Eleştiri

Jay Kelly: Perdeye Tutunanlar

Yayınlandı

on

JAY KELLY | Yönetmen: Noah Baumbach | Oyuncular: George Clooney, Adam Sandler, Laura Dern, Billy Crudup, Riley Keough, Grace Edwards, Stacy Keach, Jim Broadbent, Charlie Rowe, Louis Partridge, Patrick Wilson, Eve Hewson, Greta Gerwig, Alba Rohrwacher, Josh Hamilton, Lenny Henry, Emily Mortimer | Senaryo: Noah Baumbach, Emily Mortimer | ABD | 132′ | Komedi, Drama

Martin Scorsese’nin “En kişisel olan, en yaratıcı olandır” cümlesi boşuna söylenmiş değil. Bizi büyüten sinemacıların zamanla içe dönmeye, çocukluklarının coğrafyasına ger gitmeye, ya da kendi özel hayatlarındaki kırılmaları başka hikâyelerin içine saklamaya başladığına tanıklık ediyoruz. Roma’da Alfonso Cuarón’un, The Fabelmans’ta Steven Spielberg’ün, Licorice Pizza’da Paul Thomas Anderson’ın yaptığı da tam olarak buydu. Bugün Netflix’te yayına giren Jay Kelly ise Noah Baumbach’ın bu kişisel damara ilk defa girişi değil. Yönetmen, The Squid and the Whale ve Marriage Story’de Jennifer Jason Leigh ile ilişkisini zaten parçalara ayırarak bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştu. Ancak tuhaf olan, bu kez kişiselliğin başka bir sızıdan akıyor olması. Warner Bros’un Netflix’e satıldığı, Instagram takipçi sayılarına göre kast yapılan, yıldız oyuncu kavramının gizeminden arındığı yeni Hollywood’un çalışan dişlilerine hüzünlü bir ağıt yakıyor Baumbach. Üstelik alıştığımız Baumbach sinemasına pek de benzemeyen bir tona yaslanarak. George Clooney’nin hayat verdiği ve filme adını veren Jay Kelly üzerinden dünyadaki “son film yıldızı”nı anlatırken, aynı zamanda kendi yasını da görünür kılıyor. Emily Mortimer’la birlikte kaleme aldığı senaryo sayesinde bir hikâye anlatıcısı olarak direkt bağlantısının bulunduğu endüstrinin bugününde nerede durduğunu belli eden bir film koyuyuyor önümüze.

The Pitt‘in atası ER‘da gördüğümüzden ilk günden meme uçları için ayrı çıkıntısı olan Batman kostümünün altına girdiği o ilk yıllara, Akademi tarafından ciddiye alınmaya başlanıp kamera arkasına da cesurca geçtiği yükseliş çağına, müzmin bekârlığından dünyanın en güzel ve zeki kadınlarından biriyle evliliğine ve ardından baba oluşuna kadar George Clooney, varıyla yoğuyla halka mal olmuş, ışığı hiç sönmeyen bir Hollywood yıldızı oldu her daim. Girdiği her odayı anında etkisi altına alan star kumaşı asla yıllanmadı. İşte tam da bu nedenle, hem gökteki yıldızlar kadar uzak hem de o tuhaf mahcup tebessümüyle bir o kadar yakın duran bu dev ismin Jay Kelly’i canlandırması Baumbach’ın filmini özel kılıyor. Çünkü hem Clooney’nin mitine hem de bazı detaylarıyla sanki hiç Clooney değilmiş gibi duran Jay karakterine baktığımızda, Hollywood’un “şampiyonlar kulübü”ndeki son figürü görüyoruz. Altın tozlu kariyerini inşa ederken eski arkadaşlarının hayallerini çiğnemiş, yolda dostlarını yitirmiş, evliliğini sürdürememiş ve kızlarıyla da sağlam bir bağ kuramamış Jay, film çekimlerini bitirdiği noktada geçmişle yüzleşmesini zorunlu kılan birkaç olayla sarsılıyor. Ve hikâye, başta kabul etmeye niyetli olmadığı halde son anda fikrini değiştirip bir İtalyan film festivalinin kendisine layık gördüğü özel ödülü almak üzere minicik ekibiyle birlikte yollara düşmesiyle yönünü buluyor.

Baumbach, beyaz, narsist ve erkek egemen o eski Hollywood’un kayboluşuna elbette biraz hüzünle bakıyor; fakat bunun nedeni bu düzeni savunması değil, sadece bildiği dünyanın bu dünya olması. Bugün “son yıldız” olarak karşımıza Julia Roberts çıkarılsa belki farklı yerden konuşurduk, ama itiraf edeyim, ailesini dünyevi hazlar uğruna yıllarca ihmal etmek hâlâ daha çok erkeğe özgü bir zillet gibi geliyor. Biz de bu zihniyetin parlatıldığı bir kültürde büyüdüğümüzden, Jay Kelly’nin hangi basamakları nasıl tırmandığına yabancılık çekmiyoruz. Vitrinde ünlü olmanın bedelleri, Hollywood’un sizden neleri alıp götürdüğü meselesi görünürde başrolde olsa da, yüzeyi kazıdığınızda “bu hayatı kurarken yaşlanacağını hiç düşünmeyen herhangi biri”nin hikâyesini izliyoruz aslında. Gençliğinde elinden tutup onu spot ışıklarının altına taşıyan yönetmeninde, babasıyla kuramadığı ilişkinin ihtimalini bulan Jay’in ömür boyu taşıdığı onay arzusunun kaynağı açıldıkça film de genişliyor. Ve tüm anıları film şeridi gibi akan Jay, klişe bir İtalya panoramasına trenle ilerlerken, Baumbach da mekânın duvarlarını sinemaya dair büyüyle delinmiş bir tünel gibi kullanarak karakterin sindiremediği, yitirdiği her şeyi perdeye geri çağırıyor.

Jay Kelly bir film olarak tuhaf denemelere girişmiyor da değil. Her şeyi bariz bir şekilde gösterse de, dile de dökmeyi seven, basit denilebilecek senaryosu özellikle menajer karakteri üzerinden nereye varmak istediğini tam seçemiyor. Adam Sandler’ın hem kendisine hem de filmlerinin bize kabul ettirdiği kurmaca personasına yakın duran performansı ilginç olsa da, Jay’le çalışan, ama arkadaşlık ve profesyonellik arasında sıkışan bu karakter pek işlemiyor sanki. Filmin, duygusal manevraların bir kısmını bilinçli olarak elinin tersiyle itip hafif bir alaycılıkla yoluna devam eden tarafı da zedeliyor varlığını. Buna rağmen finale gelindiğinde filmin çalışması ve George Clooney’nin kariyerini bir kolajla önümüze koyarak tam da hedeflediği damara basabilmesi oldukça şaşırtıcı. Baumbach, perdenin büyüsünü kullanmayı çok iyi biliyor çünkü. “Mış gibi” yapan insanları izliyor olsak da filmlerin bir hayatı ne kadar farklı şekillerde temsil edebildiğini berrak biçimde gösteriyor. Bir yandan dev setlerin yaşayan organizmalar gibi var olduğunu, sayısız kişiye iş sağladığını ve yaratıcı katkıda bulunan herkesten bir şeyler kopardığını hatırlatıyor. Öte yandan seyircinin bu filmleri izlerken neler hissettiğini, o an kendi yaşam çizgisinde nerede durduğunu asla unutmayan bir bilinçle, bir aktörün külliyatından bambaşka bir duygusal hırpalanma çıkarıyor.

Jay Kelly ile George Clooney öylesine iç içe geçmiş ki, filmi yalnızca kendi içinde değerlendirip dışarıdaki yankıları bir kenara bırakmak neredeyse imkânsız. Bu yüzden filme şefkatle mi, yoksa acımasızca mı yaklaşacağınız tamamen sinemayla kurduğunuz kişisel ilişkiye bakıyor. Doksanlarda, annesinin sinema aşkı sayesinde her pazar Avşar Sineması’nda film izleyerek büyüyen; You’ve Got Mail ve Notting Hill’i sinemanın başına gelmiş en güzel şey sanan biri olarak benim için Jay Kelly’e teslim olmamak zaten çok zor. Baumbach’ın nevrotik New York kimliğinin izlerini taşıyan tiplemeleri ve içeriden bir bakışın getirdiği o dev “kendini ciddiye alma” hâline rağmen hem de… Fakat Baumbach terslikleri birer birer silkeliyor. Açılıştaki yapay havayı Billy Crudup’ın müthiş performansı toparlıyor; küçücük rollere verilen büyük isimlerin yarattığı kakofoni sayesinde senaryodaki zayıflıklar kapanıyor; aileyi kutsal kabul eden geleneksel bakış ise başka türlüsünü bilmeyen bir adamı izlediğimiz gerçeğiyle dengeleniyor. Finalde dördüncü duvarı delip geçen o replik de bir film yıldızına mahsus sayılmasın. Hızlıca geçen yılların ardından bir sesleniş de gizli burada: Can I go again? I’d like another one.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version