Liste
Yarıyıl Karnesi ’25: Perdenin, Ekranın ve Müziğin En İyileri
Yabancı mecralardan özenip, ama “Biz Türkiye’de yılın ilk altı ayında zaten çok film izleyemiyoruz ki!” diyerek hep ertelediğim yarı yıl listeleri için oturdum klavyenin başına bu kez. İmkânlar dahilinde, neredeyse hiç sinema salonuna uğramadan ve festivalsiz yapıyorum bu listeyi üstelik. Büyük delilik! Ama filmlerde biraz öksüz kalacağımızı bildiğimden menüye dizileri ve albümleri de ekledim. 2025 için ağzınıza layık bir yarıyıl karnesi çıkardım. Sene sonunda dönüp göz atmak üzere yer işaretlerine taşımayı da unutmayalım, tam olsun.
Perdenin En İyileri
Yön: Ryan Coogler 2025’in konuşulmaya değer tek filmi aslında Sinners. Amerikan sinemasının kurtarıcısı ilan edilen Ryan Coogler, bu kez siyah deneyimini vampir miti üzerinden müthiş alegorilerle anlatıyor. Siyahların kültüre katkılarını yağmalayanları parmakla göstererek taşlayan, müziği sevip sahibini sevmeyen sisteme tokat gibi mesajlar veren film, görsel ve işitsel anlamda da son yılların zirve işlerinden. Buradan Oscar’a ayağına taş değmeden ulaşır umarım da Coogler’ın taç giyme törenini hep birlikte keyifle izleriz oturduğumuz yerden. |
Yön: Carmen Emmi Sağır Sultan’ın bile duyduğu Russell Tovey sevdam sayesinde başına oturduğum Plainclothes, hikâyesiyle pek yeni sularda gezmese de biçimiyle çok özgün. Doksanların New York’unda AIDS salgını sırasında eşcinsel erkekleri cruising yaparken tuzağa düşürüp enseleyen bir gizli polisin, gönlünü bir “suçlu”ya kaptırmasını anlatıyor. Tüm film sanki güvenlik kameralarından çekilmiş gibi. Voyeurizm fantezilerini de, çağdaş fişleme politikalarını da içinde barındıran mini bir devrim bu. |
Yön: Roshan Sethi Listedeki başrolünde Looking mezunu barındıran bir diğer film A Nice Indian Boy, ana akımda görmek istediğimiz kuir anlatılara nefis bir örnek. Amerika’ya göç ederken geleneklerini geride bırakmayan, ama oğullarının eşcinsel olmasına da pozitif bakan bir ailenin merkezinde, gerçek aşka sıkı sıkıya inanan bir adamın beyaz bir oğlana gönlünü kaptırmasını izliyoruz. Doksanlardan beri hiçbir romantik komediden bu kadar kalbim ısınarak ve gözyaşı dökerek çıkmamıştım. |
Yön: Danny & Michael Philippou Philippoular’ın bir önceki hit filmi Talk to Me ile hiç uyuşamasam da Bring Her Back, başta Sally Hawkins performansı ve tabii hiçbir yere sığmayan yas duygusundan uzun zamandır izlediğim en ürkütücü korku filmini çıkardığı için bambaşka bir etki bıraktı üzerimde. Gecenin bir yarısı, kulaklıkla, ses kurgusundaki her numaraya da düşerek izledim. Bu kadar çok korkuttuktan sonra, finaldeki o acı verici vedasıyla “Janrda yapılmadık ne kalmıştı?” sorusuna da cevap veriyor. |
Yön: Cristina Costantini ABD’nin uzaya çıkan ilk kadın astronotu Sally Ride’ın ilham verici hayatını anlatan bu belgeselin esas numarası, Ride’ın yaşarken kuir kimliğini saklamış olması. Vefat ederken partnerine “Artık rahatça anlatabilirsin.” izniyle başlayan hayat hikâyesini, Ride’ın hayatına giren kadınlar, mesai arkadaşları ve büyük aşkı Tam O’Shaughnessy’nin ağzından dinliyoruz. NASA’nın içinde dönenleri, kurumsal mizojininin köklerini de gösteren, çok güçlü bir iş. |
Yön: Steven Soderbergh Seri üretime bağladığından beri ne yaptığı tam anlaşılamayan Soderbergh, bu defa daha iyi yazılmış bir senaryo ve göz dolduran bir kadroyla casus draması çekiyor. 90 dakikada tempolu, rafine bir kurguyla tüm hikâyeyi paketleyip sunuyor. Gösterişsiz ama şık, iddiasız ama sinema hissi yüksek bir iş. Hem kadrodaki yıldız isimlerden, hem de kısmen gençlerinden harika performanslar sağıyor üstelik. Büyüsüz gibi belki ama bir o kadar da çekici. Bilmem anlatabiliyor muyum? |
Yön: Dan Trachtenberg Disney+’a konuk olan bu antolojik Predator animasyonu, üç farklı zaman diliminde geçen üç farklı “avcıyı” ortak bir finale bağlıyor. Üç bölümlük, çok iyi yazılmış bir mini diziyi arka arkaya izliyormuş gibi hissettirse de atmosferi nefes kesici. Gerçekçilikle uğraşmayan animasyon türünün tüm avantajlarını sonuna kadar kullanıyor. İstediğin kelleyi kopar, kanı dök, grafik şiddeti abart, ama seyircinin midesi olduğu yerde dursun. |
Yön: Chris Appelhans & Maggie Kang K-Pop çılgınlığına kişisel olarak çok hâkim olmasam da uzaktan keyifle takip ettiğim bu kültürel fenomenin Netflix’ten çıkma animasyon yorumu, Oscar adayları arasında mutlaka görmek istediğim yapımlardan. Fantastik öğelerle süslenmiş bir müzikal olarak da değerlendirilebilir. Özsevgiyi ve “kendin olma” hâlini öne çıkartırken, bunu fazla didaktik olmadan yapmayı başarıyor. İzleyecek herkesi 24 saat boyunca “Golden” dinleyeceğimiz partiye davet ediyorum! |
Yön: Michael Morris Listemde bir romantik komedi daha! Ama bu sefer kahramanımız tanıdık bir yüz: Bridget Jones. Elli yaşlarında, dul ve çocuklu bir kadın olarak hayatına devam eden Bridget, üzerindeki ölü toprağını atıp gönül işlerine yeniden dalıyor. Artık bu arayış deneyimle yoğrulmuş, teknolojik devrimin getirdiği yeniliklere biraz yabancı ama tamamen samimi. Modern ilişkiler hakkında fikirleri biraz demode belki ama Bridget’ın da demode olmaya hakkı var sanki. |
Yön: Drew Hancock Çok nitelikli bir iş değil belki ama Companion, travmamdan izler taşıdığı için beni tam yerinden yakaladı. Aslında dümdüz bir gaslighting hikâyesi bu. Gerçeği eğip bükenlerin benliklerimizi nasıl elimizden aldığına, ayağımızın altından sandalyeyi nasıl çektiğine dair, yapay zekâ barındıran bir film. Psikolojik şiddetin dik âlâsını en ön sıradan izlemek biraz kötü anıların provası gibi olsa da neyse ki, tüm bu karanlık meselenin içinden mizahi bir katman çıkarmayı başarıyor da, nefes alacak bir yer bırakıyor bize. |
Ekranın En İyileri
HBO Yıl 2025 olmuşken canımın 10 bölümü aşan, kelli felli bir medikal drama çekeceğini inanın ben de tahmin edemezdim. Ama The Pitt, yapılmayanı yapmasa da, yapacağını tam yapıyor işte. Tüm kalabalığına rağmen dört başı mamur bir karakter draması, temelinde sert bir sağlık sistemi eleştirisi ve uzmanlara göre bugüne kadar yapılmış en gerçekçi acil servis temsili. 15 bölümlük ilk sezonu HBO Max’te. İkinci sezon Ocak 2026’da geliyor! |
Apple TV+ Seth Rogen ve yol arkadaşı Evan Goldberg’in ortaklığından çıkan The Studio, Oscar Boy’a bile isteye giren, ödül sezonuna, sinema endüstrisine, Hollywood’a ayrı bir merak besleyen herkes için laboratuvar ortamında tasarlanmış gibi. Her ayrıntısında gerçeğin izlerini görebildiğimiz, müthiş konuk oyuncuları ve birbirinden absürt mizansenleriyle sevdalandığımız sektörün eşsiz bir parodisi. Ne yazık ki Apple TV+ hâlâ Türkiye’de yok. O yüzden malum yerlerde vicdan azabı çekmeden izleyebilirsiniz 10 bölümlük ilk sezonu. |
Netflix 2025’in televizyon olayı diye özetlenebilecek Adolescence, kolay hazmedilir bir iş değil. O yüzden bu mini diziyi tüm tetikleyici unsurlarının altını çizerek önermek gerek. Hele ki bizim coğrafyadan izlenince daha da sinir bozucu. Boiling Point’ten tanıdığımız Philip Barantini ve Stephen Graham ortaklığının daha sert, daha ustaca, daha sarsıcı versiyonu. 4 bölümlük Britanya yapımı mini dizi her 10 evden 11’inde bulunan Netflix’te. Bolca Emmy’e boğulmadan yetişin! |
HBO Nathan Fielder delisinin zihnine henüz giriş yapmadıysanız The Rehearsal’ın ikinci sezonu devrelerinizi yakabilir. Ama amacı zaten rahatsız edici mizah üretip insan evladının büyük kafasızlığını göz önüne sermek. Gerçekle kurmacanın sınırlarını silikleştirmeyi geçtim, tamamen yok ederek formunun zirvesine ulaşmış artık. HBO Max’te altışar bölümlük iki sezon sizi bekliyor. Dilerseniz geçen seneki The Curse de arşivde mevcut. |
Apple TV+ Neredeyse üç yıl beklediğimiz ikinci sezon yavaş açılıp finale doğru öyle bir hızlanıyor ki, Succession sonrası boş kalan “televizyonun en iyisi” koltuğunu hiç sorgusuz devralıyor yine Severance. Cevap almadan, labirentten bozma ofislerde senelerce sürünmeye çok razıyım. Üstelik herkes Emmylik oynuyor, onu ne yapacağız? Yine Apple TV+, yine malum adresler. Netflix’te olsaydı zaten yer gök inlerdi ama o zaman Severance da Severance olamazdı. |
Prime Video Süper kahraman mitlerini yerle bir eden Invincible, sessiz sedasız ama müthiş sezonlarla yoluna devam ediyor. Büyük gücün büyük sorumluluk getirmesini cebimize attıktan sonra ebeveyn günahlarının yüküyle boğuşan, süper güç zırvasını etik çerçevede irdeleyen animasyon hâlâ rakipsiz. Sekizer bölümlük üç sezonu da Prime Video’da. |
Disney+ İlk sezonu bana göre Star Wars evreninden çıkmış en iyi şeydi. Bu yüzden yavaş açılan ikinci sezon korkutmuştu, ama çabuk toparladı. Game of Thrones’la kıyaslanan ölçeğini bile aşarak, sinema kalitesindeki her bölümüyle – fan olun ya da olmayın – izlenmeli. Sezonun bitmeyi seçtiği nokta bile büyük bir cesaret örneği. İki sezon da Disney+’ta, toplamda 24 bölüm. |
Adult Swim Scavengers Reign deliliğinden tanıdığımız yaratıcıların imzasını taşıyor Common Side Effects. Ne yazık ki adını bile duymayan çok. Ama bu hikâyenin yakında kurmaca bir yapıma dönüşeceğinden eminim. Çok çabuk eriyip gidebilecek bir fikri öyle ölçüp biçip işliyor ki hayran olmamak elde değil. 10 bölümlük ilk sezon yalnızca malum yerlerde. Ne yapıp edip bulun! |
BBC Onur Ayı’nda gelen tek iyi kuir dizi. Paris Lees’in otobiyografisinden uyarlanan What It Feels Like for a Girl, ergenlikten yetişkinliğe, atanmıştan gerçek kimliğe, seçilmiş ailenin şefkatine dair tokat gibi bir iş. Gerçekleri de halüsinojenleri kadar etkili, nostaljisi de sağlam. Genç kadrosunun isimlerini mutlaka not edin! BBC’de yayınlandı ama bize uğramaz. 8 bölümlük mini diziye malum yollarla ulaşabilirsiniz. |
Netflix SNL mezunu John Mulaney, arınma ve evlilik sonrası şarap gibi yaş alırken yeni komedi formuyla mükemmele yaklaştı. Geçen seneki Everybody’s in LA’in talk show formatını daha da cilalayarak her hafta sahnesine harikalar getirdi. Konukları, sohbetleri, müzikal anlarıyla taptaze bir formda, değme talk showları cebinden çıkarıyor. 12 bölümlük sezon Netflix’te. Ellerinizden öper. |
Müziğin En İyileri
Rose Gray Lee Dawson’ın hediyesi oldu Rose Gray bana. Esas amacı dans ettirmek olsa da yüksek desibelden duygusunu da çaktırmadan araya katan bir albüm. Bağımlılık yaratan temposunda bildiğimiz tüm pop starların izleri var elbet ama daha ölçülü bir rave’in çalma listesine ait daha çok Louder, Please. Yıldız parça: Everything Changes (But I Won’t) |
Sam Fender Bruce Springsteen hayranı olduğunu hiçbir şekilde gizlemeyen Sam Fender, saz arkadaşlarıyla yine gitara doyurduğu bir albüm çıkarmış. Bir de yetmezmiş gibi genç yaşına bakmadan çatır çutur yazıyor bizimki. Efkara da, coşkuya da birebir. Her sokağa çıkan bir şarkı da var albümde. Yıldız parça: Arm’s Length |
Tamino Türkiye’yi ikinci evine dönüştüren Tamino yine sesiyle bütün iç organlarımın yerini değiştiriyor sağolsun. Sismografı bozan duygusuyla doğuyla batıyı harmanlama biçimi zayıf karnım. Dağlar, vadiler, bulutlar, her yer bizim be Tamino’m. Sen yeter ki söyle. Yıldız parça: Raven |
FKA twigs Bir talk show ortamında tahammül edilemez derecede sahte bulsam da müziğiyle epey hoşlaşıyorum FKA twigs’in. EUSEXUA ile yine bedeni, kimliği ve arzuları üzerinden yeni bir lügat yaratıyor. Avant-garde duruşunu da aldırış etmeden bütünüyle kucaklaması çok yaramış müziğine. Yıldız parça: Sticky |
Matt Maltese Arka plan diyemesem de kesinlikle bir film sahnesinin arkasında çalınması için müzik yapan Matt Maltese, en olgun albümünü çıkardı bu yıl. İçli ama ağlak olmayan, nostaljik ama bunun çiğliğine kaçmayan, hüzünlü ama ölçülü bir duygu yüküyle dökmüş içini kağıda. Ba-yıl-dım! Yıldız parça: Everybody’s Just as Crazy as Me |
Men I Trust Men I Trust’ın ikili Equus çıkarması, arkalı önlü bir müzik tamlaması. Kanadalı indie grubu Equus Asinus ve Equus Caballus ile iki yarı olduğunu anlamadığımız parçaları sıfır dikiş iziyle birleştiriyor. Cehaletime verin, ben yeni tanıştım zat-ı şahaneleriyle. Diskografileri de ilaç gibi geldi. Yıldız parça: Another Stone |
Pulp 24 yıllık aradan sonra bir araya gelen Pulp’ın albümüne zaman makines diyen taş olur. Üretmeyi hiç bırakmayan Jarvis Cocker, hem grubun kaldığı yeri not düşüyor, hem de çeyrek asırdır hiç durmamışlar gibi yaş almış bir britpop ile çıkıyor karşımıza. Sözler de bir Pulp klasiği olarak, yine nokta atışlarıyla dolu. Yıldız parça: Tina |
Little Simz Yıldızımızın henüz barıştığı rap müziğin en sevdiğim temsilcilerinden biri Little Simz. Lotus, yine beğendiğim ama böylesi sevdalanmadığım önceki işlerinin ruhunu taşısa da pek yeni. Tematik yoğunluğu kaldıran kelime oyunları bir yana, altyapılarda da keyiften kayboldum açıkçası. Yıldız parça: Peace |
HAIM Anti-pop yaptıklarına can-ı gönülden inandığım kız kardeşler geri döndü! HAIM’in yeni albümü de kadın olmak, aile bağları, gönül işleri hakkında manifestomsu marşlarla dolu. Bu defa tekerrür hissi de vermedi bana. Gaza gele gele dinledim. Araba yolculuğundan ritimli yürüyüşlere, her şeyin eşlikçisi albüm vallahi. Yıldız parça: Try to feel my pain |
Samia Yumuşak inişlerde dünya markası olan Samia, bu kez içimize çöreklenen kırılganlığı büyütmüş. Bloodless adı gibi kansızdır belki ama kalpsiz değil. Kendi gölgesinden bile ürken duygularla örülü. Bir de böyle okşaya okşaya döküyor içini Samia. En karanlık yerde bile yalnız olmadığınız hissi baki. Yıldız parça: Sacred |