Dizi Eleştirisi
Nine Perfect Strangers (2. Sezon): Yüzeyde Yüzenler
NINE PERFECT STRANGERS | Yaratıcı: David E. Kelley | Oyuncular: Nicole Kidman, Aras Aydın, Christine Baranski, Murray Bartlett, Dolly de Leon, Lucas Englander, Henry Golding, Annie Murphy, Lena Olin, King Princess, Maisie Richardson-Sellers, Mark Strong | 44~53′ | Hulu (ABD), Prime Video (Türkiye)
Kimsenin net olarak hatırlamadığı ilk sezonda, yanılmıyorsam hakkında açılan soruşturmaların arifesinde bırakmıştık Masha’yı. Bu sezon ise ABD’den çıkışını yapmış, kendisine kucak açan travmalı başka bir aileyi sömürmüş ve onların desteğiyle eski bir akıl hastanesine yerleşip yeni tezgâhını kurmuş. Gizli bir amacı olduğu sezdiriliyor ama bunu saklamaya çalışırken çevresine topladığı grup, dizinin asıl sorunlarına dönüşüyor. Manik halleriyle yoran Imogen (Annie Murphy), çocukken ona ebeveynlik edememiş Victoria (Christine Baranski), Victoria’nın gözümüzü alamadığımız sevgilisi Matteo (Aras Aydın), eski çocuk televizyon yıldızı Brian (Murray Bartlett), rahibeliği bıraksa da ruhen bırakamamış Agnes (Dolly de Leon), ilhamını kaybetmiş bir piyanist (King Princess) ve sevgilisi (Maisie Richardson-Sellers), milyarder bir iş insanının oğlu (Henry Golding) ve babası (Mark Strong)… Liste uzun ama etkisi kısa. Bu sezon, izleyiciyi yine cebi dolgun karakterlerle tanıştırıyor ama bu kez onları ne derinleştiriyor, ne de mantıklı diyaloglarla zenginleştiriyor. Kötü yazılmış olmalarının yanı sıra başlarına ne geldiğini zaten bilen insanlar olmaları, dizinin evrilme potansiyelini de öldürüyor. Bu yüzden Nine Perfect Strangers, tüm esprisini ve işlevini yitirmiş bir hâlde çıkıyor karşımıza.
Nine Perfect Strangers’ın en büyük yanılgısı, tek bir notaya sabit şekilde basarak ve yalnızca çıkış noktasının ilginçliğine güvenerek sezon boyunca ilgimizi ayakta tutabileceğini sanması. The White Lotus ile aynı dönemlerde ekrana geldiği için bir özenme söz konusu değil belki. Ama antolojik yapısı ve “otel – konuk” matematiğiyle benzer kulvarlarda koştukları kesin. Ne var ki David E. Kelley’nin dizisi, özellikle bu ikinci sezonda, izleyicinin varlığını önemseyeceği ya da dertlerini özümseyeceği tek bir karakter dahi yaratamıyor. Herkesin tasası tek cümlelik, hiçbir mesele derinleşmiyor. Bu durumda geriye tek bir çıkış yolu kalıyor: Oyunculara odaklanmak. Christine Baranski ve Dolly de Leon, sahiden de can simidi gibi çıkıyor karşımıza. İlk sezonu pek sevmediğim hâlde ikinci sezonu izlemeye beni ikna eden Aras Aydın ise, golden retriever’ın insan formu olarak tanımlanabilecek kişiliğini bu karaktere ustalıkla yansıtmış. Kidman’la birebir sahneleri arasında pedala zaman zaman fazla abandığını düşünsem de, bana kalırsa sezonun en göz dolduran performansı onunki. Tüm bu anlamsız kakofonide en azından onun yetenekleriyle tanışabildiğimiz, dizinin mini basın turunda dünya yıldızları arasında nasıl parladığını görebildiğimiz ve umarım ki kariyerinde daha kıymetli projelere evrilecek gelecek yolculuğuna tanıklık edebildiğimiz için mutluyum.
Aras Aydın’ın bu fırsatı iyi değerlendirme bilinciyle ortaya koyduğu performansı bir kenara bırakırsak, geriye konuşmaya değer pek bir şey kalmıyor. Kidman ile Mark Strong’un karakterlerinden sağılan geçmişler rutubetli bir pembe dizi kokusu taşıyor, eski numaralarla, bayat motiflerle dolu. Annie Murphy ise, Schitt’s Creek’te çok sevmiş olmama rağmen, burada inanılmaz yordu beni. Kağıt üzerinde gerçekten bu kadar büyük çıkmazlarla mı savaşıyordu karakteri, yoksa bilinçli tercihleri mi bu denli boğucu hâle getirdi, emin olamıyorum; ama ziyaretinin kısa sürmesini çok istedim. Nicole Kidman’ın ise direksiyonu tam olarak hangi yöne kırdığını artık kestiremiyorum. Her yeni filminde, her dizisinde üzerinde hakimiyet kurabildiği mimiklerinin giderek azaldığını düşünüyorum. O görkemli kontrol duygusunun yerini, neredeyse silikleşen bir ifade sabitliğine bıraktığını izliyoruz sanki.
Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama biri daha söylemişti: Uyuşturucu kullanan insanlardan daha sıkıcı olan tek şey, onları izlemek ve bir de üzerine uyuşturucu kullanmış gibi yapan oyunculara maruz kalmak. Daha fikir aşamasında göz devirmeme sebep olan bir konunun ekrana taşınmasına önyargılı olduğum düşünülmesin yine de. Nine Perfect Strangers gerçekten de tahammülfersa bir tempoya sahip. Prime Video üzerinden izlenebilen bu Hulu yapımının devamının gelmemesini içtenlikle diliyor; eğer illa gelecekse de Masha’nın biraz daha geri planda bırakılmasını, mümkünse kişisel yolculukların ötesine geçip daha büyük bir mesele anlatısına yönelmesini rica ediyorum artık. Şimdilik, en azından Aras Aydın’a kavuşmuş olduk diyelim ve kanalı değiştirelim.