Dizi Eleştirisi
The Bear (4. Sezon): Düdüklünün Kapağı Açıldı
THE BEAR (4. Sezon) | Yaratıcı: Christopher Storer | Oyuncular: Jeremy Allen White, Ebon Moss-Bachrach, Ayo Edebiri, Lionel Boyce, Liza Colón-Zayas, Abby Elliott, Matty Matheson, Edwin Lee Gibson, Jamie Lee Curtis, Molly Gordon, Gillian Jacobs, Will Poulter, Rob Reiner, Corey Hendrix, Oliver Platt, Sarah Ramos, Andrew Lopez, Rene Gube, Ricky Staffieri, Jon Bernthal, Danielle Deadwyler, Josh Hartnett, Brie Larson, David Zayas, John Mulaney, Sarah Paulson, Bob Odenkirk | 31~71′ | FX
Dizinin dördüncü sezonunun izleyicide nasıl bir karşılık bulacağı, The Bear’ı bugüne kadar ne amaçla izlediğinizle doğrudan bağlantılı. Eğer daracık mutfaklara sıkışmış bir iş ortamının insanın hem ruhunu hem de kalbini nasıl kırabildiğini izlemeyi, yemek dünyasının yüksek ateşinde stresle pişmeyi sevdiyseniz, bu sezon artık sizin için olmadığını açıkça ilan ediyor. Kişisel öykülerin ağırlık kazandığı, neredeyse her bölümü kısa zaman dilimlerine sıkışan paralel diyaloglara ve tek mekânda geçen duygu-fikir alışverişlerine ayrılmış bir meditasyon dizisine dönüşmüş The Bear. Öylesine içine dönük ki, dizinin yaratıcısı Christopher Storer ve senarist ekibi, daha bir sezon önce iş hayatının onu bir sosyopata çevirdiğine inandığımız Carmy’i bile kucaklayabileceğimiz bir noktaya getiriyor bizi. Üstelik bu birdenbire olan bir dönüşüm değil. Carmy artık kim olduğunu bilmediğinin farkında ve bu farkındalıkla nefes almak için küçük adımlar atıyor. En azından bu yumuşak geçişi, karakterin evrimi açısından mantıklı bulduğumu söylemeliyim.
Dördüncü sezonla birlikte şunu daha net anlıyoruz: The Bear aslında hep bu olmak istemiş. Yasla başa çıkamayan başarılı şefini, örnek aldığı insanların yolundan yürümeye gerek kalmadan hedefe ulaşabileceğini fark eden hevesli gencini insan olma deneyimiyle sınamak, başından beri dizinin esas amacıymış. Uzun uzun, kısık ateşte pişen lezzetli etler ve birbirinden kreatif tabaklar bana artık sadece birer set parçası gibi geliyor. Elbette hizmet sektörünün hem perde arkasında hem müşteriyle birebir ilişkide çalışanlarını nasıl sönümlediği, bir eleştiri yazısıyla bir işletmenin zirveye çıkıp ertesi gün çakılabileceği gerçeği bu kişisel kavruluşlarda büyük rol oynadı. Ama sanırım biz Oz Büyücüsü’nün illüzyonlarına takılıp dizinin asıl niyetini kaçırdık. Düdüklü tencerenin kapağı açıldı artık. Düşük ateşte tüm lezzetlerin birbirine karıştığı bir sezona tanıklık ediyoruz. Muhtemel beşinci sezonda, son bir viraj olarak aksiyon geri dönecek belki, ama bu dönüş bile yasla, hayat mücadelesiyle şekillenen The Bear ekibini son formuna ulaştırmak için yalnızca bir bıçak darbesi ya da tabağa en son konulan yenilebilir bir çiçek işlevi görecek gibi.
Bu sadeleşme hâlinin The Bear’a bütünüyle iyi geldiğini söyleyemem. Gerçekçi olmak ve karakterlerin doğasına sadık kalmak kaygısıyla, yer yer tekrara düşüyor dizi. Carmy ile Claire arasındaki gelgitte, Marcus’un arka planda süren çaylak mücadelesinde, Richie’nin çatışmadan beslenen dünyasında hep aynı yerden seçiliyor kelimeler. Evet, tavırlar yeni, karakterlerin davranış biçimleri farklı. Ama bu hesaplaşmaları ve duygusal patlamaları The Bear’da o kadar çok izledik ki, tüm bir sezonu yalnızca bu çatışmalara ayırmasına gerek var mıydı, emin olamıyorum. Sydney’in kuzeninin evinde geçen bölüm ve Carmy’nin annesiyle nihayet yüzleşebildiği an, serinin zirve noktalarından. Buna karşın herkesin övgüyle andığı düğün bölümü, doğaçlama izlenimi yaratmaya çalışırken yapaylık hissi veriyor ve akışı sekteye uğratıyor bana kalırsa. Mesela Brie Larson’ın canlandırdığı Francie, Sugar’ın artık dizideki vadesini doldurduğunu örtmek için sahaya sürülmüş gibi duruyor. Öte yandan Rob Reiner’ın canlandırdığı Albert Schnur, neredeyse hiçbir ana karakterle aynı kareyi paylaşmamasına rağmen bu dünyanın bir parçası gibi hissettiriyor.
Dürüst olmak gerekirse, benim bu öfkesini ifade edemeyen erkekleri anlamak gibi bir kaygım ve arzum yok. The Bear’ın başına oturmamın esas sebebi her daim gastronomi dünyasına duyduğum ilgiydi. Bunu arka plandaki bir takım destekleyici hikayelerle süslemesi de bonus oluyordu seyir deneyimimde. Dolayısıyla şimdi elimizde kalan iskeleti, hele ki bir yarı çözüm de getirilmişken tek mekana sığan final bölümünde, daha ne kadar tahammüllü bir şekilde izleyebilirim bilmiyorum. Ayo Edebiri’nin yeteneğinin sınırlarını genişlettiğini cümle aleme kanıtlayan vitrin performansı haricinde tekil olarak anmak istediğim bir çalışma da göremedim bu sezon. Umuyorum bu gözden düşüşün farkına varıp nihayete erdirirler The Bear’ı önümüzdeki yıl.