Dizi Eleştirisi
And Just Like That (3. Sezon): Zor Oldu Ama Bitti

AND JUST LIKE THAT (3. Sezon) | Yaratıcı: Michael Patrick King | Oyuncular: Sarah Jessica Parker, Cynthia Nixon, Kristin Davis, Sarita Choudhury, Nicole Ari Parker, Mario Cantone, Evan Handler, Chris Jackson, Cathy Ang, Alexa Swinton, Niall Cunningham, Dolly Wells, Sebastiano Pigazzi, Logan Marshall-Green, Mehcad Brooks, Jonathan Cake, David Eigenberg, Kristen Schaal, Jenifer Lewis, Patti LuPone, Susie Essman | 28~45′ | HBO
Efsane dizi Sex and the City’nin finalinden 15 yıl sonra, Kim Cattrall’sız yola çıkan devam dizisi And Just Like That, üçüncü sezon finaliyle birlikte Michael Patrick King’in ellerinde iki dekattan fazladır tanıdığımız kızlara bir kez daha veda ettirdi. Sosyal medyanın alay konusu hâline gelen dizinin Samantha’sız çekilmez olduğunu söyleyenler de vardı; bu kadınların ellili yaşlarında, New York’un ayrıcalıklı beyazları olarak, zamanın ruhuna temas edemeyeceğini iddia edenler de. Ben ise Carrie, Miranda ve Charlotte’la aynı masada olmanın heyecanıyla ayakta durmaya devam ettim. Seema’nın ana ekibe güçlü bir ek olduğuna inandım, Lisa Todd ve Nya’nın tembelce yazılsa da sırıtmadığını düşündüm, hatta Che’ye bile tahammül ettim. Ta ki üçüncü sezona kadar… Artık aklı başında olmayan, 12 bölümlük ve final sezonu olduğunu da yalnızca son iki bölüm kala öğrendiğimiz bu instalasyonla ben de gemiyi terk ettim. Koşa koşa And Just Like That’in vasatlığından mizah üreten hesapların kollarına bıraktım kendimi. Yani bu defa bir savunma yazısı değil, gönül rahatlığıyla yerden yere vuracağım satırlar okuyacaksınız.
Mr. Big’i yeryüzünden silerek cesurca başlayan ilk sezonun ardından, Carrie’nin hayatının bu yeni bölümünde neler yapacağını merak ederek tutunduk biraz da And Just Like That’e. Ancak bir zamanlar iyi bir alternatif sayılabilecek Aidan’ın çekilmez bir adam olarak geri dönmesiyle, iki sezondur yersiz yere oyalanıp durduğumuzu düşünüyorum. Michael Patrick King her ne kadar sezonun en iyi bölümünü Aidan’ı sepetlediğimiz haftaya ayırsa da, zaten olgunlaşıp bir nebze değişmiş Carrie’mizi tanınmaz hâle getiren bu adamdan kurtulmak için hepimiz sabırsızdık. Ardından, Brit aksanıyla büyüleyen, belli ki plaj romanı yazan ama And Just Like That standartlarında fazlaca ciddiye alınan komşu yazarla yaşadığı gönül eğlencesi, kuşkusuz taze bir nefes kattı diziye. Yine de geri dönüp baktığımda, sezonun Aidan dışında konuşmaya değer bir şey sunmadığını görüyorum. Belki de ayakları yere basan tek hikâyeyi o verdiği için, tüm megalomanlığıyla kucaklamalıydık Aidan’ı… kim bilir.

Bir yerlerde – tam olarak parmağımla işaret edemesem de – ana karakterlerimizin gösterdiği değişime gerçekten ikna olmuştum. Hatta üçüncü sezonda, Carrie’nin Aidan’dan kurtulayazdığı o kısa aralıkta, Sex and the City’nin yeni restoranlar arasında masa masa gezen kadınlarının izlerini de gördük. Ama sonra… Rosie O’Donnell’ın canlandırdığı rahibe, hiçbirimizin umursamadığı, inandırıcı da bulmadığı Lisa Todd’un “müthiş” kariyeri, dekor bile olmayı başaramayan kocası, ikinci kez ölen babası, Charlotte’ın iki testis etrafında dönen varoluş krizi, dizinin Z jenerasyonu hakkındaki saklayamadığı antika fikirleri… Bu absürtlüklerin yanında Seema’nın bir Samantha varyasyonu olarak, fetişleri bitmeyen bahçıvana kapılması bile mantıklı geliyor. Masada, birbiriyle bağı olmayan o kadar çok farklı mutfaktan tabak var ki, hepsini aynı anda tatmak mümkün değil. O karmaşık masanın üstünde Carrie’nin kulağa diziden bile kötü gelen romanını yazma çabası da iyice göze batıyor ve gülünçleşiyordu.
Şöyle açayım biraz da… Sex and the City’nin hepimizin ilişkilerinden izler gördüğü, özellikle de geç yirmilerle erken otuzların “ne istediğini hâlâ bilmesen de ne istemediğine hâkim olduğun” o pişme yıllarındaki flört deneyimlerine dair müthiş bir gerçeklik hissi vardı. Evet, New York gibi bir rüyalar şehrinde yaşıyorlardı, ortalamanın üzerinde paralar kazanıyor, Manolo Blahnik pabuçlarını gözümüze sokuyorlardı. Ama hissiyatlar açısından evrensel bir damara dokunuyor, bu yüzden de çok seviliyordu dizi. Şimdi ise o koca efsane, büyük finalini Miranda’nın ağzının suyunu tutamayan oğlunun prezervatif kullanmadığı için başına sardığı gelinini Şükran Günü yemeğine getirmesi ve o gelinin arkadaşının laktoz intoleransından tıkadığı tuvaleti temizlemesi gibi absürt bir yerde yaptı. Charlotte’ın öyküsüne bir kapanış bile gelmedi. Kanser savaşı sonrası kuşu uçmayan kocası sertleşti diye, hem de kızının tebessümlü onayıyla, seks yapmaya koştu. Carrie ise… Orijinal dizinin finalindeki “Hayatın tadına varmak için ille de birine ihtiyacımız yok” mesajını, berbat bir dans sahnesiyle kapatarak tekrarladı. İnanamıyorum. İnanmak istemiyorum. Ve en önemlisi… utanıyorum.

Final sezonu özelinde, birkaç sağlam hisse tutunarak anımsamaya çalışacağım And Just Like That’i. Robotların servis yaptığı bir restoranda, tek başına yemek yediği için karşısına peluş oyuncak bırakılınca hayatını sorgulayan Carrie’yi başka endişeleriyle hatırlayacağım. Bir dakikayı bile bulmayan gelinlik defilesindeki ilişki sohbetleri yerine, elinde sigarayla kuaför önünde içini döken Seema’yı… Ya da dertlerini kimseyle paylaşamamanın ağırlığı altında ezilip dağılan Charlotte’ı. Böyle hatırlarsam, yaşandığına gerçekten inanacağım And Just Like That’in. Keşke bunca aşırılığın üzerine finalde iyice gaza basıp, tüm o dünyayı ters yüz edecek çıkmazlarla veda etseydi Michael Patrick King. Çünkü dirseklerine kadar dışkıya bulanmış hâliyle bile giriştiği bu “ağırbaşlı” final, üç sezondur izlediğimiz diziye hiçbir şekilde ait durmuyor.

Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.