Dizi Eleştirisi

Too Much (1. Sezon): Kanayarak İyileşenler

Yayınlandı

on

TOO MUCH | Yaratıcılar: Lena Dunham, Luis Felber | Oyuncular: Megan Stalter, Will Sharpe, Michael Zegen, Prasanna Puwanarajah, Rita Wilson, Dean-Charles Chapman, Daisy Bevan, Rhea Perlman, Emily Ratajkowski, Richard E. Grant, Janicza Bravo, Lena Dunham, Oliver Nirenberg, Andrew Rannells, Leo Reich, Naomi Watts, Adèle Exarchopoulos, Adwoa Aboah, Jessica Alba, Kit Harington, Andrew Scott, Stephen Fry, Kaori Momoi, David Jonsson, Sophia Di Martino, Sanoya Mizuno, Rita Ora, Jennifer Saunders | 31~56′ | Netflix

Kişiliğine, mizahına ve duruşundaki tutarsızlıklara karşı beslenen habis hisleri bir kenara koyaraak, Lena Dunham’ın milenyal sancılarını en iyi dile getiren kalemlerden biri olduğunu üstüne basa basa tekrar etmek gerekiyor. Girls, yayınlandığı dönemin hemen ardından gelen politik uyanış çağının ileri derece yargılayıcı süzgecinden geçememiş olsa da, tıpkı Sex and the City gibi bir kuşağın televizyon izleyicisine pek çok hatıra hediye etti. Hem dostluk hem de romantik ilişkilere dair, kimi zaman ipin ucunu kaçırmaktan çekinmeyen ama bir o kadar da gerçekçi tahlilleriyle bir dönemin ruhunu çok güzel yansıttı. Yalnızca televizyona değil, sinemaya da birçok harika yeni yüz kazandırdığını, New York oyuncu havuzunun önemli bir kısmına fırsat tanıdığını da kimse inkâr edemez sanıyorum. Dunham’ın televizyondan uzak durma ısrarını, uğradığı medya ve izleyici saldırılarını da düşününce anlamak güç değil. Ama suların durulmasıyla birlikte, uzun metrajlar yerine yeniden anlı şanlı bir dizi için klavyesinin başına oturmuş Dunham. Bu kez Netflix bünyesinde çıkıyor karşımıza. Girls’ün finalinden tam sekiz yıl sonra, sosyal medya çağının ağırlığının daha çok hissedildiği, dünyanın küçüldüğü ve milenyal karın ağrılarının büyüyerek içinden çıkılmaz hâle geldiği bir yerde yakalıyor bizi. Üstelik ölçeği de oldukça küçük. Ana karakter, psikolojik şiddet gördüğü sevgilisinden ayrıldıktan sonra okyanusun öte yakasına geçiyor ve yaralı haliyle yeni bir sevdaya yelken açıyor. Ara ara da Dunham’ın canlandırdığı ablanın biten evliliğinin ardından yaşadığı ruhsal çöküntüye dair, makasla kesilmiş minik parçalar giriyor araya. Too Much, var olmanın dayanılmaz hırçınlığına dair, minör, insancıl, beşeri dertlere bulanmış bir bakış sunuyor özetle.

Biraz daha açacak olursak… Jessica (Megan Stalter), haklı ve bol sebeplere dayanan bir ayrılığın ardından, eski erkek arkadaşı Zev’in (Michael Zegen) sosyal medya fenomeni bir kadınla (Emily Ratajkowski) ilişkisini herkesin gözü önünde resmiyete dökünce küçük bir cinnet geçiriyor. Ablasının (Lena Dunham) kalbini benzer şekilde kırmış olan eniştesi – aynı zamanda patronu – (Andrew Rannells) sayesinde biraz uzaklaşmak üzere New York’tan Londra’ya çalışmaya gidiyor. Burada, birbirinden tuhaf ve kendine özgü iş arkadaşlarıyla tanışıyor, Notting Hill ve benzeri romantik komedilerden görmeye alışık olduğu evlerle pek ilgisi olmayan yeni yuvasına alışmaya çalışıyor. Bu sırada da hızlıca başka bir yaralı ruha, Felix’e (Will Sharpe) çarpıyor. Aralarındaki, adını koymaktan imtina ettikleri bu bağ gelişip dallanırken Jessica da kanıyor, büyüyor ve yavaş yavaş iyileşiyor. Elbette Dunham’ın alter egosunu andıran bu karakterin sosyal kimliği de bir hayli ilginç. Jessica, gizli bir Instagram hesabında eski sevgilisinin yeni kız arkadaşına videolar çekerek kendini rahatlatmaya çalışıyor. Toplumun dayattığı “yaş” ve “fizik” normlarına göre giyinmiyor. Özgüveniyle yaşadığı inişli çıkışlı ilişki sebebiyle girdiği her ortamda istemsizce garip bir rüzgar estirmekten de asla eksik kalmıyor.

Her bölüme, kalemini güçlendirmiş farklı bir romantik komediden esinlenerek isimler koymuş Dunham: Pitty Woman, Nonsense & Sensibility ve Notting Kill… On bölümden oluşan dizide, kimi zaman bir saati bulan bölümlerinde de özgürce davranmayı seçmiş. Gelen eleştiriler, bu hikâyenin bu kadar uzun bir süreye yayılmayı gerektirmediği yönünde. Ancak ben, binge izleme modelinin herkesi yanılttığını düşünüyorum. Jessica ve Felix’i ayrı ayrı tanımak, hikâyeye nefes aldırmak bence Too Much’ın en güçlü yanı. Karakterleri sokaktan geçerken gördüğümüz kadar değil; en zayıf, en çaresiz hâlleriyle, uzun uzun izletiyor bize Dunham. İnsan olmanın, hele kırılmış bir kalbin iyileşmesini beklerken tüm duygularınla yüzleşmenin zorluklarına dair bu kadar gerçekçi bir manzara çıkarmasına şaşmamak gerek. Ne de olsa Dunham’ı jenerasyonumuzun sesi olarak tanıdık ve sevdik. Ama burada kırılganlık seviyesi çok daha yüksek. Dunham, bir ilişkinin yalnızca yüksek, hatırlanmaya değer anlardan ibaret olmadığını hatırlatıyor. Her seksin harika geçmediğini ya da büyük bir orgazmla sonlanmadığını usulca gösteriyor. Rutinlerini aynı çatı altında birleştiren, sevgilerinin izin verdiği hoşgörüyle var olan çiftlerin, gecenin bir yarısı gelen iç dökme seanslarında buldukları birlik hissini öne çıkarıyor. Çok kusurlu, çok gerçek ve garip bir şekilde çok da yalnız hissettiren bir portre bu. Ekrandan taşan gerçekliğiyle de can acıtıyor.

Megan Stalter, Lena Dunham ve Amy Sedaris’in öncülük ettiği “Garip Olmaktan Korkmama Komedi Okulu”nun en yeni ve parlak mezunlarından biri. Hacks izleyicileri onun mizahındaki aşırılığa aşinadır zaten. Too Much’ta oyunculuğunun gösterişini büyüttüğünü söylemek belki zor; ama bu kez büyük bir yük üstleniyor ve karakterine genişçe bir alan tanındığı için, daha geleneksel komedilerde öne çıkarmaya fırsat bulamadığı yönlerini sergileyebiliyor. Ne dizi ne de Stalter, Jessica’yı sevdirmek için izleyiciye özel bir ısrarda bulunuyor. Sadece yaşadığı ilişkinin ardından bir enkaza dönüştüğünü görmenizi ve bununla empati kurmanızı rica ediyor. Kendini olduğundan farklı biri gibi pazarlayan, ilişkide rahatlığa kavuşunca gerçek yüzünü adım adım ortaya çıkaran, partnerine kendini kötü hissettirmekten asla vazgeçmeyen Zev’in avcı kimliğini kabullenerek yaptığı bir itiraf sahnesi var ki hele… Tüyler ürpertici. Şayet siz de benim gibi, ucu bucağı olmayan kişilik komplekslerini tüm sosyal duruşuna yedirmiş, masum ayağına yatan bir istismarcıyla yaşadığınız ilişkinin gazisiyseniz, bu sahnelerde post-travmatik stres bozukluğunuzu yönetmekte zorlanmanız son derece olası.

Naomi Watts’dan Andrew Scott’a uzanan zengin konuk oyuncu kadrosuyla Too Much, Dunham’ın gazetelere manşet olmuş kişisel deneyimlerinden bolca iz taşıyor. Jack Antonoff’la ilişkisinin hangi erkek karakterlere yansıdığını anlamak zor değil. Üstelik Dunham’ın popüler kültürden beslendiği tek yer burası değil. Canlandırdığı karakterin sorunlar yaşadığı eski eşi rolünde, Girls’te Hannah Horvath’la geçmişi olan Andrew Rannells’ı kullanması da oldukça hoş bir tercih. Tüm bu zenginliğin ve ezip geçen realitenin yanında, beni rahatsız eden yalnızca iki konu var. Birincisi, Stalter ile Sharpe arasındaki çekimin aleladeliği. Stalter’dan ne kadar eminsem, Sharpe’ın uzak ve soğuk doğasını da o kadar yanıltıcı buldum bu dinamikte. Diğer konuysa, geleneksel romantik komedilerin ilişki şablonlarını ve basmakalıp kadın karakterini tamamen dönüştüren Dunham’ın, beden politikası konusunda hiçbir söyleme girişmemesi. Oysa Stalter’ın yerine geçen Ratajkowski üzerinden bile sarf edebileceği pek çok cümle varken, bu meseleyi tümüyle es geçmiş. Ama bu da bir tercih olabilir elbette. Dizinin bohçasında yer olsa da sakız gibi uzayan inatçı kurgusuyla Too Much’ı “too much” yapan tek bir kulvarda kalabilmesi. O yüzden çok da şikâyet etmeyeceğim. Şimdi ikinci sezon onayını beklemeye koyuluyorum. Dunham’ın satır aralarında bir kez daha kendimi bulmaya çok ihtiyacım var.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version