Takip et

Kısa Eleştiri

Üç Film Birden | Sally, The Wedding Banquet ve Latin Blood

tarihinde yayınlandı.

Geçtiğimiz sezon “Kuir Bağımsızlar” adını verdiğim bir seriye başlamış, ancak sezonluk filmler tükenince yazıları da istemeden yarıda bırakmak zorunda kalmıştım. Bu kez yine kesinti olmasın diyerek kuir bağımsızları “Üç Film Birden” kuşağına taşıma kararı aldım. Uzun uzun eleştirisini yazmadığım LGBTİ+ temalı yapımları da zaman zaman burada ağırlamaya özen göstereceğim. 2025 filmleri için açılışı ise bir şahane belgesel, bir yeniden uyarlama ve Brezilyalı bir efsanenin biyografisiyle yapıyorum.

Yönetmen: Cristina Costantini | ABD | 103′ | Belgesel

SALLY: Kaybolan Yıllar

Yarıyıl Karnesi’nde de bahsettiğim Sally, National Geographic imzalı ve normal şartlar altında Disney+ kitaplığına dahil olması gereken bir yapım. Ama kim bilir hangi sebeplerle, Türkiye’den filme ulaşmak için alternatif yollar gerekiyor. Walter Mercado ve Karol G gibi ikonlar için de belgeseller hazırlayan Cristina Costantini’nin yönettiği film, uzaya çıkan ilk Amerikalı kadın astronot Sally Ride’ın hikâyesini anlatıyor. Dünya çapında başarıları hayranlıkla izlenen Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA), yetmişli yıllara dek uzanan mizojinisini de gözler önüne sererek, “janjanlı” Amerika’nın köklü kurumlarındaki köhne zihin yapısını çarpıcı bir şekilde ifşa ediyor. Ancak filmin bundan da önemli bir katmanı var: Sally Ride’ın eşcinsel olduğunun ancak ölümünden sonra ortaya çıkması. Tam O’Shaughnessy ile olan ilişkisini hem kamuoyundan hem de yakın çevresinin büyük kısmından gizlemiş, neredeyse kimseye doğru düzgün açılmamış. 2012’de pankreas kanserine yakalandığında ise ölüm döşeğinde Tam’e, neyin doğru olduğunu düşünüyorsa onu yapmasını tembihlemiş. Film de büyük ölçüde Tam’in ağzından, onun perspektifinden anlatıyor Sally Ride’ı. Eski çalışma arkadaşları, gizli ilişkilerini sürdürdüğü ex’leri ve ailesi bir bir kamera karşısına geçerek, çağının çok ötesinde bir kadın olan Ride’ın dillere destan yaşam öyküsünü anlatıyor. Yolu yarılamış bir lubunya olarak, üstüne her geçen yıl daha çok düşündüğüm “yaşlanma” kavramıyla yeniden yüzleşmeme sebep oldu bir de bu belgesel. Ve evet, beni hıçkıra hıçkıra ağlattığını da not düşmeden geçmek olmaz.


Yönetmen: Andrew Ahn | Oyuncular: Kelly Marie Tran, Lily Gladstone, Bowen Yang, Han Gi-chan, Joan Chen, Youn Yuh-jung | Senaryo: Andrew Ahn, James Schamus (uyarlama), Ang Lee, Neil Peng, James Schamus (orijinal film) | ABD | 103′ | Komedi, Romantik

THE WEDDING BANQUET: Heteroluk Kadar Tekdüze

Spa Night (2016), Driveways (2019), Fire Island (2022) derken Andrew Ahn, son yıllarda iyiden iyiye radarımda yer eden bir isme dönüştü. Bu yıl ise, 1993 yapımı Ang Lee klasiği The Wedding Banquet’i çok daha kuir bir formda yeniden çekti. Sundance’te prömiyer yapan film, orijinal hikâyeye kimi güncellemeler getiriyor elbette. Lee (Lily Gladstone) ve Angela (Kelly Marie Tran), tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmaya çalışan, hem maddi hem manevi olarak beli bükülmüş, henüz evlenmemiş bir çift. Yaşadıkları mütevazı evin garajında ise yakın arkadaşları Chris (Bowen Yang) ve onun tatlı sevgilisi Min (Han Gi-chan) kalıyor. Varlıklı bir aileden gelen Min, öğrenci vizesinin sona ermek üzere olduğunun bilinciyle Chris’e yeşil kart kokan bir evlilik teklifinde bulunuyor. Ancak bağlılık sorunları olan sevgilisi geri çevirince alternatif bir yol arıyor: Angela’yla yapacağı heteroseksüel bir evlilik karşılığında tüp bebek masraflarını üstlenmek ve böylece büyükannesini (Youn Yuh-jung) de memnun etmek. Kâğıt üzerinde hem eğlenceli hem de komedi malzemesi bol, ayrıca ekonomik zorluklara ve göçmen yasalarına da dokunan çağdaş bir olay örgüsü var. Fakat inanır mısınız, pratikte filmde en ufak bir ruh emaresi yok. İki çift arasında da kimya neredeyse sıfır. Gladstone dramalarda ne kadar parlıyorsa, burada komediye o kadar yabancı. Ana dörtlünün en ilgi çekici ismi Bowen Yang’e ise yeteneklerini sergileyecek bir alan bırakılmamış. Üstüne üstlük, çok yukarıdan erdem satmaya çalışan, steril bir politik doğruculukla bezenmiş bir anlatı var karşımızda. Bütünüyle tutkusuz ve yavan buldum. Andrew Ahn’ın bir önceki seks kokan filminden sonra, bu heteroseksüellerin yatak odasından bile sıkıcı, cinsel tansiyonu kupkuru film doğrusu beni hayli şaşırttı.


Yönetmen & Senaryo: Esmir Filho | Oyuncular: Jesuíta Barbosa, Rômulo Braga, Hermila Guedes, Davi Malizia, Jullio Reis, Bruno Montaleone, Mauro Soares, Bruno Parmera, Jef Lyrio | Brezilya | 129′ | Drama, Biyografi

LATIN BLOOD – THE BALLAD OF NEY MATOGROSSO: Damardan Melodram

Geçtiğimiz Oscar sezonu sayesinde Brezilyalıların kendi sanatçılarına ve eserlerine nasıl sahip çıktığını hep birlikte gördük. I’m Still Here fırtınasının bir benzerini bu yıl büyük ihtimalle Kleber Mendonça Filho’nun The Secret Agent filmiyle yeniden yaşayacağız. Bu “alıştırma” sürecinde, Letterboxd’da 4.1 ortalamayla dikkat çeken Latin Blood: The Ballad of Ney Matogrosso’yu da izleme fırsatı buldum. Adından da anlaşılacağı üzere, tüm dünyanın tanışmasını arzuladıkları, sahne ismiyle Ney Matogrosso’nun hayatını anlatan bir biyografi bu. Baskıcı bir askeri rejim altında, otoriter ve militarist bir babanın gölgesinde büyümüş bir çocuğun, hem evinin hem ülkesinin karanlığına rağmen tüm renklerini nasıl gösterdiğini anlatıyor film. Jesuíta Barbosa’nın canlandırdığı Matogrosso’nun hem ses tonu bambaşka, hem de “feminen” olarak kodlanan doğasıyla sanatına ve hayata sığmayan bir varlığı var. Tüm bu özelliklerini görünce onunla tanıştığıma gerçekten memnun oldum. Ama aynı şeyi film için söylemem mümkün değil ne yazık ki. Zira Latin Blood, bu hikâyeyi taşıyabilecek hiçbir sinemasal meziyete sahip değil. Oyunculuklar âdeta canlandırmaların membası Flash TV’den fırlamış gibi. Senaryo ise pembe dizi klasiği ağdalı bir melodramın ötesine geçemiyor. Ortaya da izlenmesi hayli zor, fazlasıyla yapay bir iş çıkıyor. Sanki amaçla sonucu karıştırıp baş tacı etmişler gibi hissettirdi bana. Üstelik bu hayal kırıklığını kültürel yabancılığa ya da beyaz ağırlıklı medyanın tek tip anlatı dayatarak bizi uyuşturmasına da bağlamıyorum. Aynı sularda yüzen Veneno gibi müthiş bir örneği çok yakın zamanda izledik. Hem görsel hem işitsel anlatımıyla, içine işlediği trajediyi taşıyabiliyordu. Oysa burada ne kamera arkasında ne de önünde, bu melodramatik anlatımı kaldırabilecek tek bir tercih yok.

Devamını oku
Yorum Yapın

Yorum yazın...

Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin