Eleştiri
Eddington: Amerika’nın Çılgın Portresi

EDDINGTON | Yönetmen & Senaryo: Ari Aster | Oyuncular: Joaquin Phoenix, Pedro Pascal, Emma Stone, Austin Butler, Luke Grimes, Deirdre O’Connell, Micheal Ward, Amélie Hoeferle, Clifton Collins Jr., William Belleau, Matt Gomez Hidaka, Cameron Mann | ABD, Finlandiya | 148′ | Western, Komedi, Drama
Martin Scorsese’nin “sinemadaki en sıra dışı yeni seslerden biri” diye tanımladığı Ari Aster, yine kendi yazıp yönettiği bir filmle eşsiz filmografisini genişletiyor. Kutuplaşmış Amerika’nın pandemi döneminde sokağa taşan çalkantılarını merkezine alan bu kara komedide, küçük bir batı kasabasına uzanıyoruz. Göçmen kimlikli belediye başkanına (Pedro Pascal), sırf karısının (Emma Stone) eski sevgilisi olduğu için diş bileyen Şerif Joe Cross (Joaquin Phoenix), bir delilik anında sıradaki seçimlerde karşısına çıkmaya karar veriyor. Tüm özgüvensizliği ve olmayan haysiyetiyle bu yolda kararlılıkla ilerlerken karşısına türlü engeller çıkıyor. “Black Lives Matter” hareketinin kasabanın gençleri tarafından sahiplenilmesi, depresyonla boğuşan eşinin cinsel istismara uğradığını öğrendiği forum paylaşımları, kovide inanmazken sosyal mesafe dahil her tedbire uyma mecburiyeti, komplo teorisyeni annesinin (Deirdre O’Connell) yarattığı gürültü ve alternatif sağın karizmatik tarikat lideri Vernon Jefferson Peak’in (Austin Butler) ansızın hayatlarına düşmesi derken kaos giderek büyüyor. Beş yıl öncesini anlatmasına rağmen ışık yılı uzak bir gerçekliği yaşatıyormuş gibi hissettiren film, western janrında bir dönem işi kılığına bürünürken, arka planda şerifimizin TikTok’tan Pop Crave’e uzanan popüler kültürün simge mecralarında ülkenin gündemine oturmasına tanıklık ediyoruz.
Cannes’daki ilk tepkiler ve Letterboxd gibi herkese eleştirmenlik şansı tanıyan platformlarda yazılanlardan yola çıkarak şunu baştan söylemek isterim: Ari Aster’ın iki tarafı da eşit derecede suçlu bulan bir film yaptığını düşünmüyorum. Böyle bir okuma, filmin trol kimliğini çözmekte faydasız kalıyor zaten. Çünkü ortada bir faşist sempatizanlığı yok. Aster çuvaldızı doğrudan sağa batırıyor. Elini kana bulayan, bilime inanmayan, kişisel takıntılarını kamuflaj olarak kullanıp kendisine benzemeyene savaş açan şerif, sağın tüm kodlarını taşıyan bir figür. Joaquin Phoenix de bu karakteri tüm aptallıkları ve dayanaksız hırsıyla müthiş bir şekilde canlandırıyor. Karşısına konumlandırılan belediye başkanının, Ted Garcia adında bir göçmen ve Pedro Pascal’a emanet edilmiş olması ise tesadüf değil. Üstelik atılan tokattan sıkılan kurşuna, hatta tecavüz iftirasıyla itibarsızlaştırmaya varan mesele, Aster’ın “sahte haber” fırtınasının nasıl üretildiğini göstermek için kullandığı çok güçlü araçlar. Seyircinin kafasının karıştığı nokta da tam olarak burası değil zaten.

Aster’ın açıkça sol (hatta aşırı sol) bir Amerikalı olarak George Floyd’un ölümü sonrası fitili ateşlenen Black Lives Matter hareketini resmediş biçimi, seyircinin midesini bulandıran asıl nokta. Ama bana kalırsa bu, eleştirisinin ne kadar isabetli olduğunu da gösteriyor. Onun derdi, belli görüşlerin kapı bekçiliğini yapan ve kendi yarattığı kalıplara uyulmasını beklerken giderek faşizanlaşan liberallerle, daha doğrusu, fikirlerini yüzeysel bir şekilde, dışarıdan nasıl göründüğüne göre oluşturan, egosuna köle olmuş yeni nesille. Uğruna savaştıkları davayla değil, bunu ifade edecek kelimeleri olmayışıyla uğraşıyor. İsyanın kendisini değil, hoşlandığı kızın elindeki kitaba bakarak arama motorundan kültürlenen ve bu damar üzerinden yürüyen beyaz solcu fenotipini küçümsemek niyetinde. Üstelik bu da filmin çok küçük bir bölümünü oluşturuyor. Bir mesajdan ziyade daha çok bir şaka. ABD’nin otoriter bir rejim tarafından, turuncu bir faşist önderliğinde yönetilmesinin yarattığı içler acısı manzarayı eğlenceli biçimde perdeye taşırken Aster’ın değindiği sayısız başlıktan sadece biri.
Şerif Joe Cross’un koltuğu istemesinin ardında birçok sebep var: Maske takmayı reddetmesi, karısının belediye başkanıyla geçmişte yaşadığı kısa süreli romantik ilişki ve sevdiklerinin gözünde kıymetsizliğini telafi etme arzusu. Bu amaç uğruna rakibinden protestoculara kadar hedef aldığı herkesi “düzeni bozmakla” suçluyor. Oysa mevcut kurallara uymayan, değişen dünyadan huzursuzluk duyan ve düzenle asıl derdi olan bizzat kendisi. Kırmızı şapkasında “Amerika’yı yeniden harika yapma” sloganıyla dolaşan MAGA kitlesinin ikiyüzlülüğü Joe’nun varlığında vücut buluyor. Ucuz sloganlarını arabasının üstüne boca ederek kasabada gezerken, demokrasiye adadığını iddia ettiği hayatın nasıl bir sahtekârlığa dayandığı iyice açığa çıkıyor. Aster, Joe ve onun gibileri, yani siyaseti kişisel çıkarları için araçsallaştıran sağın beyinsizlerini bu kadar çıplak biçimde resmettikten sonra, turuncu membaya işaret etmeye gerek duymuyor bile. Fitili ateşleyen olaylar zaten kendiliğinden hatırlanıyor.

Komplolarla var olabilen bir kitleyi yerden yere vururken hikâyenin sürekli dallanıp budaklanması ve finale doğru tüm detayların üst üste binerek absürt bir noktaya varması, uzun ve inişli çıkışlı bir izleme deneyimi sunuyor, bunu inkâr edemem. Ama Ari Aster’ın alametifarikası da tam burada yatıyor. Tüm kakofoninin içinde detone olmadan kendi türküsünü söylemeyi bir gelenek hâline getirdi. Üstelik bu defa ilişki kurulabilecek pek çok detay var. Hepimizin hayatını etkileyen sosyal medya üzerine getirdiği eleştiri bile gelenekçi bir yerden beslenmiyor. Kıymetli bir aracın nasıl silaha dönüştüğünü, sağın komplolarıyla boğulduğunu ve solun vitrin liberalliğine kurban edildiğini çok net biçimde gösterebiliyor. Dijital kültürün western türünde ekran görüntülerinden kısa videolara, gerçek hayata taşan gürültüsünden skandal üretimine kadar bu kadar geniş yer bulup hiç sırıtmaması ise cabası. Küçük ekranla ilişkimizin bu kadar isabetli resmedildiği filmler nadirdir. Eddington da artık o sayılı kalabalığın bir parçası.
Siyahların sistematik faşizm karşısındaki öfkesini kendi meselesi olarak görmeyen, herhangi bir sorun ona değmedikçe uykusundan uyanmayan sağ kadar; internetin de nasiplendiği, doğrudan ilişkimiz olmadan konfor alanlarımızı işgal eden tüm çağdaş siyasi formlara sinirli bir film Eddington. Aster, şahsına münhasır üslubuyla bunu kulağını ters tutarak değil ama delice yöntemlerle dile getiriyor. Ben provokatifliğinin arkasında kötü bir niyet olduğuna inanmayanlardanım. Bunu fikir özgürlüğünün had safhada olduğu bir ülkeden yaptığını unutmamak gerek. Gerçek suçluların yargılandığı ve delicesine eleştirildiği bir ortamda, sola da ucundan dokunmuş olmasını bir saldırı gibi görmek, Aster’ın dem vurduğu beyaz liberallere mahsus egoizmin göstergesi zaten. Oysa filmin asıl işaret ettiği şey, “woke” etiketine yapıştırılmış görüşün tutarsuzlıkları değil, görüş fark etmeksizin insan evladının koca aptallığı. Aster’ın bu filmde ulaştığı nokta, çağdaş sinemanın sosyal medya çağında nasıl eleştiri yapabileceğine dair önemli ipuçları barındırıyor. Belki de filmin en büyük başarısı, izleyiciyi kendi siyasi konfor alanından çıkarıp gerçek bir özeleştiriye zorlayabilmesi. Bu anlamda Eddington, sadece Amerika’nın değil, polarize olmuş her demokratik toplumun aynasında görebileceği karanlık bir portre çiziyor.

Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.