Liste
Oscar Boy Seçti: 2010’ların En İyi 50 Dizisi
Oscar Boy Seçti serisini 2020’lerin En İyi 50 Dizisi ve 2020’lerin En İyi 50 Filmi listeleriyle açtıktan sonra, bu kez geriye dönmek farz oldu. Artık araya yeteri kadar zaman girdiği için “2010’ların En İyi 50 Dizisi”ni sıralamak da çok daha kolay Hem dizi önerisi arayanlara ilaç gibi gelecek, hem de arşivlik bir seçki çıkacak ortaya.
Kriterler basit: Listeye girebilmek için dizinin ilk bölümünün 2010–2019 yılları arasında yayınlanmış olması gerekiyor. Dolayısıyla yayın ömrünün büyük kısmı bu döneme taşsa bile Mad Men, Breaking Bad, 30 Rock, The Good Wife, Modern Family, Nurse Jackie, Community, Parks and Recreation ve Archer gibi 2010 öncesi çıkışlı yapımlar bu listede yok. İkinci kuralım ise sadece senaryolu yapımlara yer veriyor olmam. Belgesel diziler, reality showlar, yarışmalar ve Nathan for You gibi kurmacayla non-fiction arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran işler kapsam dışında kaldı.
Hiçbir yere sığdıramadığım Justified, You’re the Worst, Baskets, Rick & Morty, Mom, Togetherness, Killing Eve, This Is Us ve Unbelievable’a da selam çakarak uzanayım artık listeye. Belki bir gün “21. Yüzyılın En İyi 100 Dizisi” listesinde tekrar karşılaşırız, kim bilir? Şimdilik 2010’ların en iyileri için geri sayım başlasın…
50 My Brilliant Friend (2018-2024)

Elena Ferrante’nin Napoli Romanları serisinden uyarlanan My Brilliant Friend, listedeki İngilizce olmayan sayılı dizilerden. Saverio Costanzo’nun HBO ve İtalyan devlet kanalı RAI ortaklığıyla hayata geçirdiği yapım, Napoli’nin yoksul bir mahallesinde çocukluktan yetişkinliğe uzanan iki kızın, şiddet ve baskıyla çevrili bir kültür içinde kendi hayatlarını kurma çabasını anlatıyordu. Serinin tüm kitaplarını ekrana taşıyan dizide Alice Rohrwacher ikinci sezonda (hem de kritik bölümlerde) yönetmen olarak, Alba Rohrwacher ise final sezonunda oyuncu olarak karşımıza çıktı.
Benim için özellikle ilk sezonun yarattığı heyecan ve izlerken duyduğum keyif unutulmaz. İkinci sezonda görsel dilini iyice geliştiren My Brilliant Friend, ilerleyen bölümlerde giderek ağdalı bir melodrama dönüştü; fakat o abartılı trajedilerin içinde bile yolunu bulmayı başardı. Elli dizi arasında yer almasının sebebi de biraz televizyon ölçeğini aşan bir vizyonla anlatılmış, devasa bir hikâye olması açıkçası.
My Brilliant Friend’in son sezon hariç tüm bölümleri TV+’ta mevcut.
49 Chernobyl (2019)

19 dalda Emmy adayı olup 10 ödül kazanan mini dizi Chernobyl, yayınlandığında âdeta deprem etkisi yaratmıştı. Craig Mazin imzalı beş bölümlük yapım, 1986’daki Çernobil felaketini ve sonrasında yaşananları konu alıyordu. Jared Harris, Stellan Skarsgård, Paul Ritter, Emily Watson ve Jessie Buckley gibi güçlü bir kadroyu izlediğimiz dizi, tarihsel doğruluğu nedeniyle de övgülere boğulmuştu.
Ne var ki çoğumuzun hafızasında Chernobyl, sosyal medyada bu trajedinin kalıntılarını yerinde görüp fotoğraflayarak etkileşim kasmaya çalışanlarla da özdeşleşti. Elbette bu algının sorumlusu ne Mazin ne de ekibi, ama üzerindeki gölgeyi silemedi. Tarihin en ürkütücü sayfalarından birini ziyaret ederken, aynı zamanda insanlığın hiçbir iyiliği hak etmediğini hatırlatan bir deneyim oldu bu da böylece.
Chernobyl’i HBO Max’te bulabilirsiniz.
48 Vicious (2013-2016)

Hakkı çoğu zaman teslim edilmeyen İngiliz komedilerinden biridir Vicious. Ian McKellen ve Derek Jacobi gibi iki efsanenin 50 yıldır birlikte olan yaşlı bir eşcinsel çifti canlandırdığı dizi Will & Grace ve Family Guy‘ın senaryo odalarında mesai yapmış Gary Janetti’nin kaleminden çıkmıştı. Covent Garden’daki şahane dairelerinde geçen hikâyede, çiftin misafirleri ve komşularıyla birlikte geleneksel sitcom ruhu kısa yayın ömrü boyunca yeniden hayat buldu.
Frances de la Tour, Marcia Warren ve Celia Imrie gibi efsane oyuncuların yanı sıra Iwan Rheon ve Richard Gadd gibi genç yeteneklerin de irili ufaklı rollerle karşımıza çıktığı yapım, ITV’de yayınlandığı için yeterince geniş kitlelere ulaşamadı. Yine de McKellen’ın eşsiz komedi zamanlaması ve Jacobi ile ustalık derecesindeki paslaşmaları, Vicious’u kesinlikle bir şansı hak eden dizilerden kılıyor. Bu listedeki saklı hazinelerden biri.
Vicious’a Türkiye’den ulaşabileceğiniz yasal bir platform mevcut değil.
47 Downton Abbey (2010-2015)

Bir mini dizi olarak tasarlanan Downton Abbey, Britanya’da öyle bir fenomene dönüştü ki ekran ömrü uzadıkça uzadı. Altı sezon ve beş Noel özel bölümüyle 52 saati aşan serüvenin ardından, hikâye 2019’da başlayan ve bu yıl vizyona giren üçüncü filmle beyazperdede de yaşamaya devam ediyor. 20. yüzyılın başlarında aristokrat bir aileyi, görkemli mülklerini ve hizmetlilerini merkeze alan yapım, dönemin büyük tarihsel olaylarına değinirken İngiliz sosyal hiyerarşisinin yıllar içindeki dönüşümünü de anlatıyordu.
Yaratıcı Julian Fellowes bugün The Gilded Age ile okyanusun öte yanında başka bir dönemi ve coğrafyayı resmediyor. Ama Downton Abbey‘nin yeri apayrı tabii ki. Eşsiz müziklerinden Maggie Smith’in unutulmaz performansına kadar, erken 2010’lara damgasını vurmuş ve klasik İngiliz dramalarına olan bağımlılığımızı perçinlemiş bir iş. Ne Osmanlı’dan gelen ateşe Mr. Pamuk’u, ne de Sybil’in vedasının ardından merdivenleri ağır ağır çıkan Lady Grantham’ı unutmak mümkün.
Downton Abbey’nin tüm sezonlarına hem Prime Video’dan hem Disney+’tan ulaşabilirsiniz. Ayrıca ilk film Disney+ kataloğunda mevcut.
46 Parenthood (2010-2015)

Muhtemelen başka bir “en iyiler” listesinde kolay kolay göremeyeceğiniz ama benim yumuşak karnım olan bir dizi Parenthood. 1989’da film, doksanların başında ise kısa ömürlü bir dizi olarak ekrana gelen hikâyeyi, Friday Night Lights’ın yayından kaldırılmasının ardından boşa düşen Jason Katims yeniden televizyona taşıdı. Güncellenmiş ve zamanın ruhunu yakalayan bu versiyonda Braverman ailesi, baba Zeek, anne Camille, birbirinden farklı dört çocukları ve harika torunlarıyla altı sezon boyunca klasik bir Amerikan draması sundu.
Lauren Graham, Peter Krause ve Dax Shepard gibi yıldızlardan yardımcı rollerin vazgeçilmezleri Mae Whitman ve Sam Jaeger’a, hatta Miles Heizer, Sarah Ramos ve Xolo Maridueña gibi daha sonra parlayan genç isimlere kadar çok zengin bir oyuncu kadrosu vardı dizinin. Monica Potter’ın kanser olduğunu aileye açıkladığı bölümü bugün bile sırf canımı acıtmak için arada açıp hüngür şakır ağlıyorum. Keşke This Is Us’ın gördüğü ilginin onda birini görebilseydi dediğim, benzer bir kulvarda çok daha fazlasını başarabilmiş bir dizi.
Ne yazık ki Parenthood’un Türkiye’de hiçbir zaman yasal bir yayıncısı olmadı.
45 Catastrophe (2015-2019)

Britlerin mizahını seven, Phoebe Waller-Bridge gibi özgün kadın seslerine hayran olanların çoktan tanıdığı bir kalem Sharon Horgan. Bad Sisters’la ünü okyanusları aşan Horgan, 2015’te Amerikalı komedyen Rob Delaney ile birlikte nefis bir diziye imza atmıştı. Bekâr bir öğretmen, iş seyahati için Londra’ya gelen Amerikalı bir adamla barda tanışır. Bir gecelik ilişkinin ardından adam ülkesine döner. Ancak kadın hamile olduğunu fark edince haber verir, adam da pılını pırtını toplayıp Londra’ya taşınır. Sonrası kültürel çatışmalar, geç yaşta ebeveyn olmanın telaşları ve mecburi bir ilişkinin bütün olmazlarıyla dolu.
Hem Horgan’ın hem de Delaney’nin yazarken olduğu kadar oynarken de döktüğü Catastrophe, çağdaş ilişkiler üzerine farklı açılardan çok şey söylemeyi başarmıştı. Diziyle ilgili önemli detaylardan biri de Carrie Fisher’ı barındırması. Üçüncü sezon çekimlerinin ardından hayatını kaybeden Fisher’ın son rolü, Catastrophe’daki bir hayli komik ve eğlenceli performans oldu. Horgan ve Delaney, sezonu ona ithaf ederek bu mirası daha da anlamlı kıldılar.
Catastrophe’yi Türkiye’den izleyebileceğiniz bir platform bulunmuyor.
44 The Good Fight (2017-2022)

Tarihler nedeniyle The Good Wife’ı bu listeye alamamış olsam da spin-off’u The Good Fight için yerim hazırdı. Christine Baranski’nin canlandırdığı Diane Lockhart, bir dolandırıcılık sonucu tüm birikimlerini kaybedince yeniden işe dönmek zorunda kalıyor ve kendini siyah avukatların ağırlıkta olduğu bir firmada buluyor bu devam projesinde. İlk sezonun ardından Delroy Lindo ve Audra McDonald gibi güçlü isimlerin de bulunduğu kadrosuyla, dizi çok daha derin sulara dalmıştı.
Tam da 2010’ların ikinci yarısında, politik bilincin yükseldiği bir dönemde ikircikli meseleleri dikkatle işleyen The Good Fight, tıpkı öncülü gibi ABD’ye dair sert eleştirilerden kaçınmadı. Pandemi sırasında gelen, Hillary Clinton’ın başkan seçildiği alternatif bir dünyayı kurgulayan dördüncü sezon kimilerini çileden çıkarsa da, bana kalırsa cesaretiyle bile el üstünde tutulmayı hak ediyor. Zaten dizinin yaratıcıları Robert ve Michelle King çiftinin kalemi, tutmayacak olsa bile yeniliklere kucak açmaktan hiçbir zaman çekinmedi.
Ne yazık ki The Good Fight’ın Türkiye’de bir yayıncısı bulunmuyor.
43 Banana, Cucumber ve Tofu (2015)

Birleşik Krallık’ın dünyaya bahşettiği en önemli televizyon yazarlarından biri olan Russell T. Davies’in belki de en az yankı uyandıran işi olsa da, Banana, Cucumber ve Tofu üçlemesinin kuir izleyici için bambaşka bir anlamı var. Manchester’ı mesken edinen Banana, her bölümde genç bir LGBTİ+ karakterin hikâyesini anlatıyordu. Cucumber, uzun soluklu ilişkisi bir anda sona eren bir gay üzerinden orta yaşlı eşcinsellerin hayatına odaklanıyordu. Tofu ise spektrumun farklı yerlerinden gerçek insanlarla yapılan röportajlara yer vererek üçlemeyi tamamlıyordu.
Channel 4 için üretilen bu yapımlar, neredeyse “kayıp medya” statüsünde anılabilecek kadar ulaşılmaz durumda. Ama tam da Davies’in genel izleyici kaygılarını bir kenara bırakması sayesinde filmografisinin en kişisel ve nadide işlerinden biri bana kalırsa. Letitia Wright, Freddie Fox, Dino Fetscher gibi tanıdık yüzlerin çıkış işleri olan bu üçlemede, belgesel türündeki Tofu’yu hariç tutarsak Banana ile Cucumber aynı kurmaca evrende geçiyor ve oyuncuların çoğu iki dizide birden karşımıza çıkıyor.
Bu üçlemenin değil Türkiye’de, Birleşik Krallık’ta bile yasal olarak erişilebilir bir platformda bulunup bulunmadığı meçhul.
42 The Righteous Gemstones (2019-2025)

Danny McBride’ın daha önce Eastbound & Down ya da Vice Principals gibi işlerine denk geldiyseniz, The Righteous Gemstones’un mizah tarzını da az çok tahmin edebilirsiniz. Bu defa McBride, doğaçlamaya yaslanan absürt şakalarını Güney Carolina’da yaşayan televanjelist bir ailenin hayatına enjekte ediyor. Yine Amerika’nın kırmızı enseli avanaklarına çuvaldız batırıyor; ama aynı zamanda ülkenin renkli spektrumunu ve neredeyse işgal edilmiş gibi görülen bölgelerini de geri sahipleniyor.
Baba rolünde John Goodman var. Birbirinden aptal çocukları olarak ise McBride’a Edi Patterson ve Adam DeVine eşlik ediyor. Dizinin saniye başına düşen şaka ortalaması, bugüne kadar yapılmış komedi dizilerinin çoğunu geride bırakabilir. Abartıdan, bel altı esprilerden de asla geri durmuyor. Hatta prostetik penisle dolaşan Walton Goggins sahneleri başlı başına ikonik. Yaptığı mizahın farkında olan, hangi damara basacağını iyi bilen ve erkek milletini topluca yerin dibine sokmaktan çekinmeyen bir dizi arıyorsanız adresiniz belli.
The Righteous Gemstones’u HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
41 UnREAL (2015-2018)

Pembe dizi estetiğine yaklaşan yapımlar çoğunlukla CW’nun gençlik dramalarıyla sınırlı kalsa da, UnREAL bu algıyı tersyüz eden nadide örneklerden. Dönemin büyük sükse yapan The Bachelor/Bachelorette tarzı reality şovlarının perde arkasını, bizzat bu programlarda çalışmış birinin deneyimlerinden yola çıkarak anlattı. Takkeyi düşürüp keli gösteren dizi, aslında tamamen manipülasyon üzerine kurulu bu formatların karanlık tarafını gözler önüne serdi. Üstelik bir Amerikan yapımı olmasına rağmen Kanada’da çekildiği için pek çok yerel yeteneğe de sahne açtı.
Shiri Appleby ve Constance Zimmer’ın kariyer zirvelerine çıktığı UnREAL, Hulu’ya transfer olduğu dördüncü sezonunda veda etti ekranlara. Freddie Stroma, Caitlin FitzGerald, Monica Barbaro, Jeffrey Bowyer-Chapman gibi pek çok ismin çıkış noktası olan dizi, yalnızca televizyon endüstrisinin kirli yüzünü anlatmakla da yetinmedi. Mental sağlık konusunda seyircisini oldukça iyi bilinçlendirdiğini düşünüyorum. Peki tüm bunların Lifetime gibi bir kanalda yayınlanmış olmasına ne diyorsunuz?
UnREAL’ı Türkiye’de izleyebileceğiniz yasal bir platform bulunmuyor.
40 The Newsroom (2012-2014)

Aaron Sorkin ve yürüyen monolog yapan insanlarına doyuran siyasi drama The Newsroom, ünlü senaristin Network hayranlığının bir bir diğer ürünü. Ekrandaki ömrü üç sezon süren yapım, CNN tarzı bir haber kanalının perde arkasını ve Amerika’daki politik atmosferin yayıncılık üzerindeki etkilerini anlatıyordu. Sorkin bu diziyi post-#MeToo döneminde yazsaydı nasıl bir rota izlerdi, hâlâ merak ediyorum.
Jeff Daniels, Emily Mortimer, Alison Pill, Dev Patel, Olivia Munn, Sam Waterston, John Gallagher Jr. ve Thomas Sadoski’den oluşan kalabalık kadro, dizinin cazibesini başlı başına garantiliyor zaten. Üstelik kanalın CEO’su olarak Jane Fonda ve onun oğlu rolündeki Chris Messina da performanslarıyla diziye ayrı bir derinlik katıyordu. Bugün The Morning Show bölümlerini tüketirken The Newsroom’un değerini zamanında hiç bilememişiz diye düşünüyor insan.
The Newsroom’a HBO Max üzerinden ulaşabilirsiniz.
39 Fargo (2014-2024)

Coen Kardeşler’in 1996 tarihli eşsiz kara komedi klasiği Fargo, televizyona uyarlandı ve Noah Hawley’nin ellerinde yeni bir hayata kavuştu. FX’te yayınlanan antoloji dizi, 2014–2024 arasında beş sezon boyunca farklı şehirleri, karakterleri ve kadroları ziyaret ederek “gerçek olaylardan ilham alınmış” hikâyeleri ekrana taşıdı. Üstelik Coen’lerin ruhunu büyük ölçüde korurken kendine bambaşka bir yol açmayı da başardı.
Martin Freeman ve Billy Bob Thornton’lı ilk sezon mu daha iyi, yoksa Kirsten Dunst ile Jesse Plemons’ın yollarını kesiştiren ikinci mi, hâlâ karar veremiyorum. Ama şundan eminim; Fargo, yayın hayatı boyunca yüksek kalibre bir yapım olma özelliğini hiç kaybetmedi, ne senaryo ne de rejisi açısından. En sevdiğim filmlerden birine hem saygı gösterebilmek hem de bire bir benzemeden kendi yolunu çizebilmek, gerçekten büyük başarı.
Fargo’nun ilk üç sezonu Prime Video’da mevcut. TV+ kullanıcıları ise beş sezonun tamamına ulaşabilir.
38 Broad City (2014-2019)

Ilana Glazer ve Abbi Jacobson’ın 2009–2011 yılları arasında çektikleri web dizisinin uyarlaması olarak başlayan Broad City, kısa sürede kült statüsünü edindi. Yönetici yapımcıları arasında Amy Poehler’ın yanı sıra Hacks ekibinden tanıdığımız Paul W. Downs ve Lucia Aniello’nun da bulunduğu dizi, New York’ta yaşayan iki yakın arkadaşın gündelik hayatla ve yirmilerini atlatma çabalarıyla dolu maceralarını anlatıyor.
Gelmiş geçmiş en iyi podcast olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Good Hang with Amy Poehler’a Ilana ile Abbi’nin konuk oldukları bölümü de şiddetle tavsiye ederim. Televizyonun iki genç kadına kolay kolay alan tanımadığı bir dönemde başardıklarını kendi ağızlarından dinlemek mutluluk veriyor. RuPaul’dan Hillary Clinton’a uzanan eklektik konuk listesi ve kuir temsiliyete kattıklarıyla Broad City listenin mutlaka izlenmesi gereken komedilerinden.
Ne yazık ki Broad City’nin şu an Türkiye’de yasal bir yayıncısı bulunmuyor.
37 Insecure (2016-2021)

HBO’nun Girls ve Sex and the City gibi beyaz kadınlardan oluşan arkadaş gruplarını merkeze alan ikonik dizilerinden sonra, ana akımda artan çeşitlilik hassasiyetinin bir armağanı oldu Insecure. Issa Rae’in web dizisi Awkward Black Girl’den kısmen uyarlanan yapım, Amerika’da yaşayan yirmilerindeki siyah bir kadının deneyimlerini anlattı beş sezon boyunca. Zamanla eleştirmenlerden büyük destek gören dizi, kilit kategorilerde Emmy adayı olmayı da başardı.
The White Lotus’un iki sezonunda da karşımıza çıkan Natasha Rothwell’in televizyon tarihinin en komik karakterlerinden biri olan Kelli Prenny’ye hayat verdiği yapım Jay Ellis, Kendrick Sampson, Y’lan Noel gibi yetenekli isimlerle birlikte sektörün zayıf kaldığı siyah erkek aktör havuzunu da epey bir genişletti. Ayrıca Los Angeles’a getirdiği bakış açısı da çok kıymetli. Göçmenlerin kimlik kazandırdığı bu şehri, Amerika’ya hiç adım atmamış izleyicilere bile tanıtmış oldu Insecure.
Insecure’u HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
36 The Good Place (2016-2020)

Parks and Recreation ve benim pek de ısınamadığım Brooklyn Nine-Nine’ın yaratıcısı Michael Schur’un imzasını taşıyan The Good Place, 2010’ların gelişini kimsenin göremediği hit komedilerinden biri oldu. İlk sezon finalindeki dramatik virajıyla bir anda yön değiştiren dizi, öbür dünyanın mimarının gözetiminde “iyi” yere yanlışlıkla düşen Eleanor Shellstrop’un macerasını anlatıyordu.
Kristen Bell’i tam anlamıyla yıldız statüsüne taşıyan The Good Place, özlem duyduğumuz Ted Danson’ı ekranlara geri getirdi. Ayrıca William Jackson Harper, Manny Jacinto, D’Arcy Carden ve Jameela Jamil gibi büyük yetenekleri hayatımıza soktu. Keşke bir sihirli değnek olsa da hiçbir şeyi bilmeden, sıfırdan tekrar ilk sezonu izleyebilsem! Gerçi o kilit dönüm noktasını öğrendikten sonra başa dönüp her şeyi tekrar izlemek bile ayrı bir keyif.
The Good Place’i Netflix’ten izleyebilirsiniz.
35 Broadchurch (2013-2017)

Olivia Colman’ın sadece komedide değil, dramada da bir dev olduğunu kanıtlayan Tyrannosaur‘u kaçırdıysanız, Broadchurch harika bir fırsat. ITV’nin üç sezonluk suç draması, adını aldığı kurmaca İngiliz kasabasında görev yapan iki dedektifi konu alıyordu. İlk sezon 11 yaşındaki bir çocuğun ölümü ve soruşturmasına odaklandı; ikinci sezon katilin yargılanmasını, üçüncü sezon ise geride kalan aile toparlanmaya çalışırken bambaşka bir vakayı işledi. Colman’a David Tennant’ın eşlik ettiği dizide Jodie Whittaker, Jonathan Bailey, Andrew Buchan gibi pek çok tanıdık Britanyalı oyuncu da yer almıştı
Her sezon seyircisini büyütse de ilk hikâyenin yarattığı etkiye tekrardan ulaşamadı dizi. Colman’ın gerçeği öğrendiğindeki zirveye çıkan performansı, sürprizleri önceden bilmeden izlendiğinde hâlâ yıkıcı derecede güçlü. Ayrıca Broadchurch’ün başarısının ardından pek çok benzer suç draması çekildiğini ve İngiltere televizyonlarında âdeta bir “küçük kasaba cinayeti” furyası başladığını da eklemek gerek.
Broadchurch şu anda Türkiye’de herhangi bir yasal platformda bulunmuyor.
34 Pose (2018-2021)

Ryan Murphy’nin işlerine genelde mesafeli olsam da Pose, bugünden bakıldığında bile ana akım bir Amerikan kanalında yayınlanmış olmasıyla başlı başına bir devrim. Seksenlerin sonu New York’una, kuir alt kültürün en önemli damarlarından balo salonlarına götüren dizi, HIV krizinin gölgesinde, özellikle beyaz olmayan trans kadınların mücadelesini ve seçilmiş aileleriyle kurdukları hayatı anlatıyor.
Başlangıçta Murphy’nin oyuncak bebeği Evan Peters’ın varlığıyla vakit kaybetse de zamanla esas yeteneklere alan açmıştı Pose. Michaela Jaé Rodriguez, Dominique Jackson, Billy Porter, Indya Moore, Angelica Ross ve daha niceleri… Özellikle ikinci sezonuyla televizyon tarihine damga vurmuş bir iş. Bu siteye yolu düşenlerin çoğu da zaten izlemiştir. Ama hâlâ kendi bedeniyle bir anlaşmaya varamamış, yüksek sesle var olma cesareti bulamamış genç arkadaşlarımız varsa, ilk fırsatta Pose’u tüketmeli.
Bir zamanlar Netflix’te yer alan dizi artık hiçbir yerde yok. Umuyorum FX/Hulu ortaklığı sayesinde bir gün Disney+ kitaplığına uğrar.
33 Silicon Valley (2014-2019)

Beavis and Butt-Head ve King of the Hill’in yaratıcısı Mike Judge’ın kariyerindeki animasyon dışı tek diziydi Silicon Valley. Teknoloji milyarderlerinin dünyanın içine etmeye başladığı 2010’larda, Silikon Vadisi’ndeki endüstriyi acımasız bir parodiyle delik deşik ediyordu. Pied Piper adını verdikleri bir girişim şirketi kuran programcı ekibin, dev kuruluşlara karşı ayakta kalma mücadelesini altı sezon boyunca izledik. Bu süreçte dizi, tam beş kez üst üste En İyi Komedi Dizisi dalında Emmy’ye aday gösterildi.
Büyük yıldızlardan uzak durarak daha az bilinen isimlere yönelen Judge, Thomas Middleditch, Kumail Nanjiani, Matt Ross, Martin Starr ve Zach Woods’un kariyerlerini iyice parlatmış oldu. İzleyenlerin çok iyi bildiği üzere, bu ekibin bitmeyen anksiyeteleri her bölüme damgasını vuruyordu. Her sunum mu son dakikaya kalır, her işte mi bir pürüz çıkar be kardeşim? Ayrıca #MeToo döneminde TJ Miller’la ilişiğini uzatmadan kesmesiyle de takdirimizi toplamıştı dizi
Silicon Valley’nin bütün bölümlerini HBO Max’te bulabilirsiniz.
32 What We Do in the Shadows (2019-2024)

2014 tarihli aynı adlı filmin dizi uyarlaması olan What We Do in the Shadows, daha çok yeni veda etti televizyonlara. Aslında 2020’lerde daha çok iz bıraktığı için o listenin parçası olmaya adaydı ama ben başlangıç tarihini baz alarak buraya ekledim. Jemaine Clement’in yarattığı, Taika Waititi’nin de desteğini sunduğu yapım, biri Güney İranlı, biri eski İngiliz soylusu, biri Yunan kökenli olmak üzere yaşları toplamı 1500’ü bulan üç vampirin, enerji emici Colin Robinson ve insan yardımcıları Guillermo’yla Staten Island’da aynı evi paylaşmasını konu alıyordu. Bela peşinde koşan bu tuhaf ev halkı çağdaş zamana ayak uydurmaya çalışırken ortaya çıkan absürtlükler sayesinde biz de kahkahaya boğuluyorduk.
Büyük bir popüler hit olmasa da Silicon Valley gibi Emmy’de ciddi destek gören yapım, komedi efsanelerini konuk oyuncu olarak ağırladı. Hatta bir noktada Sofia Coppola ve Jim Jarmusch bile bu evrene uğradı. Altı sezonluk ömrü boyunca çizgisini hiç kaybetmeyen, mizahını istikrarlı biçimde sürdüren ve kadrosunun kusursuz komedi zamanlamasıyla parlayan What We Do in the Shadows, modern televizyonun en sağlam efsanelerinden biri olarak ekranlara veda etti.
What We Do in the Shadows’u Disney+’ta izleyebilirsiniz.
31 Getting On (2013-2015)

2009-2012 yılları arasında yayınlanan aynı adlı İngiliz dizisinin Amerikan uyarlaması Getting On, California’daki bir hastanenin çoğunlukla yaşlılara hizmet veren uzun süreli bakım ünitesinde geçiyordu. Dizi, koğuşun günlük işleyişinde görev alan personelin hayatlarını konu alıyor. Peki kim bu merkezdeki ekip? Başhekim rolünde Laurie Metcalf, başhemşire olarak Alex Borstein, denetleyici hemşire Mel Rodriguez ve dizinin esas yıldızı Niecy Nash.
Sinir bozucu derecede komik bir üslubu olan dizinin orijinali Jo Brand, Joanna Scanlan ve Vicki Pepperdine’den oluşan ikonik bir üçlüye sahipti. O yüzden Amerikan versiyonunun da onların yerini dolduracak kadar güçlü oyuncular bulmuş olması büyük bir başarı. Yeterince izleyiciye ulaşamayan Getting On, Oscar adaylığı sonrası dikkat çeken June Squibb’e de unutulmaz bir rol fırsatı sunmuştu ilk sezonunda. Mizahi başarısının ötesinde, sağlık çalışanlarının kasvetli çalışma ortamı ve iş hayatının acımasızlığı üzerine de keskin bir pencere açmayı başardığı söylenebilir dizinin.
Bir HBO dizisi olmasına rağmen ne yazık ki şu an HBO Max kitaplığında yer almıyor.
30 Mindhunter (2017-2019)

Uzun süredir alıştığımız tarzında dişe dokunur bir film çekmeyen David Fincher’ın sadık takipçilerini fazlasıyla doyurduğu bir iş oldu Mindhunter. Netflix’in en kayda değer dizilerinden biri olarak anılabilecek yapım, bütçesinin yüksekliği yüzünden ikinci sezonunu bile zorlukla görebildi ve ardından rafa kaldırıldı. Ana akım hikâye kuraklığının yaşandığı bir dönemde seri katillere yönelen Fincher, bildiği sularda yüzerek 1970’lerin sonunda FBI’ın Davranış Bilimleri Birimi’nin kuruluşunu ve suç profilleme yöntemlerinin gelişimini Jonathan Groff’un önderliğinde anlattı.
Tüyler ürperten katillerinin karşısına Groff haricinde Holt McCallany ve Anna Torv’u diken dizi hem televizyonun sunduğu özgürlük sayesinde bu kadar detaylı işlenebildiği hem de sinematik kalitesiyle bir filme yaraşacak düzeyde olduğu için bambaşka bir yere kondu seyirci tarafından. Düşük tansiyonlu ama sürekli gerilimli anlatımıyla hepimizi koltuklarımıza çiviledi. Buna rağmen yalnızca Cameron Britton’ın Emmy adaylığıyla yetinilmiş olması hâlâ iç acıtıcı. Bugünden bakınca, Mindhunter’ın kıymetinin bilinmemesi daha da sinir bozucu geliyor.
Mindhunter’a Netflix’ten ulaşabilirsiniz.
29 Orange Is the New Black (2013-2019)

Netflix’in televizyon devrimindeki en kritik dönemeçlerinden biri Orange Is the New Black. Sadece platforma abone olmayı cazip kılmakla kalmadı, aynı zamanda televizyonun nasıl görünebileceğine dair yeni bir vizyon sundu. Fırsat eşitliği konusunda açtığı alan, kuir kadın temsiline getirdiği çığır ve çeşitliliği merkeze alan bakış açısıyla dönemin en yenilikçi işlerinden biriydi. Jenji Kohan imzalı yapım, eski sevgilisi yüzünden hapse giren Piper Chapman üzerinden başlayıp yedi sezon boyunca içerideki kadınların birbirine geçen hikâyelerine bağımlı hâle getirdi hepimizi. Amerika’nın içi boş rüyalarının, sistemsel çürümüşlüğünün de bir röntgenini çekti aynı anda.
Uzo Aduba, Danielle Brooks, Samira Wiley gibi isimleri dünya sahnesine taşıyan, Kate Mulgrew ve Natasha Lyonne’un yeteneklerini hatırlatan Orange Is the New Black, listedeki pek çok yapımın aksine büyük ödül gruplarından hak ettiği ilgiyi gördü zamanında. Bugün hâlâ televizyon ya da sinemada karşımıza çıkan sayısız yüz, ilk çıkışını bu koğuşlardan yaptı. Eşine kolay kolay rastlanmayacak, jenerasyonel bir kasting harikası olarak televizyon tarihine geçti.
Orange Is the New Blacki Netflix’ten izleyebilirsiniz.
28 Animals. (2016-2018)

Kimsenin izlemediği animasyonlara olan zaafım sayesinde keşfettiğim Animals, bağımsız bir üretimken HBO tarafından satın alınmıştı. Her bölümde farklı hayvanların merkezde olduğu, doğaçlamaya yaslanan komedisiyle bambaşka bir dünya kuruyordu. İnsanların yozlaşmışlığına ve kayıtsızlığına, aynı evrende yaşayıp bu düzeni izlemek zorunda kalan hayvanların gözünden bakıyordu Phil Matarese ve Mike Luciano’nun yarattığı bu iş. Konuk seslendirme sanatçılarının da birbirinden ünlü isimlerden oluşması cabası.
Özgünlüğünü ifade etmesi zor bir dizi Animals. Ne hikâye işleyişinde, ne mizahi yaklaşımında, ne de animasyon stilinde benzerine rastlamak mümkün. Hatta bazı bölümlerinin pandemi öncesi dönemde, yaşadığımız geleceği sezmiş gibi hissettirdiğini söylemek abartı olmaz. Hem dünyada olana bitene bu kadar kafayı takıp, hem de hiçbir şey umurunda değilmiş gibi davranabilmek de ayrı bir başarı örneği.
Yine bir HBO dizisi olmasına rağmen, ne yazık ki Animals da HBO Max kitaplığında bulunmuyor.
27 The Crown (2016-2023)

Kraliyet ailesi üzerine yapılmış en iyi film The Queen’in de senaristi Peter Morgan’ın imzasını taşıyan antolojik proje The Crown, altı sezon boyunca hem Kraliçe II. Elizabeth ve ailesi hakkındaki tüm sorularımıza yanıt verdi hem de birbirinden kıymetli oyunculara teslim ettiği rollerle bir televizyon şöleni sundu. Prens Philip’i anlamamızı sağladığı, Prens Charles’ı ise gereğinden fazla yakışıklı gösterdiği için kızıyor olsak da, sadece Margaret’ın uğradığı haksızlıkları tüm çıplaklığıyla sergilemesi bile diziye sınırsız kredi tanımamız için yeterli.
Olivia Colman ve Imelda Staunton’ı gölgede bırakacak kadar etkileyici bir Elizabeth yorumu sunan Claire Foy, belki de dizinin en büyük kazanımı oldu. Öylesine dev bir yetenek ki The Crown da bunun farkında olduğundan ilk göz ağrımızı her fırsatta yeniden ekrana taşıdı. Kraliçenin ölümünün dizinin final sezonuna denk gelmesi ise, kurmaca ile gerçeğin çarpıcı biçimde kesişmesini sağlayarak bu epik projeye yaraşır bir final armağan etti. Balmoral’dan Aberfan’a, Diana’dan Thatcher’a, son 60 yılın İngiliz tarihini de hep birlikte yalayıp yutmuş olduk.
The Crown’ı Netflix’ten izleyebilirsiniz.
26 Derry Girls (2018-2022)

Hazır Thatcher demişken, gelmiş geçmiş en iyi geleneksel komediler arasında zirveye oynayabilecek Derry Girls’ü de anmadan geçmek olmaz. Doksanların Kuzey İrlanda’sında, Thatcher’ın perişan ettiği bir ekonomi ve IRA’nın gölgesinde, kendi büyüme sancılarına çözüm arayan bir grup liseliyi anlatıyor bu şahane dizi. Katolik okulunun renkli öğrencileri, baş rahibesi ve merkezdeki arkadaş grubuyla tam bir renkli karakter resmi geçidi sunuyor.
Çoğu seyircinin Nicola Coughlan’a hayran olarak bağımlısı olduğu yapım, neredeyse tüm ana kadrosunu sonrasında başarılı televizyon projelerine taşıdı. Elbette Coughlan’ın Doctor Who özel bölümünden Bridgerton’a uzanan ünüyle kimsenin yarışamadığını belirtmek gerek. Şöhreti arttıkça Liam Neeson gibi dev İrlandalı yıldızları da konuk etmeyi başaran yaratıcısı Lisa McGee, şimdilerde yeni projesi How to Get to Heaven from Belfast ile merak uyandırıyor.
Derry Girls’ü Netflix’ten izleyebilirsiniz.
25 Game of Thrones (2011-2019)

Aynı gün, aynı saatte tüm dünyayı televizyona kilitleyen son dizi oldu Game of Thrones. Gerçek anlamda bir kültürel fenomen… Yalnızca sinema filmlerine yakışacak bütçeleri cebe koymakla kalmadı, televizyon ve sinema arasındaki sınırları da iyice bulanıklaştırdı. George R.R. Martin’in okuması keyifli olmasa da uyarlamasıyla başka bir soluk kazanan seri, HBO önderliğinde televizyonun el artırması için bahane oldu, streaming ekonomisinin de çehresini değiştirdi.
Her sezonuyla seyirci sayısını katlayan, dünyaya sayısız yeni yıldız kazandıran ve popüler kültüre Hodor’undan Lannister şakalarına, Kırmızı Düğün’ünden kellesi kucağına düşen Sean Bean’ine kadar pek çok şey armağan eden bir devdi. Ancak final sezonunun yarattığı hayal kırıklığının eşi benzeri yok. Bu kadar yükselmişken seyircisini aptal yerine koyarak mirasını biraz zedeledi ve hafızalara “kötü finalli” dizilerin en meşhuru olarak kazındı.
Game of Thrones’u HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
24 Crazy Ex-Girlfriend (2015-2019)

Bir müzikal komedi dizisi nasıl yazılır, nasıl çekilir, nasıl oynanır dersi olarak nitelendirebiliriz Crazy Ex-Girlfriend‘i. Sahne tozu yutmuş efsanelerin de eşlik ettiği yapımda yaratıcı ve başrol Rachel Bloom, lise yaz kampında aşık olduğu oğlana kavuşma hayaliyle New York’taki hayatını ve kariyerini bırakıp West Covina, California’ya taşınan bir kadını oynuyor. Avukat Rebecca’nın filmlere, özellikle de müzikallere yaraşır aşkını açtıkça onun “delirmediğine” ikna olmak için de çaba harcamamız gerekiyor.
“You ruined everything, you stupid bitch!” dizeleriyle çağdaş edebiyata yüksek katkılarda bulunan dizi, herkesin damak tadına göre değil belki. Ama içindeki neşeyi saklayamayan, renklerini göstermekten korkmayan, seçilmiş ailesinin atanmışlardan daha değerli olduğunu bilen herkese hitap ettiği kesin. Rebecca’nın rüyasından uyanıp gerçeklerle yüzleştiği viraj ise on milyon fil gücünde. Kahkahaların hemen ardından gelen dipsiz bir depresyona hazır olun!
Ne yazık ki Crazy Ex-Girlfriend’i Türkiye’de izleyebileceğiniz yasal bir platform bulunmuyor.
23 Watchmen (2019)

Zack Snyder’ın uyarlamasını gölgede bırakarak çizgi romandaki olayların 34 yıl sonrasına, alternatif bir gerçekliğe yönelen Watchmen, hem eleştirmenlerden gördüğü zirveyle hem de ödül sezonundaki başarısıyla televizyon tarihine geçti. Tam da Black Lives Matter hareketinin arifesinde gelen yapım, beyaz üstünlüğüne inanan bir grubun “ırksal adaletsizlik” bahanesiyle toplumda bilgi kirliliği yaratıp faşist şiddete başvurduğu, siyahların ise farklı biçimlerde örgütlenerek karşılık verdiği bir dünyayı anlatıyordu.
Regina King ve Jeremy Irons’ın yanı sıra Hong Chau, Tim Blake Nelson, Yahya Abdul-Mateen II ve Jean Smart gibi isimlerin de parladığı kadrosuyla Watchmen, MAGA şapkasıyla yaşayan kitleleri nasıl kudurttuysa bizleri de aynı ölçüde büyüledi. Damon Lindelof’un elini değdirip de kötü çıkan bir projeye henüz rastlamadık zaten: Lost, The Leftovers, Mrs. Davis… Yakında DC evreninden Lanterns ile dönmesini de iple çekiyoruz.
Watchmen’i HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
22 Boardwalk Empire (2010-2014)

1920’lerin Amerika’sında, yasakların ve yozlaşmanın gölgesinde geçen Boardwalk Empire, The Sopranos’dan tanıdığımız Terence Winter’ın kaleminden çıktı. İlk bölümünü yöneterek dizinin görsel kimliğini de belirleyen Martin Scorsese’nin adını görünce zaten teslim olmuştuk diziye. Atlantic City’de siyasi gücünü mafya ve hükümetle ilişkilerinde sonuna kadar kullanan Enoch “Nucky” Thompson üzerinden dönemin çürümüş ekonomisini anlatırken, aslında bugüne de ayna tutuyordu. Yayınlandığı dönemde çok şey söyledi ama Amerika’nın gidişatını düşününce Boardwalk Empire bile fazla iyimser kalmış gibi.
Steve Buscemi’nin tüm hünerlerini döktüğü başrol, aynı zamanda gölgede kalan pek çok oyuncuya da parlayacak fırsatlar sundu. Michael Stuhlbarg, Stephen Graham, Kelly Macdonald, Michael Shannon, Michael Pitt, Charlie Cox ve Jack Huston ilk akla gelenlerden. Game of Thrones dizilerin ölçeğini genişletip çıtayı başka bir noktaya taşımış olabilir ama HBO cephesinde Boardwalk Empire, Deadwood’un yolundan giderek dönem dizisi denince rakipsiz bir referans hâline geldi.
Boardwalk Empire’ı HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
21 Please Like Me (2013-2016)

Kendi şarkılarını yazıp gitarıyla söyleyen müzisyenlere benzetiyorum, kendi hikâyelerini yazıp tüm yaratıcılığıyla ekrana taşıyan yazarları. Avustralyalı komedyen Josh Thomas da onlardan biri. Kuir kimliğiyle barışma sürecini, mental sağlık sorunlarıyla boğuşan annesiyle ilişkisini ve yetişkinliğe doğru sancılı adımlarını Please Like Me’de anlattı. Daha sonra Everything’s Gonna Be Okay ile benzer temaları kurcalamaya devam etse de, Y kuşağının sesini en berrak hâliyle duyurduğu yer burasıydı.
İrili ufaklı tüm ilişkileriyle yirmili yaşların evrensel bir özeti gibiydi dizi. Ayrıca Thomas, dünyaca ünlü olmadan önce Hannah Gadsby’ye de ekranda yer vererek onun yolunu açmış oldu. Bugün Netflix’te Nanette ve Douglas’ı izleyebiliyorsak biraz da Please Like Me sayesinde. Keşke aynı kitaplıkta Josh Thomas’ın kusursuz “coming of age” dizisine de yer bulabilsek.
Please Like Me, Türkiye’de herhangi bir platformda bulunmuyor.
20 Episodes (2011-2017)

Friends ekibinden çıkan en parlak iş, hiç kuşkusuz Episodes oldu. Courteney Cox’ın Cougar Town’ını bu listeyi yaparken değerlendirmeye alsam da, hiçbiri Matt LeBlanc’ı kendisinin daha kaba, daha egolu, daha narsist bir versiyonu olarak izlediğimiz bu Hollywood hicvi kadar etkili olamadı. Gözden düşmüş yıldızların hâllerini tiye alan ve stüdyo sisteminin bütün saçmalıklarını masaya seren yapım, The Studio’nun da atalarından birisi. Streaming ve TikTok çağından hemen önce ekrana gelmesi ise diziyi bugün “müzelik” kıymete sahip kılıyor.
Friends’in yaratıcılarından David Crane’in imzasını taşıyan dizide hikâye, BAFTA ödüllü bir sitcom’un haklarının Amerikalı bir kanal tarafından satın alınmasıyla başlıyor. Los Angeles’a gelen senarist çift, uyarlama sürecinde hem tüm kreatif söz haklarını kaybediyor hem de Matt LeBlanc gibi bir “belayla” uğraşmak zorunda kalıyor. Eğlence sektörünün perde arkasını bu kadar komik ve acımasız anlatabilen dizilerin ilki olmasa da, en iyilerinden biri.
Episodes ne yazık ki Türkiye’de herhangi bir platformda yer almıyor.
19 Atlanta (2016-2022)

Community sıralarından mezun olur olmaz kendini hem müzikte hem de televizyonda yeni ufuklara adayan Donald Glover, Atlanta ile kült bir televizyon klasiğine imza attı. Irk, sınıf, kimlik ve Amerikan rüyası denilen yalan gibi temel başlıklara Afro-sürrealist bir mercekten yaklaşan dizi, Atlanta hip hop sahnesiyle açılıp dört sezonda bambaşka yerlere uzandı.
LaKeith Stanfield ve Brian Tyree Henry gibi oyuncuların Oscar adaylıklarına varan kariyerler inşa etmesine önayak olurken, siyah anlatıcıların televizyona katabileceği yeni bakış açılarına da alan açtı dizi. Glover’ın hem kamera önünde hem de arkasında sürdürdüğü bu ısrar, perspektif ve fırsat tartışmalarına son noktayı koydu da denilebilir. Bir daha Atlanta gibi bir dizi gelmeyecek, gelse de kimse dünyaya Glover’ın baktığı yerden bakamayacak. İlk uzun metrajı için (Bando Stone & the New World’ü saymıyorum.) kamera arkasına geçeceği günü iple çekiyorum.
Atlanta’ya Disney+’tan ulaşabilirsiniz.
18 The Marvelous Mrs. Maisel (2017-2023)

Gilmore Girls’den tanıdığımız Amy Sherman-Palladino’nun hızlı, ritimli diyaloglara dayalı tarzına tam oturan The Marvelous Mrs. Maisel, 1950’lerde geçiyor. Varlıklı Yahudi bir ailenin kızı olan Midge, amatör komedyen kocasının sahnesi sonrası terk edilişinin ardından stand-up kariyerine kendi başına adım atıyor. Arkasıysa gönül serüvenleri, giderek büyüyen bir kariyer ve bugünün sahnesine uzanan izdüşümlerle dolu gerçek bir curcuna.
Rachel Brosnahan ve Alex Borstein’ın başını çektiği kadro, diziye sayısız ödül ve adaylık kazandırdı. İlk bölümlerde komedisi dönemine uygun, biraz “uslu” görünse de Sherman-Palladino’nun açtığı evren giderek genişliyor. Tıpkı Gilmore Girls’ün anne-kızına bağlandığımız gibi Midge’den de kopmak mümkün olmuyor. Üstelik vedası da kolay kolay unutulacak türden değil. Televizyon tarihinin en iyi final sezonlarından birini izletti bizlere The Marvelous Mrs. Maisel.
Diziyi Prime Video’dan izleyebilirsiniz.
17 The Night Of (2016)

Peter Moffat imzalı İngiliz dizisi Criminal Justice’in ilk sezonundan Steven Zaillian ve Richard Price tarafından uyarlanan sekiz bölümlük mini dizi The Night Of, zaten bu isimler sayesinde bir beklenti yaratıyordu. Kötü çıkması da pek mümkün değildi. Ancak Riz Ahmed’i bir anda starlığa taşıyacağını ve John Turturro’ya kariyerinde âdeta ikinci bir bahar yaşatacağını çoğumuz öngörmemiştik. Post-11 Eylül döneminde beyaz kurtarıcı anlatılarına tokat gibi bir cevap niteliği taşıyan yapımda iki oyuncu da Emmy adayı oldu. Ahmed ise ödülü evine götürdü.
Hikâye, Pakistan kökenli Amerikalı bir öğrencinin babasının taksisini çalarak gittiği partiden sonra tanıştığı genç kadının evinde sabah uyandığında onu bıçaklanmış hâlde bulmasıyla açılıyor. Cinayetle suçlanan gencin savunmasını da John Turturro’nun canlandırdığı avukat üstleniyor. Keskin kurgusu, atmosfere tam oturan sinematografisi ve zekice yazılmış senaryosuyla The Night Of, 2010’ların kaçırılmaması gereken suç dramalarından biri.
The Night Of’u HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
16 Review (2014-2017)

Hayatın her deneyimini eleştirme iddiasıyla yola çıkan Forrest MacNeil’ın (Andy Daly) reality şov kılığındaki serüvenlerini anlatan Review, “mockumentary”nin tüm imkânlarını absürtlüğün sınırına kadar zorluyor. Avustralya’dan alınan format hırsızlıktan ırkçı olmaya, boşanmaktan glory hole deneyimine, eşcinselliği “tedavi etmekten” cinayet işlemeye kadar akla hayale gelmeyecek denemeleri puanlatıyor kahramanına. Tam da bizim Kakça ilhamlı kara sakallı barbar Gaspar Noé sürüsü erko eleştirmenlerimize ders niyetine izletmelik.
Nathan for You ile aynı döneme denk geldiği için ayrı bir pencereden bakmak kolay değil. Ancak Review başından sonuna kurmaca sınırında gezinmeyi başararak sitcom olmanın temel kuralına sadık kalıyor. Andy Daly’nin sinir bozucu derecede iyi performansı da diziyi unutulmaz kılan temel etken. Comedy Central’ın 2010’larda yaşadığı altın çağın en parlak parçalarından biri kuşkusuz bu yapım. Tek pişmanlığım, aynı dönemin yıldızı Key & Peele için vakit ayırmamış olmam.
Bu diziyi de Türkiye’de yasal yollarla izleme imkânı yok.
15 The Other Two (2019-2023)

Tüm “endüstri” hicivlerinin hem en serti hem de en acımasızı olan The Other Two, Saturday Night Live senaryo odasından çıkan Chris Kelly ve Sarah Schneider’in imzasını taşıyor. Dizide, biri aktör, diğeri eski profesyonel dansçı olan Cary ve Brooke’un 13 yaşındaki kardeşi Chase, internette aniden şöhrete kavuşunca hayatları tepetaklak oluyor. Anne ve aile fertleri de bu yeni dengelere ayak uydurmak zorunda kalıyor.
Milenyal dertleri merkeze alırken, popüler kültüre köle olmaktan utanmayan şakaların havada uçuştuğu bir yapım The Other Two. Ne yazık ki hak ettiği kadar izlenmedi, ama yine de son sezonuyla Emmy’nin senaryo dalında kendini gösterdi. Gerçeklikten tamamen kopmuş gibi görünse de, üzerinden çok zaman geçmemesine rağmen Hollywood’un saçmalıklarını tam anlamıyla yansıtıyor tıpkı 30 Rock gibi. Biraz hayal gücümüzü açarsak, Cary Dubek ile Jenna Maroney’nin karşılaşmasını görmek bile mümkündü sanki.
İkinci sezonuyla HBO Max’e geçen dizi, platformun Türkiye’deki kitaplığında ise yer almıyor.
14 Better Things (2016-2022)

Louis C.K.’in ne kadar berbat biri olduğu anlaşılmadan önce başlayan ama kısa sürede onsuz da yoluna devam eden Better Things, birkaç büyük başarısıyla akıllarda. Birincisi Pamela Adlon’ın yaratıcı zekâsının ne kadar derin ve zengin olduğunu kanıtladı. İkincisi, üç kız çocuğunu büyüten bekar bir anneyi klişelere düşmeden, son derece kompleks bir dünyayla ekrana taşıdı. Üçüncüsü de bugün Oscar sahibi olan Mikey Madison’ı seyircinin radarına soktu.
Tüm kaosu, feminist coşkusu ve bitmek bilmeyen enerjisiyle Better Things kolayca kategorize edilemeyecek kadar özgün. Çalışan annelerin yalnızca kızları değil, her cinsiyet kimliğinden evlatları kendine tanıdık bir şey bulabiliyor bu hikâyede. Hele kardeşi olanların fark edeceği ayrıntıları tahmin dahi edemiyorum. Böylesine küçük görünen bir evrenden kocaman hayat dersleri çıkarmayı başaran dizi, beş sezon boyunca da çizgisini hiç bozmadı, hiç üzmedi.
Better Things’i Disney+’tan izleyebilirsiniz.
13 Girls (2012-2017)

2010’ları konuşup da Girls’ten bahsetmemek, 2000’ler sohbetinde The Sopranos ve Six Feet Under’ı es geçmekle eşdeğer olur. Lena Dunham’ın yaratıcılığında, Judd Apatow desteğiyle HBO ekranlarına gelen dizi, Y jenerasyonunu en iyi temsil eden yapımlardan biri hâlâ. Dörtlü arkadaş grubunun her bir üyesi abartılı biçimde bir fenotipi temsil etse de, Girls bu mübalağanın altında ezilmeden hem zamanını yakaladı hem de hızla “zamansız klasik” statüsüne ulaştı.
Adam Driver ekibin en çok parlayan yıldızı olduğundan onu anmak yeterli olacaktır, ancak kadroya yolu düşen diğer isimlere de göz atmanızı özellikle tavsiye ederim. Tüm ana karakterlerin beyaz olması tabii ki de New York’ta geçen dizinin en büyük eksisi. Dunham’ın büyüdüğü çevreye sıkışıp kaldığını gösteren bu “beyaz dünya” için mazeret aramaya gerek yok. Bunun dışında, selefi Sex and the City’nin aksine ahlakçılıktan ve fobik tavırlardan uzak durmasıyla, bütün artı puanları da yazdırıyor hanesine.
Girls’ün tüm bölümlerini HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
12 The Americans (2013-2018)

Keri Russell ile Matthew Rhys’in hayatlarını birleştirmelerine vesile olan The Americans, ekranın unutulmaz efsanelerinden biri oldu. Soğuk Savaş döneminde geçen dizi, banliyöde sıradan bir evli çift gibi yaşarken, FBI ajanı komşularının gözü önünde faaliyet gösteren iki Sovyet istihbarat ajanını anlatıyordu. Altı sezon boyunca heyecanı hiç düşmeyen yapım, seyircisini öylesine ustaca manipüle etti ki mutlu bir son ihtimaline de salak gibi inandık, biliyor musunuz?
Dönemin politik iklimiyle Jennings çiftinin evliliğini paralel izleklerde kurgulayan dizi, Rhys’e son sezonunda bir Emmy de kazandırdı. 2010’ların televizyon dramalarını anlamak için çok doğru bir başlangıç noktası olduğunu da belirtmek gerek. Yetişkinler için yazılmış, sinemayı tamamen terk etmiş bir anlatım üslubuyla performans, diyalog ve olay örgüsünü aynı potada dengeleyen dört dörtlük bir yapım.
The Americans’ı Disney+’tan izleyebilirsiniz.
11 BoJack Horseman (2014-2020)

Raphael Bob-Waksberg’in, yalnızca hassas kalpleri değil bütün ıssız ruhları da yörüngesine çeken ve paramparça eden BoJack Horseman, 2010’ların en büyük televizyon klasikleri arasında. Netflix’in Orange Is the New Black ve House of Cards ile başlayan iddiasına eşlik eden dizi, konuşan hayvanlarla depresyon, travma, bağımlılık, ölüm, cinsellik, kürtaj, ebeveynlik ve sosyal adaletsizlik gibi ağır temaları masaya yatırabileceğini kimseye hayal ettirmemişti.
Evet, ilerleyen sezonlarda seyircisini manipüle eden bir “travma tacirliği” de sezinliyorum. Ama yüksek sesli kahkahaların yanında bütün trajedilerini böylesine incelikle işlediği için görmezden geldim ben hepsini. Bu arada, sırf daha fazla canım acımasın diye final sezonunu hâlâ izlemediğimi de ekleyeyim. Bugün bile finalde ne olduğuna dair bir fikrim yok.. Yazı biter bitmez kendimi yine BoJack’in kucağına atabilirim. Çünkü back in the 90’s, he was in a very famous TV show.
BoJack Horseman’ı Netflix’ten izleyebilirsiniz.
10 Looking (2014-2016)

Pandemi günlerinde But Perşembe serimin başrolü olmasının yanı sıra, kendimi kabullenme sürecimde RuPaul’s Drag Race kadar rol oynayan bir diziydi Looking. Russell Tovey hayranlığımın da fitilini ateşleyen yapım, kuir anlatıların prensi Andrew Haigh’in imzasıyla huzurlarımıza ulaştı. San Francisco’da yaşayan bir arkadaş grubunun hikâyeleri üzerinden şehrin LGBTİ+ gündelik yaşamını ve ilişkilerini tüm doğallığıyla ekrana taşımıştı Haigh.
İki sezon boyunca “Richie mi, Kevin mi?” diye Jonathan Groff’la cebelleştiğimiz dizi acı bir şekilde iptal edilince kapanışını bir filmle yaptı. Türkiye’de kuir yapımlara karşı açılmış “aile yılı” savaşında adı geçen yapımlardan da biri oldu maalesef. O yüzden hâlâ erişilebilirken, Haigh’in abartısız kamerasına geç kalmadan kavuşmanız ve kuir neşenizi dört bir yana saçmak için bahane olarak kullanmanız tavsiye edilir.
Ne dizi ne de film, henüz HBO Max kitaplığını terk etmiş değil.
9 Schitt’s Creek (2015-2020)

Levy ailesinin Kanada komedi sahnesine ve elbette tüm dünyaya armağanı Schitt’s Creek, hit statüsüne geç kavuştu ama pandeminin ortasında sayısız Emmy ödülüyle taçlandı. Servetini kaybeden bir ailenin, alışık olmadıkları mütevazı yaşam koşullarına ayak uydurmaya çalışmasını anlatıyor. Baba Johnny, eşi ve eski pembe dizi yıldızı Moira, bencil çocukları David ile Alexis ve şaka olsun diye alınmış, Kanada’nın ücra bir köşesindeki motel…
Eugene Levy ve Catherine O’Hara gibi iki efsanenin zaten takdime ihtiyacı yok. Ancak dizinin yan rollere de olağanüstü isimler yerleştirmesi sayesinde yürüdü bu fiyakalı gemi. Tüm kargaşanın içinde Ted ve Patrick gibi televizyon tarihinin en tatlı aşıklarınıyaratmayı başarması da cabası. Hele “Simply the Best” performansı hâlâ kalbimin zirvesinde. Eski sevgilimle ortak dizimiz olduğu için ayrılıktan sonra son sezonunu sadece izlerken değil, yazarken de gözyaşlarıma engel olamamıştım. Kanıtı için sizi şuraya alayım.
Türkiye’de herhangi bir platformda bulunmuyor.
8 Fleabag (2016-2019)

Phoebe Waller-Bridge zatı şahanelerini hayatımıza sokan Fleabag, yalnızca 12 bölümle dizi tarihine öyle bir kazıdı ki adını, internette nereye adımımızı atarsak atalım “It’ll pass.” cümlesinden kaçamadık. Londra’da yaşayan, öfkesini nereye koyacağını bilemeyen genç bir kadının hikâyesini anlatıyor dizi. Tabii zamanla bu öfkenin kaynaklarını öğreniyor, yasın farklı bedenlerde nasıl tezahür ettiğini izliyoruz. Bu sırada dördüncü duvar sürekli yıkılıyor, iç ses dışa taşıyor ve benzersiz bir anlatımı deneyimi yaşatıyor Fleabag.
Nerede izlesek bayıldığımız Olivia Colman’ı sevmememiz için yazılmış üvey anne rolünde izlediğimiz yapımın nasıl da devasa bir kültürel fenomen olduğunu belirtmeme gerek yoktur sanıyorum ki. Evine internet bağlatılan neredeyse herkes izledi artık Fleabag‘i. Ama ikinci sezonunun, tiyatro sahnesine yaraşacak matematikteki bölümlerine ayrı bir parantez açmak gerek. Hepsi kendi başına ders niteliğinde. İkinci sezonunda Andrew Scott’ın sahneye girmesiyle etkisini de büyüten yapımın hayatımıza “Hot Priest” kavramını soktuğu da unutulmasın.
Fleabag’i Prime Video’dan izleyebilirsiniz.
7 Enlightened (2011-2013)

Mike White, The White Lotus’tan çok önce Laura Dern’le kafa kafaya verip Enlightened’ı yarattığında, HBO iptalleriyle ünlü bir dönemindeydi. Dolayısıyla eleştirel başarısına rağmen şansı hiç yaver gitmedi ve iki sezonda terk ettiği ekranları. Daha 2010’ların başında bütün cevherlerini bu dizi sayesinde sergileyen White, yaşadığı devasa çöküşün ardından yeniden toparlanmaya çalışan bir kadını anlatıyor. İdealist ama saf, sosyal becerileri kısıtlı Amy Jellicoe rolünde de tahmin edebileceğiniz üzere Laura Dern’ü izliyoruz.
İklim krizinden tutun da kapitalist düzenin kurucularına duyduğu nefrete ve sınıf kinine kadar, bugüne de ışık tutan meselelerle ilgilieniyordu Enlightened. En büyük talihi Laura Dern elbette. Kreatif katkısı haricinde annesi, efsanevi aktris Diane Ladd’i de beraberinde getiren Dern, neredeyse kariyer performansını çıkardı bu projede. Sanıyorum yakın televizyon tarihinin iptaline üzülmekle kalmayıp çok da sinirlendiğim tek işi. Keşke White ve Dern el ele verse de, The Comeback misali bir uğrasalar üçüncü sezonla televizyonlarımıza.
Bir HBO dizisi olmasına rağmen Enlightened, HBO Max kitaplığında yer almamakta.6 Succession (2018-2023)

Üzerine söylenmedik söz kalmadı belki ya, hadi âdet yerini bulsun bakalım. Şekspiryen bağımlılığımız, King Lear referansı bol şahanemiz, Kieran Culkin’in Oscar’ına yol yapan, Jeremy Strong ve Sarah Snook’un yıldızlarını parlatan Emmy fatihimiz de modern televizyonun en parlak yıldızlarından biri. Kadrosundan Ekin Koç’un da geçtiği dizi, 2020’lerin de önemli bir kısmına damgasını vurdu. Bu global etkiye rağmen henüz benzerlerine çok sık rastlamıyor olmamız da garip. Ama bu da Jesse Armstrong’un marifeti işte. Kimse onun kadar iyi bir dizi yazamayacağını biliyor.
Finalinden pek emin olmasam da kusursuzca tasarlanmış ve tekdüzeliği içerisinde bile seyircisini gafil aflamayı başaran diziyi aşırı zenginlerin taht kavgası olarak özetlemek mümkün. Hikayenin Murdoch ailesiyle taşıdığı paralellikler üzerinden hâlâ spekülasyon yaratılmakta. Ama yani bir benzetmeye ihtiyaç duymadan da şahane ve benzersiz bir iş olduğu için övmekle yetinebiliriz sanki hep birlikte. Hadi biriniz uzansın, Nicholas Britell’in o şahane jenerik müziğini açsın da havamızı bulalım!
Succession’ı HBO Max’ten izleyebilirsiniz.5 Better Call Saul (2015-2022)

Televizyonun çehresini değiştiren Breaking Bad evreninin parçası Better Call Saul, bir “yan ürün” olarak başladığı yolculuğunu öyle bir noktaya taşıdı ki öncülünün gölgesinden sıyrılıp başlı başına bir klasik oldu. Breaking Bad’de tanıdığımız Saul Goodman’ın (Bob Odenkirk) geçmişine, yani Jimmy McGill’in hikâyesine dönüyoruz. Daha en başından bu adamın Saul’a nasıl dönüşebileceğine dair soruları önümüze bırakan dizi, adım adım büyük değişimin ve çöküşün sebeplerini gösterdi.
Bize Kim Wexler’ı ve Rhea Seehorn’un unutulmaz performansını armağan eden yapım, zamana yayılmış trajik bir hayat hikâyesinden, yine çoğu zaman düşük tansiyonda bir taşyapıt ve televizyon klasiği çıkarmayı bildi. Breaking Bad hayranlarını üzecek belki ama, Better Call Saul çok daha iyi yazılmış ve tasarlanmış bir iş. Gilligan ve ekibi, bir önceki işlerinde edindikleri tecrübeyle Bob Odenkirk’ün döktürdüğü bu dizide zirveye ulaştı. Yayın hayatı boyunca tek bir Emmy kazanamaması ise televizyon tarihinin en büyük ayıplarından biri.
Better Call Saul’u Netflix’ten izleyebilirsiniz.
4 Barry (2018-2023)

Saturday Night Live mezunlarına zaafım var ama Bill Hader’ın yeri hep ayrı. SNL’deyken bile niş taklitleriyle sınırlı bir kitleye oynayan Hader’ın, sinema estetiğine göz kırpan Barry gibi karanlık bir işle kariyerini sürdürmesine hiç şaşırmamıştım. Eski bir deniz piyadesi ve tetikçi olan Barry’nin, Los Angeles’ta bir görev sırasında kendini bir oyunculuk dersinde bulması ve PTSD’sine kulak vererek yeni bir hayata yelken açma çabası var dizinin merkezinde.
Her bölümü sinema filmi kıvamında olan Barry, finaline doğru adeta şaha kalktı. “Komediye uzak” diye gülmediğimizi sanmayın. Henry Winkler, Sarah Goldberg ve Anthony Carrigan kara komedinin tüm bereketinde sonuna kadar yararlanıyor dizide. Hader’ın suç ortağı Alec Berg’le geliştirdiği yapım, pandemi yüzünden verdiği arada da çok güzel olgunlaştı ve sanki tam da bu dönemde formunun zirvesine ulaştı. Sırf son iki sezonu için bile sıfırdan izleyebilirim.
Barry’i HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
3 Veep (2012-2019)

Mizah ne için yapılır, komedi neden vardır, zamanın ruhu nasıl yakalanır? Veep bu sorulara verilecek en iyi cevaplardan biri. Politik olmayı geçtim, direkt Beyaz Saray’dan seslenen yapım, The Thick of It‘te dirsek çürütmüş ekibin ellerinden çıkma ve ABD’nin kurmaca Başkan Yardımcısı Selina Meyer’ın politik varlık mücadelesini anlatıyor. Meyer’ın absürt biçimde başkanlığa yükselişi, birbirinden saçma olaylar dolu kampanya süreci ve yine komedi hazinesi niteliğindeki sonuçlar… Trump öncesi dönemde Trump gibilerini öngören bir televizyon efsanesi diye de özetleyeyim.
Julia Louis-Dreyfus’un yalnızca kariyerinin değil, son 50 yılın en büyük komedi performanslarından birini sergilediği Veep, Emmy rekorlarıyla da hafızalara kazındı. Ödüller almasa da seyirci tarafından tescillenirdi gerçi. Hâlâ herhangi bir bölümünü açıp kahkahalarla izlemek, konfor ihtiyacı duyduğumda başvurduğum rutinlerimden biri. Tony Hale ile Louis-Dreyfus’un tuvaletteki doğaçlama sahnesi hele, vazgeçilmezlerimin başını çekiyor. Bu dizi, bizim coğrafyadaki “suya sabuna dokunmayan” komedyenlere de mutlaka zorla izletilmeli.
Veep’i HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
2 The Leftovers (2014-2017)

Tom Perrotta’nın aynı adlı romanından Damon Lindelof iş birliğiyle televizyona uyarlanan The Leftovers, dünya nüfusunun %2’sinin aniden yok olmasının ardından geride kalanların hikâyesi. Depresif tonu sebebiyle herkesin çok da ilgi göstermediği dizinin merkezinde ise polis şefi Kevin Garvey rolüyle Justin Theroux yer alıyor. Dizinin üzerimizden nasıl tır gibi geçtiğini, tarifi imkânsız kasvetiyle seyircisini de böyle bir durumda ne yapacağına dair ürkütücü çıkmazlara soktuğunu söylemek gerek. Neticede bütün gücünü bu bilinmezlikten alarak tuttu bizi ekran başında.
Carrie Coon, Margaret Qualley ve Ann Dowd üçlüsünü geniş kitlelerle buluşturması bile başlı başına kıymetli. Bir de Max Richter’in müzikleri var ki… Birkaç saniyesini duymak bile ilk izlediğim anların duygusuna geri döndürmeye yetiyor. Bu ellideki çoğu yapım gibi ne yazık ki bu dizinin de yayın süresi boyunca kadri kıymeti pek bilinmedi ve Emmy’den yana yüzü gülmedi. Ama retrospektifte her daim tüm zamanların en iyi dizileri listelerinde daima yer buluyor.
The Leftovers’ı HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
1 Olive Kitteridge (2014)

Belki de televizyonla ilişkimi güçlendiren, yıl içerisinde filmden çok dizi izlememe sebep olan iş olabilir Olive Kitteridge. Çünkü yetkin anlatıcılara yeterli süre ve alan tanındığında neler yapabileceklerini gösterdi bana. Yönetmen Lisa Cholodenko ve senarist Jane Anderson, tabii ki de Elizabeth Strout’un aynı adlı romanından aldıkları kuvvetle harekete geçiyor. Ama işte bir edebiyat eserini gerçekten uyarlayabilmek, kelimelerle oynarken yolunu kaybetmemek asıl marifet. Ve Frances McDormand’ın dört Oscar’ının yanına sayısız ödülü de eklediği performansının önderliğinde Olive Kitteridge bu başarılarıyla zirveye çıkıyor.
Maine’in bir sahil kasabasında yaşayan ve insanlarla arası pek de iyi olmayan emekli öğretmen Olive’in eşi, oğlu, çevrelerindeki insanlarla iletişimi var merkezde. Ama dört bölümün sonunda yasın da şekillendirdiği derin bir depresyon çıkıyor karşımıza. Acı çekip de söyleyemeyen, neresinin ağrıdığını gösteremeyen, hayatta hep güçlü durması öğretilmişlerin hikayesi Olive Kitteridge. İzleyip de kanamamak imkansız. Her karakteri, her cümlesi, her olayıyla boğazınıza kurtulması zor, acı ve koca bir düğüm yerleştiriyor.
Olive Kitteridge’i HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.