Boots, erkekliği ve hayata karşı konan o sert tavrı fazla olumlayarak şirazesini kaybediyor. Belli ki kitabı yazan esas Cope, hayatla ve kimliğiyle bu şekilde baş etmiş. Ama dizinin, özellikle başladığı yer düşünüldüğünde, bu dünyaya böylesine hızlı teslim oluşu pek anlaşılır değil.

Ekranda belirdiği anda içinde hangi duyguları bastırdığını anladığımız Sullivan Çavuş’un, gününün üçte ikisini spor salonunda harcadığını belli eden fiziğiyle, en az onun kadar kaslı başka bir adamla yatakta uzandığı anları alıp bu erkek oğlu erkek ortama kuir bir dokunuş katması elbette hoş. Ama bu sahnelerin sayısı epey sınırlı. Ordunun fobik tutumunu eleştirme gayretine giren dizi, içerisinde bir eşcinsel olmasa bile fazlasıyla homoerotik manzaralara ev sahipliği yapan birlikte, “genel izleyici” tarafından rahat izlenebilme kaygısıyla çekingen davranıyor. Eşcinsel bir askerin bu ortamda ne aradığını anlamayan birinin fikrini dönüştürebilecek kadar güçlü olmak için belki de bunlar. Heteroseksüel erkeklerin sanki çok şahane varlıklarmış gibi, onlara “sarkacağımız” yönündeki aptal şüphelerine bir yenisini eklemek istemiyor belli ki.
Max Parker’dan Beau Mirchoff’a, pek yakışıklı beyefendilerin yer aldığı bu yapımın seyri oldukça kolay. Çok daha iyi tasarlanmış fikirlere ihtiyaç duysa da, yaşından büyük gösteren oyuncularına rağmen bunun henüz yirmisine bile girememiş erkeklerin ağırlıkta olduğu bir habitatta geçen bir büyüme hikâyesi olduğunu unutmamak gerekiyor. Kadrodaki ismi çoğumuzun tanıdığı tek oyuncu Vera Farmiga’nın, çok kötü yazılmış Cope’un annesi rolünü çıkardığımızda ise öyküden belki daha etkili bir sonuç elde edilebilirmiş. Baştan sona bir figüran, ana anlatıdan bağımsız dikkat dağıtıcı bir element gibi duran bu karakterin finalde diziye verdiği yön de epey can sıkıcı. “Ben yokmuşum gibi davranan kandaşlarımdansa, beni yok etmek isteyen devlet babama sığınırım.” demesek çok daha iyi olurdu sanki.

Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.