Dizi Eleştirisi
What It Feels Like for a Girl (Mini Dizi): Onur Ayı’nın Zirvesi
WHAT IT FEELS LIKE FOR A GIRL | Yaratıcı: Paris Lees | Oyuncular: Ellis Howard, Laura Haddock, Hannah Walters, Michael Socha, Laquarn Lewis, Hannah Jones, Adam Ali, Alex Thomas-Smith, Calam Lynch, Jake Dunn, Dickie Beau, Sekou Diaby, Laura Checkley, Oliver Huntingdon, Lorn Macdonald, Rhys Connah | 44′ | BBC
2007’de başladığını düşünürsek, benzer dönemleri anlattığı söylenebilecek Skins’le bir gençlik deneyimi olarak ortaklıklar taşıyan What It Feels Like for a Girl’i farklı kılan şey, 15 yaşındaki Byron’ın seçilmiş ve bir o kadar disfonksiyonel ailesinin büyük ölçüde kuir kimlikli, bir kısmı da trans bireylerden oluşması. Arka planda The Chemical Brothers’tan “Hey Boy Hey Girl”, Sugababes’ten “Overload” ve All Saints’ten “Pure Shores” çalarken Byron, umumi tuvaletlerde para karşılığı hizmet verdiği gizli eşcinsellerden, bir nevi pezevengi sayılabilecek Max’e, oradan da hayatına giren en tehlikeli karakter olan Liam’a (Jake Dunn) doğru farklı eksenlerde debelenerek hayata karılıyor. Kandaşlarından yalnızca büyükannesinden samimi ve tam bir destek gören Byron, alkolün ve bilhassa uyuşturucunun dâhil olduğu, yarını düşünmediği uçarılıklarından birinde, Liam yüzünden çok ağır bir bedel ödemek zorunda kalıyor. Onu tam anlamıyla “pişirecek” bu büyük hatanın rotasında da bolca iniş ve çıkış var, tahmin edebileceğiniz gibi.
Kâğıt üzerinde, kurmacanın atanmış cinsiyetiyle derdi olan her trans karakter gibi Byron’ın – ve seçilmiş adıyla Paris’in – seks işçiliği engelinden geçmesi klişe sayılabilir. Ancak What It Feels Like for a Girl, bu ezberi, yüzde yüz hakiki bir deneyimi ekrana taşıma biçimiyle bozuyor. Zira dizi, anlatısını dönemin kitlesel kültür araçlarından beslenen özgün bir dille kurmuş. Örneğin, 2004 yılında Britanya versiyonu Big Brother’da birinci olan Nadia Almada, Byron’ın parmaklıklar ardındaki varoluş mücadelesinde anlamlı bir paralel olarak karşımıza çıkıyor. Trans bir kadın olduğunu ev arkadaşlarıyla paylaşmamış ama dışarıdaki seyircinin bildiği Nadia, Britanya televizyonlarında yer alan en değerli ve belki de bu denli doğru temsiliyet sunan ilk figürlerden biriydi. Byron’ın Paris olmaya bir adım kala Nadia’ya tutunması da, yalnızca döneme değil, kişisel yolculuğuna dair de çok kıymetli bir detay.
İlk gençliğe dair bu denli kaotik anlatılarda kakafoniye dönüşen sesler duymaya, kimyasallarla yapılan yolculukların zaman ve gerçekliği eğip büktüğü soyut canlandırmalara alışığız artık. What It Feels Like for a Girl’in bu yola başvurmaması ise beni en çok etkileyen tercihlerinden biri oldu. Evet, Paris bir dönem bedeninde bolca yabancı maddeye geçit vermiş. Ancak içine sıkıştığı düzene karşı asıl direnişini pervasızlığı, zekâsı, cesareti ve hazırcevaplılığıyla kuruyor. Liam’dan Max’e kadar hayatına giren herkes, bağımlılıklarla birlikte gelen yeni kalp kırıklıklarını ve büyük acıları temsil etse de, Byron’ın birbirinden renkli karakterlere sahip arkadaşlarıyla yaşadığı çatışmalar dizinin tonunu dengeliyor, hikâyeyi sadece trajediden ibaret olmaktan kurtarıyor. Genç oyuncu kadrosu da bu dengeyi taşıyabilecek kadar yetenekli. Başta Ellis Howard olmak üzere, Laquarn Lewis ve Hannah Jones rollerinde parlıyor. Calam Lynch ile Jake Dunn’ın isimlerini de kenara not aldım. Bir sonraki projelerinde çok daha dikkatli izleyeceğime emin olabilirsiniz. Elbette dizinin az sayıdaki yetişkin karakterini canlandıran Hannah Walters, Laura Haddock ve Michael Socha’nın performansları da ayrı bir övgüyü hak ediyor.
Gönlümüzün sultanı olan bu ayda ekrana gelen en özgün, en hakiki, en tanıdık kuir hikâyeyi başucu dizisi yapacaklara şimdiden uyarıda bulunayım; bu diziden sonra uzun bir süre geç doksanlar ve erken 2000’lerin o meşhur Brit şarkılarını dinlemekten kendinizi alamayacaksınız. Ama What It Feels Like for a Girl sadece nostaljiyi değil, kendi renklerimizle nasıl da güzel parladığımızı ve kimsenin gölgemize bile dokunmasına izin vermememiz gerektiğini hatırlatan müthiş bir başkaldırı öyküsü aynı zamanda. Klanını bulmuş, oradan bir aile seçebilmiş herkese, ardı ardına sıralanan travmalara rağmen kendini bulmanın değerini hatırlatacağına hiç şüphem yok. Üstelik heteroseksüellerden farklı olarak bizim ergenliğimizin yaşı yok. Doğduğun ev, büyüdüğün çevre, ait olduğun kültür ve sınıf çok büyük bir etken çünkü. Bu yüzden 15 yaşındaki Byron’ın Paris olmaya attığı adımlar, henüz kendi kapanından çıkamayana ilaç olabiliyor, ununu eleyip eleğini asmış bir lubunyaya da sanki dün yaşanmış gibi gelebiliyor diğer taraftan. Yalnız ya da yanlış olmadığının bilincinde olanlar ya da o bilince varmak isteyenler… İzleyin. Parıl parıl parlamaya kaldığınız yerden devam edin.