But Perşembe

But Perşembe: Dolabının Papazı

Yayınlandı

on

Fishers & Sons’ın hesaplı tabutlarından birine daha çivi çakmaya geldim sevgili Oscar Boy dostları. Üçüncü But Perşembe buluşmamızda yolu buraya düşen Six Feet Under hayranlarıyla yine iki bölüm konuşacağız: İlk sezonun beşinci ve altıncı bölümleri, yani An Open Book ve The Room. İlkinin yönetmen koltuğunda Oscar ödüllü aktris Kathy Bates, ikincisinde ise babacığı Gabriel García Márquez’in gölgesinden henüz tam ayrılamamış genç bir Rodrigo García var. Evin trajikomik duygu salınımlarına benim gibi alıştıysanız, suratınıza çarpan ölümün soğuğuyla serinleyerek tuhaflıkların dibine kadar inmeye hazırsınız demektir. Söz bu defa ayak konuşmayacağım, hadi HBO Max’te buluşuyoruz!

Bir Ben Vardır Bende, Benden İçeri

Nip/Tuck’la büyümüş nesle pek tanıdık gelen silikonlu meme anatomisiyle açıyoruz bölümü. Yaşını almış bir porno yıldızı, kedisinin küvete düşürdüğü elektronik bigudiyle öbür tarafa göçüyor. Ölüm çeşitleri kitabımızda fazlaca aşındırılmış bir sayfaya Sandra Oh göreceğimiz bir cenazeyle tikimizi atıp, David’i annesiyle birlikte kilisede izliyoruz. Varlığını kabul etmeyen bir inancın gölgesinde, korodaki bir sarışını gözüne kestiriyor David. Sevdiceği Keith’in tam tersi, yumurta gibi bir herif. Ama zaten tanrının evindeki günahını, bakmaktan hoşlandığı erkekler kataloğunu inceleyerek işlemek de olmazdı ya.

Cünup ziyaretinin bir noktasında, David’i tekrar görmekten memnun olan rahip muhabbete giriyor. David’in Keith’le gittiği kilisenin adını duyunca da ufak bir sırıtıyor mu desem, gözleri mi parıldıyor… Çünkü o diğer kilisenin daha açık görüşlü, kuir kimselere de kapıları sonuna kadar açık bir yer olduğunun sessiz bilinciyle, aralarında ince bir dayanışma yaşanıyor sanki. Rahip, bu vesileyle genç ve özgün bir sese duyulan ihtiyacı bahane ederek David’e papazlık/vaazcı (kafa dahi yormak istemiyorum din lügatına) teklifinde bulunuyor. Sonrası, psikoposun önünde rol kesmeli, kilise içindeki ahlak ve kimlik dedikodularıyla dolu bir süreç.

Bizi ilgilendiren asıl mesele ne? Tabii ki Keith’in öfkesi. Çünkü bu mevki, güneşte kollarını açıp özgürce salınmak isteyen Keith’in yeniden dolaba dönmesi, ilişkisini dört duvar arasında yaşaması demek. David’in ise, yaşı, konumu ve ekonomik özgürlüğüne rağmen tüm imajını koca bir yalan üzerine kurmayı açılmaya tercih etmesi. Bunun sebebi annesinin baskısı desen, orada da aslında otoriteyi kabul ediyormuş gibi yapıp başkaldırıyor. Babası desen, öldüğü için David aslında biraz daha özgür. Belki de hâlâ kavrayamamış ona öğretilene riayet etmek zorunda olmadığını. Hatta bu uğurda cenazevini bile geride bırakması gerekecek belki bir gün, kim bilir. Şimdilik Keith’in kızgınlığına hak vererek izliyorum olanları.

Önceki bölümde ölüden “ibne” damgası yiyen David’in kafasındaki tüm sorulara yine bir ölüden cevap araması, onu anlamak için kısmen yeterli belki. Bir denk gelişle Nate’in de David’in yöneliminden ve Keith’in varlığından haberdar olması bir şeyleri aşındırır dedim, o da olmadı. Sorguya çekildiğinde Keith’i yalnızca “bir arkadaş” diye geçiştirip, kulağında bağıra çağıra korkak diye seslenen adamı tek kalemde harcadı. Bu arada Nate için de sular durulmuyor. Brenda belasını başına aldığı günden beri seksin cazibesine kapılıp her şeye evet diyen finoluğu, kızlarıyla çırılçıplak yüzerken baba ve anne Chenowith’le tanışmasıyla sekteye uğruyor. Yetmedi, Brenda’nın erkek kardeşi Billy de çıkıyor sahneye. Bu defa çıplak olan Nate değil, Billy. Duştan yeni çıkmış, varını yoğunu sergilerken Brenda’nın evinde ne aradığını ve kim olduğunu başta hiç bilmiyor Nate. Gerilimle yapıyoruz girişi bu ilişkiye de.

Chenowithler’in evinde yemeğe gittiğinde de yalnız kalıyor Nate. Brenda ortalıklarda yok. Ama onun yerine iki kitap var. Biri, Brenda ve Billy’nin tutkuyla bağlı olduğu iki yetimi anlatan bir masal. Diğeri ise bir genç kız üzerine yazılmış psikolojik bir roman. Tahmin edin kim bu genç kız! Tabii ki de Brenda. Hayatında mihenk taşı hâline gelmiş bu kitabın varlığından Brenda tiksindiğini belli ettikçe, Nate satır satır okumak için daha da meraklanıyor. İlk kez bu kitap sayesinde geçmişine dair ipuçları yakalayıp Brenda’yı biraz olsun tanıyor. Ama ne yalan söyleyeyim, hiç sevemedim bu kitap meselesini. Six Feet Under’ın akışına yaraşmayan, altı doldurulmayan gereksiz bir boyut yaratmaya çalışıyorlar Brenda’ya. Evet anladık, sorunlu, asi, bildiğimiz kadınlardan değil. Ama bu “psikoz nöbetine komşu psikoloji” hâlleri de “rakı içen cool kadın” klişesi kadar bunaltıcı ve demode.

Bölümün en dolgun öyküsü ise yine kadınlardan geliyor. Okuldaki psikologla görüşmesinden sonra Claire’in kafasında, ya ailesinin mutlu zamanlarını kaçırdığına ya da aslında hiç mutlu olmadıklarına dair bir inanış var. Bunu duyan Ruth, kızıyla yakınlaşmak için hem tavrını değiştiriyor hem de bazı girişimlerde bulunuyor. Bunlardan biri de Claire’i kuzenine götürmek. Oradaki güçlü anne – kız bağını görüp kendi ilişkilerine de ilham olacağını sanıyor Ruth. Ama tam istediği işlevi görmüyor, sabahın ilk ışıklarıyla sessiz sedasız kaçıyor ve o boğucu banliyö evini geride bırakıyorlar. Neyse ki bu firar, Claire ile Ruth’u birbirine biraz daha yaklaştırıyor. Eve döndüklerinde Ruth, kocasına nasıl ihanet ettiğini itiraf ediyor. Claire de bir zeytin dalı uzatıp, çocukluktan kalma bir ritüellerini canlandırmak için sinemaya gitmeyi teklif ediyor. Olacak, olacak… Fisher kadınları da birlikte iyileşecek, biliyorum.

Ben Senin Hayatından Gittim Oğlum

Bir bölümcük de olsa Nathaniel Sr.’ın adını anmadığım için hâlinizden memnundunuz değil mi? Geçmiş olsun, bu kez direkt inine giriyoruz. Arabasının yağı ücretsiz değişince neye uğradığını şaşıran Nate, bu ve ardından gelen birkaç etkileşimle babasının hiç bilmediği bir dünyası olduğunu fark ediyor. Başkalarından babasını dinledikçe, sanki hiç tanımadığı bir adamdan söz ediliyormuş gibi hissediyor. Bu sohbetler onu, daha önce hiç girmediği bir odaya sürüklüyor: Nathaniel Sr.’ın herkesten sakladığı, muhtemelen kafa dinleyip Mary Jane’ini tüttürdüğü gizli mekânına.

İçeride eski bir plakçalar, uyduruk bir masa ve sandalye, dışarıdan söylenmiş yemeklerin poşetleri, iskambil kâğıtları… Ve tabii eline geçen fotoğraflar. Nate, babasının yüzündeki mimikleri bile ilk kez görüyormuş gibi şaşkına dönüyor. Neyse ki bundan yalnızca Brenda’ya bahsediyor. O da bizimle aynı fikirde. Demek ki Nathaniel Sr.’ın kimsenin bilmediği, kendine ait bir yere ihtiyacı varmış diye koyuyor teşhisi. Bunun, yıllar önce evi terk edip başka bir eyalete göçmüş Nate üzerindeki garip etkisini siz tahmin edin artık. Bu bölümün meftası olan hanımefendinin geride bıraktığı huysuz kocasıyla sohbetinde bile izlerini görmek mümkün. “Öleni hatırlamaya devam ettiğin müddetçe tam anlamıyla ölmez.” diyor Nate. Ama kendi babasını ne kadar tanıyordu ki, anarak yaşatabilsin?

Babasının öldüğünü o ana kadar anlamadıysa bile artık anlıyor Nate. Çünkü tanıdığı adam, Nathaniel Sr.’ın özü değil. Nate, David ve Claire’in babası, Ruth’un eşi, Fisher & Sons’ın sahibi… Ama o bedende başka bir adam daha varmış: Yalnızken de kendini eyleyebilen, ailesinden başka insanlarla kurduğu iletişimlerde farklı bir yüz gösteren, eşinin nü pozlarını fotoğraflamış, hobileri ve endişeleri olan biri. Ne acı ki Nate’in bunları öğrenip babasını bütünüyle anlayabilme şansı artık yok. Bu da ölümünü biraz daha gerçek kılıyor. Tüm bunlar yaşanırken David’in kendi azgınlığının ve Keith’sizliğinin peşinde sürüklenmesi de, ailenin gayliğini üstlenen dostların anlayacağı bir kalenderlik örneği tabii. Neyse David… Senin de babanla hesaplaştığın günler gelir elbet. Şimdilik anlamsız, rol kesmelerle dolu, hiçbir bağın olmadığı sekslerle gününü gün et. Kaçırdığın gençliğini yakala bakalım.

Bayramlık ağzımı açtıran meseleleri ise Claire yaşıyor. Evin en küçüğü olduğu için hâne halkı tarafından hep görünmezlik pelerinine sarılmış gibi davranılan Claire, yengesi (!) Brenda ile vakit geçirirken Billy’yle tanışıyor. Allahın belası Billy… Ablası yetmiyormuş gibi bir de bu iyi yıkanmamış bipolarla uğraşmak zorundayız. Claire’in saflığını görür görmez kemik kokusu almış kuduz köpek gibi ulumaya başlayan herifçioğlu, fotoğrafçılık merakını da kullanarak hızla düşürüyor onu ağına. Önce bir öpücük, sonra birkaç poz derken oyuncak gibi oynuyor Claire’le. Brenda kardeşinin ne kadar beş para etmez biri olduğunun farkında, inkâr etmeyeyim, müdahale etmeye de çalışıyor. Ama olan oluyor işte. Billy, sevgisiyle Claire’in kalbini şişirip bir anda hayalete dönüşüyor. Geride kırık bir kalp bırakıyor.

Pilot bölümden sonra şimdilik seyirciden en iyi tepkiyi alan bir bölümle kapatıyoruz bu haftaki But Perşembe’yi. Sezonu neredeyse yarıladık. Ruth’un sıkı dikişlerinin patlayacağını, Nate’in farkında olmadan bir baba figürüne dönüşerek özlemini gidereceğini, David’in kabak çiçeği gibi açılacağını, Claire’in büyümek için kilometre yaptığını ve Brenda’nın benim akıl sağlığımı korumam adına diziden ayrılması gerektiğini artık biliyoruz. Ölüm de eskisi kadar üzerime çökmüyor sanki. Neymiş? Bir cenazevinde bile doğmaya alışabiliyormuş insan. Aklıma gelmişken, Michael C. Hall’a tarifsiz bir hayranlık beslemeye başladım. Dexter‘a da bakmalı mıyım acaba? İnanır mısınız, CNBC-e jenerasyonundan olmama rağmen bir bölüm bile izlemedim! Neyse, biz yine haftaya burada buluşalım. ahali. Şimdilik hoşçakalın ve beni özleyin anacım. Byeeeee!

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version