Eleştiri
28 Yıl Sonra – 28 Years Later: Sağın Zombileri

28 YEARS LATER (28 Yıl Sonra) | Yönetmen: Danny Boyle | Oyuncular: Alfie Williams, Jodie Comer, Aaron Taylor-Johnson, Ralph Fiennes, Edvin Ryding, Chi Lewis-Parry, Christopher Fulford, Stella Gonet, Jack O’Connell | Senaryo: Alex Garland | Birleşik Krallık, ABD, Kanada | 115′ | Gerilim, Korku
Edebiyattan sinemaya geçişinde önemli bir dönüm noktası olan 28 Days Later‘dan 23 yıl sonra, Alex Garland orijinal yapımın yönetmeni Danny Boyle ile bir kez daha bir araya geliyor. Bu kez de yine insan eliyle yaratılmış bir virüs sonucu patlak veren zombi salgınının etkilerini anlatmak üzere. 2007 tarihli 28 Weeks Later, Boyle ve Garland’ın yarattığı evrene sadık kalmayı sürdürse de, doğrudan onların yaratıcı katkısı olmadan, önceki filmin şablonunu büyük ölçüde tekrar etmişti. Ancak çekimleri tamamlanmış olan ve önümüzdeki yıl izleyeceğimiz dördüncü film The Bone Processor ile birlikte “28 Years” iyice bir seri kimliği kazanıyor. Bu üçüncü bölümde, salgının başlangıcından 28 yıl sonra, ana karadan izole bir yaşam süren adalılar, alfalar ve hımbıl zombi türlerine terk ettikleri topraklara yalnızca gelgit sırasında beliren, köprümsü bir geçit aracılığıyla ulaşabiliyor. Üstelik bu ziyaretler, yalnızca savaşçı olmak üzere eğitilen gençlerin sınavları için yapılıyor. Merkezde ise, mutsuzlukları kadrajın her köşesinden taşan bir aile var: On iki yaşında avcılığa hazırlanan Spike (Alfie Williams), hasta yatağından kalkamayan annesi (Jodie Comer) ve tüm bu gelişmelerin ortasında, sessizce kendine yeni bir yol arayan babası (Aaron Taylor-Johnson). Baba-oğulun birlikte çıktığı bir yolculuk sırasında da seyirci olarak dünyanın son durumuna dair gerekli bilgiyi alıyor ve anneye çare olabilecek bir doktorun izine rastlamalarıyla birlikte de hikâyenin yön değiştirdiğine şahitlik ediyoruz.
Garland’ın senaryosu, birkaç fikri aynı potada eritmeye çalışan bir yapıya sahip. Öncelikle, serinin köklerindeki “taraflardan birinin zombiler olduğu aksiyon filmi” formunu korumaya gayret ediyor. Ancak bu kez, enfekte olanlar yıllar içerisinde evrimsel bir sıçrama geçirdiği için daha çeşitli formlarda çıkıyorlar karşımıza. Bilgisayar oyunundan fırlamış hissi veren, ana karakterlerin son anda canlarını kurtardıkları sahneler elbette var. Yine de hikâye, olasılıklara yayılan geniş yapısıyla, izleyiciyi yalnızca “ölmemek” gibi tekil bir endişeyle sınırlamıyor. Artık soruların büyük bir kısmı cevaplanmış. Elde ettikleri görece güvenli hayatı korumak adına, yalnızca zorunluluk hâlinde ve tetikte bir şekilde çıkıyorlar er meydanına. Garland, bu dış tehlikeler anlatısını, merkeze konumlandırdığı geleneksel yapının çözülmekte olan bir ailesiyle birlikte örüyor. Bu sayede, kandaşlıktan gelen sevginin karşı konulamaz gücünü, özellikle de anne-oğul ilişkisi üzerinden, yüceltiyor. Filmin esas belkemiği de tam olarak burası. Ne ilk filmdeki bilinmezlik, ne de ikinci filmdeki bencillik 28 Years Later’a yön veriyor artık.
Senaryoda net biçimde ifade edilmese de, Birleşik Krallık’ın bugünüyle ilgili imgesel göndermeler filmin en dikkat çekici katmanını oluşturuyor. “Kutsal” ada Lindisfarne’ın mekân olarak seçilmesi ve ülke topraklarının az savaş görmüşlüğü sayesinde hâlâ değişmeyen silüeti, filme mitolojik bir çağın ruhunu kazandırıyor. Üzerine Viking kültürüyle kurulan paralellikler ve Norveçli bir karakterin dahil edilmesiyle bu tarihi motif iyice belirginleşiyor. Garland, böylece niyetini de açıkça ortaya koyuyor: Geçmişin barbar zihniyetini, bugünün göç tartışmaları üzerinden yeniden anımsatmak. Eleştirel bir duruş geliştirmese de, göstermek üzerine kurulu anlatımında tarafını belli eden, ama netliğe fazla yanaşmayan bir ton benimsemiş yine. Dışarıdan gelenin kokusunu duyduğunda dahi kafasını koparmaya hazır, kendinden olmayanı anında ötekileştiren “alfa” karakteriyle; ülkenin en sağcı siyaset figürüne ete kemiğe bürünmüş bir form kazandırıyor. Ama aynı zamanda, daha hikâyenin başlarında dürüstlüğüyle örnek gösterilen, korkusuz bir kahraman yaratmanın tohumunu atarak Warfare ve Civil War’da da rastladığımız türden, elini kana bulamaktan çekinmeyen lider figürlerine duyduğu hayranlığı yeniden hatırlatıyor.
28 Years Later’ın belirgin bir tematik kargaşası olmasa da, ortaya koyduğu fikirlerin birbirine kolayca kaynaşamadığını söylemek mümkün. Zombi kaynaklı istila filmi normlarına yeni bir şey ekleme gayreti hissediliyor ve bu çabanın yer yer başarıya ulaştığını söylemek de mümkün. Özellikle oyuncu tercihleri bu konuda belirleyici. Öykünün kalbinde yer alan, uğruna her şeyin göze alındığı anne karakterinde Jodie Comer, ebeveynliğe özgü içgüdüsel şefkati ve adı sonra konulan hastalığın neden olduğu gidip gelen bilinç hâlini büyük bir incelikle oynamış. Son çeyrekte tanıştığımız doktor karakterinde ise, mizahi yanları olan rollerin ustasına dönüşmüş Ralph Fiennes harikalar yaratıyor. Dördüncü filmde de bize eşlik edeceğini anladığımız ve başrolü üstlenen genç oyuncu Alfie Williams içinse şimdilik net bir kanaat geliştirebilmiş değilim.
Son yıllarda, bu yeni nesil devam filmlerinin her şeyi anlatma hevesiyle hikâyelerini ikiye, hatta üçe bölme eğilimini sıkça görür olduk. Daha geçtiğimiz yıl birçok Oscar adaylığı alan Wicked bile bu yolu tercih etti. 28 Years Later da ne yazık ki bu kalabalığa katılıyor ve bir “arkası yarın” virgülüyle noktalanıyor. Serinin önceki iki filmiyle aynı karakteristik özellikleri korurken, aksiyonun ve şiddetin formunu dönüştürmesini takdir ediyorum. Ancak bu ikiye bölme tercihinin bir izleyici olarak bende ciddi bir öfke yarattığını da itiraf etmeliyim. Özellikle Aaron Taylor-Johnson’ın canlandırdığı baba karakterinin bir anda göz hizamızdan çekilip, hiçbir dramatik çözüm sunulmadan arka planda bırakılması; yalnızca bu parçalı final matematiğiyle açıklanabiliyor. Ve bu durum, 28 Years Later’ı bütün bir film olarak değerlendirmemizin önüne geçiyor.
Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.