The Little Hours

The Little Hours

Yönetmen: Jeff Baena | Oyuncular: Alison Brie, Dave Franco, Kate Micucci, Aubrey Plaza, John C. Reilly, Molly Shannon, Fred Armisen, Jon Gabrus, Jemima Kirke, Nick Offerman, Adam Pally, Paul Reiser, Lauren Weedman, Paul Weitz | Senaryo: Jeff Baena (uyarlama), Giovanni Boccaccio (hikâyeler) | 90 dakika | Komedi

Şimdilerde yönetmenlik yapan, eskinin salt senaristi Jeff Baena sinema tarihinin benim için gelmiş geçmiş en iyi komedilerinden I Heart Huckabees’i yazmış bir zat-ı muhterem. Rötarlı hareketlenen kariyerinde minik güldürülerle vakit öldürürken bu sene daha geniş çaplı, çuvaldızının ucu sivri ve sırf bu sebepten riskli sayılabilecek bir deliliğe soyunmuş, 14. yüzyılda manastırda yaşayan rahibelerle dini amaç değil araç olarak kullanan kelli felli bir komedi filmi üretimine girmiş. Modern hayata ayak uydurmuş, sorgulamaktan ve deneyimlemekten çekinmeyen kadınlarıyla zinanın, uyuşturucunun, küfürün, dedikodunun, şehvetin dibini görüyor The Little Hours. Sözde Boccaccio’nun Decameron’unun üçüncü gününde süregelen anlatının tek amacı koşullar farklı olsa da aradaki birkaç küsür yüzyıllık farkın sağır edici kabullenmişlik içerisinde isyan bayrağını çekerken, seçilecek yolların aynı olduğunu göstermek, bakın akan zaman hiçbir şeyi değiştirmiyor diyebilmek. Zaten bunu da bilhassa bir mizah unsuru olarak kullanıyor. Ettikleri iffet ve itaat yeminleri sebebiyle gördükleri her canlıya sürtünen rahibeler bazen fizikselden de öte psikolojik saldırıyla köreltmeye çalıştıkları azgınlıklarına bir çare arıyor. Geçtiği zamanla öyle bir kontrastı var ki Baena tarafından seçilmiş üslubun, bir noktadan sonra karakterler ağzını açmasa bile güldürecek bir nirvanaya ulaşıyor şirazesi kaymış manastır ahalisi. Çünkü kadın bakışlı açlığı, zalimlikle ahlaksızlık arasında gidip gelen bastırılmışlık patlaması fazlaca yürekli, kabaca erbezli. Erotizmiyle dönemin din adamlarının ikiyüzlülüğüne vurgu yapan Decameron misali kutsal diye çekingen davranılmamış hiç. Her sahne bir öncekini hafif kılacak kadar frensiz. Ve en önemlisi, çağımız komedilerinin aksine epizodik bir kurgudan muzdarip değil The Little Hours. Bu da tüm absürtlüğüne rağmen uzatılmış bir skeçi andıran hikâyeye ilgiyi ayakta tutuyor. Bir de bilhassa komedilerin ne tür temalara parmak basarsa bassın sanki daha aşağı bir türmüş muamelesi görmesinden, şakalar sulanınca meseleden çok uzaklaşılıyormuş gibi davranılmasından fena hâlde şikayetçiyim açıkçası. Bu asırlık tartışmanın sonu asla gelmeyecek. Ne sinemada, ne de televizyonda (gerçi altın çağ ile birlikte beyaz ekranın komedilere daha iyi davrandığını görüyoruz) her daim icrası daha kolaymış muamelesi gören bir tür oldu. Ve ne acıdır ki bu günahı bizzat işleyen de seyirci. Halbuki The Little Hours gibi ne örnekler var, bel altında seyrini devam ettirse de iğnesini herkese sokan. Bir de Aubrey Plaza’nın bağımsız sinemanın yeni Rosemarie DeWitt’i, Melanie Lynskey’si olabilme ihtimalini de tekrardan gündeme getirdiği için performansının ayrıca kıymetli olduğunu eklemem gerek. Parks and Recreation ile dünyamız giren Plaza her yeni bağımsız macerasında seti biraz daha yukarıya çekiyor. Bu sene içerisinde gelen Ingrid Goes West’i de hesaba kattığınızda 2017’nin kazananları arasında Plaza’nın adını anmak da çok yanlış olmaz diye düşünüyorum. Gözüm bundan böyle gelecek tüm performanslarının üzerinde olacak!
Fesat Mukayese: The Little Hours > Sister Act

Yazar Hakkında

1990 doğumlu. Kuir. İkizler. 2009'da ödül sezonu portalı Oscar Boy’u kurarak sinema yazarlığına başladı. 2014’ten beri O Podcast’in moderatörlüğünü yapıyor. 2023 yılında da SİYAD üyesi oldu.

Yorum yazın...