Dizi Eleştirisi

The Diplomat (3. Sezon): Politik Satrançta Zirve

Yayınlandı

on

THE DIPLOMAT | Yaratıcı: Debora Cahn | Oyuncular: Keri Russell, Rufus Sewell, David Gyasi, Ali Ahn, Rory Kinnear, Ato Essandoh, Allison Janney, Bradley Whitford, Nana Mensah, Aidan Turner, Celia Imrie | 41~54′ | Netflix

İkinci sezonunu çok sonradan yakalayabildiğim The Diplomat, Netflix’in seri üretim kalıplarından sıyrılan nadir yapımlar arasında. Ana karakterlerin yüzlerine sürekli zoom yapmayan, 10 dakikalık kolay tüketilebilir sahnelere bölünmeyen, kısacası telefon ekranına değil gerçekten izlenmeye tasarlanmış bir dizi. The Americans sonrası yeniden Amerikan hükümetinin koridorlarına geri dönen Keri Russell, geçtiğimiz sezonda bizi başkanın ölümü ve yerine yardımcısının geçmesi gibi kritik bir dönüm noktasında bırakmıştı. Bu şahane sezonun açılışında da Allison Janney’e emanet edilmiş Grace Penn’in başına geçtiği hükümet, tüm dünyaya başkanın öldüğünü duyurmasıyla başlıyor ve peşi sıra yeni krizlerle sarsılıyor. Yardımcılık pozisyonuna gözünü diken Kate, saçlarının biçimsizliğiyle bile özenilmemiş bir özenliliği yakalarken, dengeler değiştikçe kocası Hal (Rufus Sewell) ile bir küsüp bir barışmaya doyamadığı ilişkisi üzerinden de yeni bir planın peşine düşüyor. Sonrası, gerçek olma ihtimalini düşündürecek derecede yaratıcı, dinç ve dizinin külliyatında zirveye oturan siyasi gerilimlerle dolu.

Her şeyden önce The Diplomat’a bir drama dizisi kabulüyle yaklaşmak gerekiyor. Birleşik Krallık’taki ABD büyükelçiliği çatısı altında barındırdığı ihtirasların bir kısmında kurmacanın kokusunu almamak zor. Yine de yarattığı dünyanın kendi içindeki tutarlılığı hayranlık uyandırıcı. Bunu kimi zaman güçlü koltuklarda oturanların aslında ne kadar büyük ahmaklar olduğunu ima ederek, kimi zamansa sadece ayak kaydırmaya odaklanan görev insanlarının da etten kemikten olduklarını, bir takım duygular taşıdıklarını hatırlatarak başarıyor. Elbette Muhafazakâr Parti’nin maşasına öfkelenen İngiltere başbakanı (Rory Kinnear), Hal’in sonunu hazırladığı başkanın yerine geçmeye hazırlanan elleri kanlı Grace Penn’den bile daha salak, daha vizyonsuz, daha anlayışsız resmediliyor. Burada ABD’nin iç politik hiyerarşisine iğneler batırsa da ister istemez dünyanın gözünde simgesel duruşunu korumaya özen gösteren bir taraf yok değil. Ama onlar içeriden kendilerini diledikleri kadar övsün, biz dışarıdan bu kendini pek önemseyen milleti hâlâ bir “film ürünü” olarak tüketmeye devam ediyoruz.

Gelelim üçüncü sezona… Sekiz bölüm boyunca sıkı sıkıya örülmüş, geniş bir zamana yayılan hikâye, Kate’in bir değil, iki değil, üç aşk tüketmesine rağmen aslında tek bir meseleye odaklanıyor: Grace Penn’in zalimliğinin karşılıksız kalması. Üstelik yalnızca başkanlık koltuğuna oturmakla kalmıyor, Kate’i yardımcısı olarak da seçmiyor. Dizi ise bir şekilde Penn’i cezasız bırakmamaya kararlı. Tüm siyasi anlaşmazlıklar ve muhtelif gerginlikler bu gerçeğin üzerine inşa ediliyor. Fakat Kate’in iç dünyasını derinden sarsan dramatik yapı, Hal ile bitmeyen itiş kakışından daha büyük bir katman kazanıyor, o da Hal’in, Kate yerine başkan yardımcılığına seçilmesi. İşte tam bu noktada, dizinin farkında bile olmadan kurgusuna iliştirdiği milliyetçi övgüler sekteye uğruyor. Çünkü manzara çok basit. Grace Penn’in başkan olduğu bir yerde, özgürlüklerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu iddia eden bu milletin, iki kadını aynı karede – hele ki Beyaz Saray’da – görmeye tahammülü yok.

Kate’i hem büyükelçilik koltuğunda tutmak hem de “Second Lady” sıfatıyla görev yapmaya zorlamak, The Diplomat’a büyük bir ivme kazandırmış. Zaten yetişemediği koşuşturmacanın içinde iyice boğuluyor ve sonunda ne hissettiğini bile ayırt edemeyeceği bir noktaya savruluyor. Evlilik içindeki çatışmalar ise The Good Wife’ın Florrick ailesinden miras gibi. Gerçi bu derin kuyuyu kazmak için dördüncü sezonu bekledikleri izlenimi yarattı sezon finali. Ama buradan da Hal’in bir başkanlık kampanyası yürüttüğü ve Kate’in diplomatlığını tamamen askıya aldığı bir geleceğe uzanabiliriz gibi görünüyor. Aidan Turner’ın canlandırdığı sevgilisini de paket eden, bu noktaya gelirke de hayatında neyi nasıl istediğine dair kararlar veren Kate’in, içinden dışına taşan karmaşasını izlediğimiz müddetçe olacaklara dair şikâyetimiz olmaz zaten.

Sıkı tasarlanmış, Shonda Rhimes’dan miras pembe dizi soslu bürokratik entrikalara mahal vermeyen üçüncü senesinde artık The Diplomat’ın ritmini bulduğunu söylemek mümkün sanıyorum ki. Kate’in sağ kolu Stuart (Ato Essandoh) ve CIA’li sevdiceği Eidra (Ali Ahn) sadece doğru zamanda doğru yerde bulunarak dizinin akışına katkıda bulunmaları gerekirken zaman zaman aralarındaki bir türlü yüksek sesle dile getirilmeyen duygular yüzünden içimizi bunaltsa da Allison Janney’nin ardından Bradley Whitford’u da kadrosuna dahil edip The West Wing seyircisinin kalbini çalan The Diplomat doğru yolda. İçerisinde dünyanın en güçlü insanları yaşasa da, yoğunlukları ve görevlerinin ağırlığı sebebiyle yerleşik yaşama dair belirtilerin bulunmadığı evlerde korkutucu politik çekişmeler izlemek keyifli. Bu sezon da su gibi aktı gitti. ABD’ye baş kaldırırken Rusya’nın teknolojisi için Çin’den yardım isteyen İngiltere’siyle de 3 dakikada tüm dünya siyasetini basite indirgemekten geri kalmadı. O egolu herifçioğulları, pek kudretli mevkilere geldikçe acını çekeceğimizi hatırlaya hatırlaya izlemeye devam edelim biz.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version