Eleştiri
Günahkârlar – Sinners: Kanımızı Severler, Bizi Değil
SINNERS (Günahkârlar) | Yönetmen & Senaryo: Ryan Coogler | Oyuncular: Michael B. Jordan, Hailee Steinfeld, Miles Caton, Jack O’Connell, Wunmi Mosaku, Jayme Lawson, Omar Miller, Delroy Lindo, Peter Dreimanis, Lola Kirke, Li Jun Li, Saul Williams, Yao | ABD, Avustralya, Kanada | 137′ | Drama, Korku, Gerilim, Aksiyon
Coogler’ın fetiş oyuncusu Michael B. Jordan’ın başrolde ikiz kardeşleri canlandırdığı Sinners, yine siyah kültürüne ve tarihine derinlemesine eğiliyor. Ancak bu kez doğaüstü bir vampir anlatısıyla ve gotik korku türünün kodlarına sadık kalarak yapıyor bunu. Jim Crow yasalarının gölgesindeki 1930’lar Amerika’sında, Mississippi’de geçen hikâye, parçalanmış gitarı ve kanlı giysileriyle kilisedeki vaazı bölen Sammie (Miles Caton) ile açılıyor. Papaz olan babası tarafından müziği bırakması emredildikten sonra, film bizi bu sıra dışı ayinin tam 24 saat öncesine götürerek, yasaklarla kuşatılmış bir zamanda siyah olma deneyimini anlatmaya başlıyor. Bir yanda pamuk tarlalarında günlük kotasını doldurmaya çalışanlar, diğer yanda pusudaki Ku Klux Klan… Ama tüm bu karanlık arka plana rağmen, kulaklarımızdan eksik olmayan blues melodileri, atmosferi bütünüyle sarıyor. Hikâyenin merkezine ise, efsaneleri kendilerinden önce gelen Smokestack ikizlerinin, kendileri ve kendileri gibi olanlar için bir juke joint açma çabası yerleşiyor. Film, bu amaç etrafında örülerek şekilleniyor. Peki, “juke joint” tam olarak ne?
Türkçeye “yemekli danslı mola yeri” gibi uzun bir ifadeyle çevrilebilecek juke joint’ler, 19. yüzyıl sonlarında Amerikan Güneyi’nde ortaya çıkmış; siyah toplum için kısa sürede kritik önemde sosyal mekânlara dönüşmüş müzik ve eğlence alanlarıydı. Köleliğin ardından gelen dönemde, Jim Crow yasalarının dayattığı ayrımcılık yüzünden beyazlara ait işletmelerden dışlanan siyahlar için bu mekânlar, hem kültürel hem toplumsal bir sığınak işlevi görüyordu. Genellikle kırsal bölgelerde, demiryolu hatları boyunca ya da siyah nüfusun yoğun olduğu sanayi çevrelerinde kurulan juke joint’ler, çalışan sınıfın yorgunluğunu attığı, müzik dinlediği, dans edip sosyalleştiği demokratik alanlardı. Blues, ragtime ve sonrasında rock’n’roll gibi müzik türlerinin gelişiminde oynadıkları rol, bu yerlerin sadece eğlenceyle sınırlı kalmadığını da gösteriyor. Her şeyden önce, siyah kültürün özgürce yeşerdiği, kimliklerin baskı altında olmadığı nadir alanlardan biri bu ortak yaşam alanları. O yüzden juke joint’leri sadece eğlence mekânı olarak değil, baskıcı düzene karşı kültürel direnişin ve otantik siyah kimliğinin korunduğu mikro evrenler olarak düşünmek gerek.
Müziğin duyuların ötesine geçebilen gücünü, kimi zaman sihirli, kimi zaman şifalı, ama aynı zamanda kötülüğe de kapı aralayabilecek bir kuvvet olarak tanımlayan Sinners, kesişimsel kapsayıcılığını bilinçli bir tercih olarak kurguluyor. Film, yalnızca siyahları değil, göçmenleri de bu kapsama dahil ederken, beyazları büyük ölçüde bu çemberin dışında bırakıyor. Ancak ekran süresi az olsa da, ayrımcı ve baskıcı beyaz figürlerin zamansız ikiyüzlülüğü filmin tam merkezinde duruyor. Baş vampir Remmick’in (Miles Caton) kurbanlarını kana susamış gece yaratıklarına dönüştürmesi ya da Smokestack ikizlerine mekân sağlayıp sonrasında beyaz kukuletasını gururla takan mal sahibinin baskına katılması… Bu örnekler, Coogler’ın net biçimde çizdiği sınırın öte tarafındaki portreyi berraklaştırıyor. Yönetmen, sayısız ayrıntıyla bezediği anlatısında griye yer bırakmamak konusunda da son derece titiz.
Ludwig Göransson’un, her zamanki gibi benzersiz tınılarla bezediği müzikleri ve eşlik eden yenilenmiş klasik şarkılar da bu zengin atmosferin yapıtaşlarından biri. Coogler burada da imzasını atmaktan geri kalmıyor elbette. Tarihle bugünü birbirine bağlamak söz konusu olduğunda, müziğin eşsiz bir ifade biçimi olduğunun altını çizen büyüleyici bir sekans yerleştirmiş filmin tam ortasına. Otuzlardan günümüze uzanan siyah müzik tarihini, pistte kesintisiz akan tek bir parça gibi izliyoruz. Bu bölüm, yalnızca müzik tarihine değil, siyahların Amerika’daki varoluşuna dair çarpıcı bir yoruma da alan açıyor. Dans figürleriyle birlikte, siyahların uzun zamandır bu topraklarda performansı hayatta kalmanın bir yolu olarak benimsediği fikri belirginleşiyor. Melodilerin bedenlerde yarattığı uyanış zaman zaman şehvete, zaman zaman saf bir neşeye evriliyor; ama her anında ritmi diğer herkesten daha derinden kavrayan bir halkın varlık mücadelesi hissediliyor. Hak etmeyene gösterilen nezaket, tevazu ve hoşgörü de bu büyük performansın bir parçası aslında. Çünkü bu topluluk, yalnızca hayatta kalmak değil, dış dünyaya karşı sürekli bir temsil üretmek zorunda kalmış.
Vampir mitolojisinin bu öyküde ne denli zekice yeniden yorumlandığını anmadan geçmek imkânsız. Coogler, daha açılış sahnesinde bir şeylerin ters gideceğini ustalıkla hissettirdiği için, ikinci yarıya sakladığı vampir anlatısını bir sürprizden çok, tematik bir ağırlık olarak inşa ediyor. “Kan emicilik” metaforu, filmdeki zamansız kötülük imgelerinin başında geliyor. Kapıdan içeri girebilmek için davet bekleyen, sarımsağa, haç işaretine, gün ışığına ve kutsal suya zaaflı, doyumsuz vampir arketipi burada yıkılmıyor, aksine siyah tarih ve kültür bağlamında yepyeni anlamlar yükleniyor. Bu yaratıkların güvenli alanlara duyduğu iştah, blues müziğiyle sızmaya çalışmalarında da kendini gösteriyor. Siyahların ürettiği kültürün cazibesine kapılıp onu ele geçirme, sahiplenme, ama aynı zamanda yok etme çabası, Coogler’ın anlatısında yerli yerine oturuyor. Bir karakterin ağzından duyduğumuz şu cümle, filmin tüm alegorik damarını tek başına özetliyor aslında: “Beyazlar müziğimizi seviyorlar, sadece bu müziği yapan insanları sevmiyorlar.”
Düşündükçe, filmin müziklerinin yer aldığı albümleri tekrar tekrar dinledikçe, kamera arkası karelere ve kurgu masasında bırakılmış sahnelere göz attıkça bu katmanlı faşizm ve kültür hırsızlığı hikâyesine hayranlığım giderek büyüyor. Jordan Peele’ın Get Out ile açtığı tartışmayı klasik anlatı araçlarıyla taptaze bir forma sokan bu film, Coogler’ın anlatı vizyonunun geldiği son noktayı temsil ediyor. Böylesine büyük bir bütçeyle, görsel ve işitsel sanatlarda siyahlara ait miras üzerinden beslenen tüm “vampirlere” orta parmak göstermek, başlı başına bir cesaret örneği. Epilogda ise marjinalleştirilmiş kalabalıkların kendi özlerini koruyarak topluma nasıl ayak uydurabileceklerine ya da daha doğrusu neden uyduramayacaklarına dair sarsıcı bir önerme bırakıyor bize. Cevapsız soru bırakmamak konusundaki ısrarı kadar, oyuncu seçimindeki ustalığı da takdire şayan. Tek bir ismi öne çıkarmak diğerlerine haksızlık olur; çünkü her bir oyuncu, bu taş gibi yapıtı daha da kıymetli kılıyor. Sözün özü Sinners mutlaka sinemada deneyimlenmesi gereken, şimdiden Oscar yarışında üst sıralara adını yazdırması kuvvetle muhtemel bir film. 2020’lerin en iyi işlerinden biri sizi bekliyor.
Pingback: Üç Film Birden | Predator, The Assessment ve Titan - Oscar Boy