Dizi Eleştirisi

Death by Lightning (Mini Dizi): Bir Ulusun Hafıza Kaybı

Yayınlandı

on

DEATH BY LIGHTNING (Mini Dizi) | Yaratıcı: Mike Makowsky | Oyuncular: Michael Shannon, Matthew Macfadyen, Nick Offerman, Betty Gilpin, Bradley Whitford, Shea Whigham, Barry Shabaka Henley, Paula Malcomson, Tuppence Middleton, Laura Marcus, Vondie Curtis-Hall, Željko Ivanek, Archie Fisher, Kyle Sollner, Ben Miles | 47~66′ | Netflix

Hugh Jackman’a Emmy adaylığı kazandıran Bad Education’dan yıllar sonra senarist Mike Makowsky, Amerika’nın çarpık temellerini yeniden mercek altına alıyor ve tarihin isimsiz kahramanlarına hakkını teslim eden bir projeyle karşımıza çıkıyor yine. Candice Millard’ın 2011 tarihli kitabından uyarlanan ve Netflix’te yayımlanan dört bölümlük Death by Lightning, ABD’nin suikasta kurban gitmiş 20. başkanı James Garfield (Michael Shannon) ile katili Charles Guiteau’nun (Matthew Macfadyen) hikâyesini anlatıyor. Altmışların sonunda Guiteau’nun beyninin bir kavanozda bulunmasıyla açılan dizi, kısa sürede 19. yüzyılın son çeyreğine ışınlanıyor. Hapisten yeni çıkan Guiteau ile Cumhuriyetçi Ulusal Kongresi’nde yaptığı coşkulu konuşmayla sükse yaratan Garfield’ı paralel biçimde izlemeye başlıyoruz. Tarihi bir gerçeği kurmacanın kurallarına sadık kalarak anlatmayı seçen yapım, dört bölüm boyunca lafı hiç uzatmadan mutlak sona yelken açıyor. İki başrolün karakterlerine cuk oturan ölçülü performansları ve Matt Ross’un sade, tertemiz rejisi sayesinde Death by Lightning izleyicisini oyalamadan veda ediyor.

Death by Lightning’in Netflix kalıplarına ne ölçüde uyduğu tartışmaya açık. Zira Makowsky, televizyon filmi formatındaki bir önceki yapımında da karakterlerinin gerçek renklerini göstermenin ötesine geçen bir anlatı kurmamıştı. Garfield’ın eşini canlandıran Betty Gilpin’in de söylediği gibi, neredeyse hiç kimsenin hatırlamadığı bir başkanın hikâyesini tarih dersi sıkıcılığına kaçmadan, ama olabilecek en ana akım yöntemlerle aktarıyor bu kez. Bir yanda yalanlarına herkesi inandırabileceğine inanan, hayalleriyle bağını koparmış bir deli; diğer yanda, istemeden geldiği makamın ağırlığını harikulade bir olgunlukla taşıyan bir politikacı var. Makowsky, bu iki uç karakter üzerinden dönemin ve tabii bugüne de taşınan politik ikiyüzlülüğü görünür kılıyor. Gücünü, koltuklarıyla birlikte gelen yozlaşmadan alan erkeklerin, utanma duygusunu hayatının merkezine yerleştirmiş Guiteau’ya tepeden bakmasındaki tezat ise hikâyenin kalbini oluşturuyor.

Ülkeyi yönetme hırsıyla önemli koltuklara göz diken koca koca adamların yetersizliklerine rağmen neleri göze alabildiklerini izlerken, bu düzenin şans ve doğru bağlantılarla ayakta kaldığını da fark ediyoruz. Bu yüzden Guiteau’yu, tüm yanlışlarına rağmen anlamakta zorlanmıyoruz. O yalnızca, kimseye bahşedilmeyen o odalara girebilmek, ömrü boyunca süren şanssızlığını bir kez olsun tersine çevirmek istiyor. Cinayet işlemeye sürüklenmesinin ardında da bu değersizleştirilmişlik hissi yatıyor. Ona bir fırsat verilmiş gibi yapılıp, sonunda başladığı yere acımasızca geri gönderilmenin öfkesi tamamen. Asırlardır varlığını sürdüren sistemin kolaylıkla harcadığı, içimizden biri aslında Guiteau. Dizi de onun “çıldırmış” olmasına değil, neden çıldırdığına bakmamız gerektiğini hatırlatıyor. Ancak finalde, tarih her zamanki gibi sorunun kaynağıyla değil, sadece sonucuyla ilgileniyor.

Death by Lightning, James Garfield’ın siyah Amerikalılar ve göçmenlere dair duruşuna ufak ama belirgin detaylarla değinirken, aile yaşantısı üzerinden nasıl bir insan olduğunu da göze batıracak şekilde ifade ediyor. Tüm bunlar, dizinin alternatif bir Amerika tarihi fantezisine hitap etmesi için var tabii. Yaşananlardan 150 yıl sonra bile geçmişin izlerinin silinmediği, hatta bu affedilmez günahları kutsayan kukuletalıların yeniden yüz bulduğu bugünden bakınca, hiçbir şeyin değişmediğini görmek zor değil. Nefreti körükleyen politikalarıyla ikinci kez sahneye çıkan Trump ve kabinesinin, sermaye ile zengine tapınmayı marifet sayan tutumu, bu dizinin de altını çizdiği o çarpık düzenin günümüzdeki izdüşümü gibi. Bir baltaya sap olamayacak budalaların, koca bir milletin kaderini belirlemesi ne yazık ki hâlâ acıtıcı bir gerçek olarak hayatımızda. Bu çölde Garfield tabii ki de vaha gibi resmedilmiş; ancak 19. yüzyıl siyaseti hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan biri olarak, anlatının ne kadar tarafsız kaldığı konusunda ciddi şüphelerim var. Öyle bir dünyaya doğmuş beyaz bir erkeğin tek bir ırkçı düşünceye sahip olmadan var olduğuna inanan varsa, buyursun.

Pride and Prejudice’la hayatımıza girdiğinden beri asil rollerde görmeye alıştığımız Matthew Macfadyen, Succession’la kariyerine muazzam bir virgül atarak kaybeden tiplemelerinde ne kadar etkileyici olabileceğini kanıtlamıştı. Burada ise, Tom Wambsgans’in bile yanında aklı başında kaldığı bir cehaleti canlandırıyor ve yine kusursuz oynuyor. Sahneden ayrıldığı her anda geri dönmesini dört gözle bekliyoruz. Michael Shannon da cetvelle çizilmiş bir karaktere böylesine derinlik katabilmesiyle, neden çağımızın en iyi aktörlerinden biri olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Zaten dizinin en büyük başarısı da bu isabetli oyuncu seçimlerinde yatıyor. Netflix’in hızla tüketmeye alışmış izleyicisi için sade bir ritim kuran yapım, politikacılar galerisini Nick Offerman, Bradley Whitford ve Shea Whigham gibi deneyimli isimlere emanet ederek hedefini tutturmuş. Kısa süresiyle kalbimi çalan Death by Lightning, kadrosunun her fırsatta parlayan performansları sayesinde sıradan bir streaming dizisi olmaktan kurtuluyor.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version