Eleştiri
Frankenstein: Görkemle Yaratılmış Bir Yalnızlık Masalı

FRANKENSTEIN | Yönetmen: Guillermo del Toro | Oyuncular: Oscar Isaac, Jacob Elordi, Mia Goth, Felix Kammerer, Lars Mikkelsen, Christoph Waltz, David Bradley, Charles Dance, Lauren Collins, Sofia Galasso, Ralph Ineson, Christian Convery | Senaryo: Guillermo del Toro (uyarlama), Mary Shelley (roman) | Meksika, ABD | 149′ | Drama, Fantastik, Korku
Yazıya Guillermo del Toro filmleriyle hiçbir zaman yıldızı barışmamış bir izleyici olduğumu söyleyerek başlamam, sanırım herkesin işini kolaylaştıracaktır. Kurduğu gösterişli setlerden güç alan görsel stilinin izinde ilerleyen kariyerine En İyi Film Oscar’ını dahi sığdıran Meksikalı yönetmen, artık tüm kreatif tercihlerini destekleyecek bütçelere ulaşmanın konforuyla Mary Shelley’nin efsane romanı için kolları sıvamış. Prömiyerini Venedik’te yapan Frankenstein, bugüne kadar yapılmış tüm uyarlamalardan daha görkemli, ana akım kodlarına en uyumlu ve hatta Del Toro standartlarında bile “ekstra” sayılabilecek kadar büyük bir film. Romandan farklı olarak Viktorya dönemi İngiltere’sine taşınan hikâye, genç yaşta annesini kaybeden Dr. Victor Frankenstein’ın (Oscar Isaac) ölüm olgusuna meydan okuma takıntısını merkezine alıyor. Bu saplantı, okulda düzenlediği ceset “şovuyla” dikkatini çektiği, kızı Victor’ın kardeşiyle nişanlı olan Herr Harlander’ın (Christoph Waltz) ilgisini uyandırır. Harlander’ın tamamen bencil sebeplerle destek verdiği bu ölüyü diriltme çabasından ise doktorun yaratığı (Jacob Elordi) doğar. Sonrası, Tanrıcılık oynamanın sonuçlarıyla yüzleşen bir yaratıcı ve tıpkı babasının Victor’a gösterdiği muameleyle eşdeğer gösterilebilecek bir şekilde terk edilmiş bir yaratığın hesaplaşmasına uzanıyor.
Mary Shelley’nin romanı kaleme alırken ilham aldığı John Milton destanı Kayıp Cennet’i hikâyesinin içine ustaca yerleştiren Del Toro’nun, kamera arkasına geçtiği ilk günden beri bu uyarlamaya hazırlandığını anlamak zor değil. Frankenstein külliyatına hâkim olmayan bir seyirci bile filmi izlediğinde, Pan’s Labyrinth’den Pinocchio’ya uzanan filmografisinde Del Toro’nun aslında her daim Mary Shelley’nin izinden gittiğini fark ediyor. Yönetmen, hem bir hikâye anlatıcısı hem de özgün dünyalar kurma konusunda usta bir vizyoner olarak, kendi sinemasıyla Frankenstein arasındaki bağı bu kez doğrudan, doktorla onun kadavradan yarattığı “çocuk” arasındaki ilişki üzerinden kuruyor. Bu nedenle romanın kötü ebeveynlik teması Del Toro’nun yorumunda bambaşka bir boyuta taşınıyor. Dünyaya gelmeyi kendisi seçmemiş evlatlara reva görülen hayal kırıklığı, Frankenstein’ın kalbinde yankılanıyor. Del Toro da âdeta kendi filmlerine iyi bir baba olduğunu kanıtlamak istercesine, bu kez yarattığı dünyanın her zerresine sıkı sıkıya hâkim olmayı seçiyor.
The Shape of Water’daki balık adamıyla Shelley’nin canavarına çoktan yaklaşmış olan Del Toro, melodramlara duyduğu derin bağlılığın istikrarı adına Jacob Elordi’ye teslim ettiği karaktere bambaşka bir ruh üflüyor. Elordi’nin ağır makyaj altında canlandırdığı yaratığın yüzünde ne çuvaldızla atılmış dikiş izleri var, ne de açıkta kalan yerlerini örtecek mantarlar. Onun yerine, okudukça olgunlaşan, Poor Things’in Bella Baxter’ını andıran bir “canavar”la karşı karşıyayız. Dolayısıyla burada merkezde Victor’un uçarılığı değil, Del Toro’nun ellerinde düpedüz bir istismar hikâyesine dönüşen baba-oğul dinamiği yer alıyor. Büyük bir mutlulukla yarattığı varlığa duyduğu ilgi, ondan beklediği performansı alamayınca hayal kırıklığına, oradan da bir tür tutsaklığa evriliyor. Film, bu ilişkinin farklı katmanlarını açığa çıkarma konusunda ısrarcı. Del Toro, evlat sahibi olurken sorumluluğu unutan, yarınları hiç düşünmeyen babaları dürtüyor sanki. Hatta dünyaya gösterdiği filmlerini yarı yolda bırakarak kendi yaratılarına ihanet eden yaratıcıları da bu serzenişin hedef tahtasına koyuyor olabilir.
Pratik efekt kullanma konusundaki ısrarlar neticesinde devasa setlerine zaman zaman garip biçimde tezat düşen manzaralara rastladığımız Frankenstein’ın en büyük silahı hiç kuşkusuz Jacob Elordi. İki metreyi aşan boyunun ve ürkütücü görünüşünün ardına sakladığı o çocuksu ruhu öyle ustalıkla taşıyor ki, karşısındaki hiçbir oyuncuya alan bırakmıyor. Film, Elordi’nin yalnız kaldığı anlarda asıl gücünü buluyor. Tabii bunda senaryonun da payı büyük. Seyircinin dışarıda kalmaması için Del Toro, Alexandre Desplat’nın artık tanıdık gelen melodilerinden koyu renklere bulanmış yalnızlaştırıcı paletine, bütün tuşlara basıyor. Madalyonun diğer yüzünde, kibrine tutsak olmuş doktoru canlandıran Oscar Isaac’in cetvelle çizilmiş, neredeyse mekanik performansı ise bu ağdalı melodramın aşırılığını bir nebze törpülüyor. Yine de her oyuncunun sanki bambaşka bir filmde oynuyormuş gibi hissettiren performansları, bütünün tonunu zaman zaman bulanıklaştırıyor.
Del Toro’nun, iki büyük oyuncağından yalnızca biriyle oynarken daha çok keyif aldığı çok belli. Elordi’nin canavarına karşı gösterdiği şefkati, bu fanteziyi destekleyen diğer hiçbir karaktere tanımıyor, ki bu da onun sinemasının değişmez refleksi zaten. En ideal koşullarda dahi durumlar değişmemiş, öyle ki finalde de oynamaktan en çok zevk aldığı canavarına merhametle yaklaşmış. Dünya yeterince zor bir yer değilmiş gibi, bir de sizi buraya getirenlerin yalnız bırakıp acılarınızı büyütmesi, Del Toro’nun müşfik varoluşunun en başındaki “dışarıdan olma” kimliğine bir vurgu taşıdığı için ayrıca değerli tabii. Ancak bu formülden daha ne kadar besleneceğini kestiremiyorum Del Toro’nun. Tanıdık duygulara sığınan göz kamaştırıcı setleri içerisinde zirveye koysam da Frankenstein’ı, bu melodramı fazla kaçmış gotik peri masallarından daha kaç tane izleyeceğiz?

Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.




















