Eleştiri
Sentimental Value: Bir Evin Hafızası
SENTIMENTAL VALUE (Manevi Değer) | Yönetmen: Joachim Trier | Oyuncular: Renate Reinsve, Stellan Skarsgård, Inga Ibsdotter Lilleaas, Elle Fanning, Anders Danielsen Lie, Jesper Christensen, Lena Endre, Cory Michael Smith, Catherine Cohen, Andreas Stoltenberg Granerud, Øyvind Hesjedal Loven, Lars Väringer, Ida Marianne Vassbotn Klasson | Senaryo: Eskil Vogt, Joachim Trier | Norveç, Almanya, Danimarka, Fransa, İsveç, Birleşik Krallık, Türkiye | 133′ | Drama
Joachim Trier’i uzun süre, daha toy yıllara ait kaygıların peşinden koşan bir yönetmen olarak görmüşümdür. Sentimental Value ise sinema dilinin ilk kez yaşıma değdiği filmi oldu. Kimliğini özellikle muğlak bıraktığı anlatıcısı, bu ailenin bütün iniş çıkışlarına nesiller boyunca yuva olmuş evin sesi gibi işliyor film boyunca. Senaryoyu birlikte kaleme alan Trier-Vogt ikilisine bu tercih, anlatıyı başka bir pencereden kurma imkânı tanıyor, Sentimental Value’yu herhangi bir karaktere ait olmaktan bilinçli olarak alıkoyuyor. Gustav’ın düşünmeden, anlık kararlarla yaraladığı kızları bu yaralı evden bambaşka kadınlar olarak kanatlanıp çıksalar da, aynı acının yoğurduğu ortaklık anlatı boyunca görünmez bir hat gibi varlığını sürdürüyor. Filmin başında vefat eden psikoterapist annelerinin danışanlarından birini, tıpkı evin akustiğinin izin verdiği gibi, kuzine fırının borusundan dinliyormuşuz hissi uyanıyor. Ancak payımıza düşen, Nora ve Agnes’in şahit olmamaları gereken bir konuşmaya kulak misafiri olmanın yarattığı çocukça, suçlu bir haz değil. Aksine, hem fiziksel hem de duygusal olarak bambaşka bir coğrafyadan, sizi koşulsuz sevmesini beklediğiniz atanmış aileniz tarafından terk edilmenin izlerini süren bu filmde, sevgiye layık görülmemenin evrenselliği sayesinde kendi yanıtlarımızla baş başa kalıyoruz.
Farklı zaman dilimleri arasında beklenmedik anlarda sıçrayarak ve üç karakterinin perspektifine de eşit mesafede durarak bu çeşitliliği dikiş izlerini hiç göstermeden birbirine bağlamayı başarıyor Trier. Burada, kurmacayla gerçek arasındaki ilişkiyi karakterler açısından sürekli bozan bir film üretim sürecinin ve elden ele dolaşan bir senaryonun payı da büyük. Gustav’ın kendi annesiyle kurduğu ilişkiden çocuklarıyla olan bağlarına, uzun süredir kamera arkasına geçmemiş bir yönetmen olarak tüm hayatını akıttığı metnin canlandırmasından, gerçeğe dayalı izlerine kadar uzanan bu katmanlar, karakterlerin benzer yerlerini aşındırıyor. Gustav her ne kadar en kişisel olanın en yaratıcı olan olduğu fikrini kabul edecek olgunluğa erişemese de, Trier ve Vogt’un anlatıyı tam da bu kabulleniş üzerinden inşa ettiği besbelli. Bu yüzden film, bir noktadan sonra selüloit bir hatıra defteri formuna bürünüyor. Türkiye’de Manevi Değer adıyla seyirciyle buluşacak olan Sentimental Value, doğumdan ölüme bu ailenin hayatlarına temas etmiş tüm önemli dönemeçleri büyük bir incelikle tek tek ziyaret ediyor.
Joachim Trier’in önceki filmlerinin tematik bütünlüğüyle bir yetişkin olarak derdim olsa da, oyuncularından bile rol çalan bir kameraya sahip olduğunu hiçbir zaman inkâr etmedim. Üstelik dünyasını ne kurgunun ne de sinematografinin sırtına yaslayarak kuruyor. Duyguları, akla gelmeyecek mekânsal karşılıklar ya da doğrudan oyuncularının postürleri üzerinden aktarabilmek gibi nadir rastlanan bir hüneri var. Sentimental Value’da da bu kozunu sonuna kadar oynuyor. Stellan Skarsgård gibi her filmde parlamayı başaran bir oyuncunun kariyerinin en güçlü eleştirilerini toplamasında, Renate Reinsve’nin The Worst Person in the World’deki eşsiz performansının üzerine sahiden bir şeyler koyabilmesinde, Elle Fanning’in görsel sanatların “yıldızlı ayağına” dair kimi izleyici için hafif bulunabilecek dertlerini ete kemiğe büründürebilmesinde Trier’in payı büyük. Ama filmin asıl silahı Inga Ibsdotter Lilleaas. Bugüne kadar nerede saklandığını, adını neden bu kadar geç öğrendiğimizi düşündüren bu kocaman yetenek, Trier’in bir kez daha bir oyuncuya alan açıp onu büyütme becerisinin en çarpıcı örneği.
Sentimental Value, Trier’in film endüstrisinin kanayan yaralarına festivallerden ekip kurmaya, kastingten tanıtım süreçlerine kadar tek tek dokunduğu, Oslo Üçlemesi sonrasında gördüğü yoğun ilgiyi de kendi iç dünyasında bir yere oturttuğu bir film olarak özetlenebilir. Ancak yönetmenin kariyerinden bağımsız düşünülemeyecek bu yapım, barındırdığı dipsiz melankolinin karanlığını aydınlıkla birlikte düşünmeye zorlayan, daha geniş bir insanlık hâline de temas ediyor. Erkek egosunun gölgede bıraktığı yerde hikâye anlatma sanatının seyirciyle kurduğu bağı yeniden ve daha geniş bir çerçeveden düşünmeye itiyor bizi. Trier, travmayı tek bir büyük olaydan ziyade, etkisi zamanla açılan bir iz gibi ele alıyor yalnızca yaşandığı anda hissettirdikleriyle değil, sonrasında bıraktığı tortuyla da ilgilenen bir anlatıcı olarak. Belki de beni bu kadar içeride tutan tam olarak bu. Çünkü Sentimental Value’yu yalnızca bir baba-kız hesaplaşmasına indirgemek haksızlık. Burada, bir film şeridinin dokunduğu herkese dair, patlamış mısır kokan bir salonda ya da şeffaf bir poşete sıkıştırılmış bir DVD’de taşınan, sessiz ama kalıcı bir öğreti var.