We Are Who We Are

We Are Who We Are

Yaratıcılar: Luca Guadagnino, Paolo Giordano, Francesca Manieri, Sean Conway | Oyuncular: Jack Dylan Grazer, Jordan Kristine Seamón, Chloë Sevigny, Alice Braga, Spencer Moore II, Scott Mescudi, Faith Alabi, Francesca Scorsese, Ben Taylor, Corey Knight, Tom Mercier | 60 dakika | HBO

Call Me by Your Name sevdamız için neredeyse adalet karşısında hesap vermemizi isteyenlere inat kişisel tarihimde bana kırdırdığı closet kapakları sebebiyle pek değerli bir yere konumlandırdığım bu yapım ve yönetmeni Luca Guadagnino sonsuz krediye sahip olacak nezdimde. Ancak Guadagnino da öyle bir hikâye anlatıcısı ki krediye ihtiyaç duymadan arka arkaya taşyapıtlar imal etmeye devam ediyor. Suspiria’yı cilalayıp servise sunarak sinema tarihine yeni bir zirve kazandırdıktan sonra soluğu HBO’da almış ve Euphoria ile yükselişe geçen Z kuşağı anlatılarına bir yenisini eklemiş. Yalnız Lucacığımız okyanusun diğer tarafındaki ana akımın alışılagelmiş gençlik ve büyüme hikâye kodarını kullanmak yerine yine Avrupa’ya konumluyor kamerasını. İtalya’da bir Amerikan askeri üssünde büyüyüp yeşermeye çalışan yeni yetmelerinin her birinde varoluşlarına dair bir öz mücadele mevcut. Kimi ailesiyle, kimi inançlarıyla, kimi kimliğiyle, kimi vücuduyla savaş veriyor. O yaşların mutlak sorgulamalarının resmi geçidinde de bilinçli ya da bilinçsiz birbirine eşlik ediyor kahramanlarımız. Tabii We Are Who We Are’u bu kadar değerli kılan tamamen barındırdığı kuir muhteva. Cis kuir deneyime Andre Aciman’ın romanını uyarlayarak LGBTQ+ sineması için dönüm noktası niteliğinde taptaze bir yorum getiren Guadagnino, bu sefer çok daha zorlu bir yerde ama yine aynı incelikle sağıyor öyküsünü. Etiketlere bağlı kalmaktan çekinmenin hak, keşfetmek ve kendini tanımak için zamanın en büyük ihtiyaç olduğunu hatırlatırcasına Fraser ve Harper (Caitlin) üzerinden içinden çıkılması imkansız gibi gözüken bir labirenti seyreyliyor özetle. Bir toyluk hezeyanıdır, daha ne dertler serpilecek önünüze bir bilseniz diye tükettiğimiz türe yeni bir kapı açıyor Guadagnino. Hem de o uzaktan bakınmayı, nereye giderse gitsin arkasına şehri kartpostal etmeyi, en kara kışta bile yaz hissiyatını enjekte etmeyi bildiği üslubuyla. Burada da ufak tefek itirazlarım yok değil tabii. Ana kahramanımızın annesi ile olan ilişkisinin bu dört başı mamur yapımda çok tek taraflı bir “ergen” isyanı gibi resmedilmesiyle sorunlar yaşadım. Bu noktada Jack Dylan Grazer’ın genç bir oyuncu olarak yaptığı seçimlerin de tesir ettiğini not düşmem gerek. Ancak bir sahne sonrasında Harper’ı ışığı göremediği dipsiz bir kuyudan elini uzatarak çıkartıyor, Jonathan’ı Fraser’ın görüş alanına sokarak unuttuğumuz heyecanları hatırlatıyor, yarınları düşünmeyen bir eğlence hâlinde bütün absürtlüklerden büyüme sancılarının özünü buluyor. O yüzden Blood Orange konseriyle kapattığı, senaryosu olmayan yarım yamalak finalini bile görmezden gelebiliyorum. Zaten kapanışa kadar daha önce temsilini görmediğimiz o kadar çok duygu, başkaldırı ve ikilemin nöbeti tutuluyor ki lâl kesiliyoruz. Ufak ufak değinilen Trump Amerikası’nın ayak seslerine, ataerkil ezberlerin ezip geçen toplumsal rollere ve en önemlisi Martin Scorsese’nin biricik kızı Francesca’ya da dikkat! Kanatlarını çırpıp uçana kadar acının insana kattığı değeri görmeye değer diyen herkese de önereyim, tam olsun.
MVP: Tom Mercier (Jonathan)

Yazar Hakkında

1990 doğumlu. Kuir. İkizler. 2009'da ödül sezonu portalı Oscar Boy’u kurarak sinema yazarlığına başladı. 2014’ten beri O Podcast’in moderatörlüğünü yapıyor. 2023 yılında da SİYAD üyesi oldu.

Yorum yazın...