Liste
Oscar Boy Seçti: 2020’lerin En İyi 50 Dizisi

Sam Reid (Interview with the Vampire), Michaela Coel (I May Destroy You) ve Daniela Santiago (Veneno)
Indiewire’ın listesini gördüğüm anda not defterimin bir köşesine iliştirdiğim bir fikri huzurlarınıza sunuyorum bugün. Oturdum, kolları sıvayıp “Benden çok dizi izleyen mi var?” diyerek giriştim bu işe. Tıpkı Indiewire’da olduğu gibi, ben de birkaç kural belirledim. Birincisi, değerlendirmeye giren her dizinin 2020 veya sonrasında başlamış olması gerekiyordu. Bu da, başarısı bu on yıla taşmış olsa da Succession, Barry ve The Other Two gibi favorilerimi dışarıda bırakmam anlamına geldi. İkinci kural: Yalnızca senaryolu yapımları listeye aldım. Dolayısıyla How to with John Wilson ve The Beatles: Get Back gibi iki dev favorimin yanı sıra The Traitors, Conan O’Brien Must Go ya da John Mulaney’nin Netflix şovları da bu seçkiye giremedi.
Az sonra adı geçecek 50 dizi, daha önce yazdığım eleştirilerde verdiğim notlardan bağımsız olarak, belleğimde nasıl demlendiklerine, sadece ilk sezonlarıyla değil tüm sezonlarıyla nasıl bir etki yarattıklarına göre seçildi. Her yıl dönüp güncellemeye çalışacağım “2020’lerin En İyi 50 Dizisi” listesine geçmeden önce derin bir nefes alın ve elinizdeki kumandayı sakince masaya bırakın. Devir Oscar Boy devridir, buyrun…
50 Mr. & Mrs. Smith (2024-?)

Donald Glover ve Maya Erskine
Bir zamanlar Donald Glover ve Phoebe Waller-Bridge’in ortak projesi olacağı açıklandığında rüyalarımıza giren Mr. & Mrs. Smith, kreatif fikir ayrılıkları nedeniyle Waller-Bridge’in projeden çekilmesiyle Glover’ın ellerine kaldı. Neyse ki Atlanta’daki yazar odasından Francesca Sloane imdada yetişti de proje heba olmaktan kurtuldu. Retrospektifte Angelina Jolie’nin kariyerinde yaşadığı en talihsiz deneyimlerden biri olarak anılabilecek 2005 tarihli filmin televizyon uyarlaması, nüktedan, romantik ve bir hayli da seksi bir formda geri dönüştürüldü.
Glover ile Maya Erskine’in bol konuk oyunculu casusluk yolculuğu, iki alakasız yabancı olmaktan meslektaşlığa, karı koca taklidinden gerçek sevgililiğe evrildikçe, görevleri de en üst düzeyden iptal edilmek istenir hâle geliyor. Ama tabii ki ilişki derinleştikçe, ölümcül bir kapanışın duygusal yükü de büyüyor. Şimdilerde Mark Eydelshteyn ve Sophie Thatcher’lı ikinci sezonunu beklediğimiz yapım, antoloji formatında aynı kaliteyi sürdürürse tüm zamanların en iyileri arasında anılması işten bile değil.
Mr. & Mrs. Smith’in ilk sezonu Prime Video’da izlenebilir.
49 Ted Lasso (2020-?)

Brendan Hunt, Jason Sudeikis ve Brett Goldstein
Türkiye’ye girmemekte ısrar eden Apple TV+’ın global başarıya ulaşmış ilk işinin Ted Lasso olması aslında biraz şaşırtıcı. Neticede Amerikan futbolu koçuyken evliliğinde bir şeylerin yolunda gitmemesi üzerine okyanusun bu tarafında, gerçek futbol oynayan bir İngiliz kulübüne transfer oluyor Lasso. Alametifarikası da, Forrest Gump misali has güney sıcakkanlılığıyla herkesi kucaklayan, sudan çıkmış bir Amerikalı portresi çizmesi. Ama o dışarıdan soğuk, içten sıcacık Brit milletinin büyülü etkisiyle hikâye iyice dallanıp budaklanıyor.
Üçüncü sezonunda kendi parodisine dönüşüp kamu spotu tadında hayat derslerine abanmış olduğunu inkâr edecek değilim. Ancak özellikle ilk iki sezon, hele ki mental sağlığa temas ettiği bölümler, hem yaralayıcı hem de beklenmedik şekilde etkileyiciydi. Şimdilerde, sanki araya yıllar girmiş gibi bir geri dönüş planı yapılıyor Ted Lasso cephesinde. Ne anlatacakları kaldı bilemesem de, suçlu zevk kontenjanımızı da bir şeylerin doldurması gerek sonuçta. Öyle değil mi?
Ne yazık ki Ted Lasso’yu Türkiye’den yasal yollarla izlemek mümkün değil.
48 Swarm (2023)

Dominique Fishback
Başta Beyoncé olmak üzere, pop müziğin ilham verici yıldızlarının peşinden sürüklediği kitleyi ve bu hayranlık hâlinden doğan toksik kültürü konu alan Swarm, Donald Glover imzalı inanılmaz başarılı bir hiciv örneği. The Deuce ile hayatımıza girdiği günden beri takip ettiğim Dominique Fishback’in benzersiz performansı sayesinde, zaten kimsenin gözünün yaşına bakmayan metin iyice sertleşiyor. Atlanta’dan aşina olduğumuz hikâyeyi dikkat dağıtarak kuran, deli işi anlatım tarzının bir başka formu bu.
Donald Glover’ın Prime Video ile el sıkışmasıyla doğan her projeyi bu listey girecek mi emin olmasam da şimdilik çıkan işlerden oldukça memnunum. Doğruların önemini yitirdiği bir çağı Glover’dan daha iyi anlatabilen biri de yok henüz. Atlanta, Mr. & Mrs. Smith ve Swarm’la güçlü bir filmografi inşa etti kısa sürede. Üstelik bunu her defasında bir anti-kahraman aracılığıyla yapması, başlı başına bir yetenek ve vizyon meselesi.
Swarm’ı Prime Video’da izleyebilirsiniz.
47 Starstruck (2021-2023)

Nikesh Patel ve Rose Matafeo
Milenyal üretimi olduğu her hâlinden belli bir peri masalını anlatıyordu BBC’nin pek de ses getirmeyen komedisi Starstruck. Başarıyı Britanya’da bulan Avustralyalı komedyen Rose Matafeo’yu, yirmilerinin sonuna yaklaşırken hayatının nereye gittiğini kestiremeyen ve ülkesine dönmeye hazırlanan bir kadın olarak izledik. Hayatının bu belirsiz döneminde, ünlü bir film yıldızıyla yolları kesişince de ortaya sıradan gibi görünen ama slapstick geleneğine göz kırpan, oldukça içten bir romantik komedi çıkmıştı.
Matafeo’yu radarımıza sokmakla kalmayıp, hayatımın erkeği Russell Tovey’yi ikinci sezonunda kadroya dahil eden dizi, “kendin pişir kendin ye” kadın yazar projelerinin çoğu kadar konuşulmasa da, izleyicisini bulan işlerdendi. Ben, özellikle bizim jenerasyona has “garip görünme” korkusunun ağır bastığı, bir yerinden modern taşyapıt Frances Ha’yı da andıran taraflarını pek sevmiştim. Keşke bir çözüme ulaşmak için üç sezon boyunca debelenmek zorunda kalmasaydı da, ekran efsanelerinin arasına daha sağlam bir yerden dahil olabilseydi.
Starstruck’ı Türkiye’den yasal yollarla izlemek şu an için maalesef mümkün değil.
46 Industry (2020-?)

Marisa Abela ve Harry Lawtey
Başta yalnızca suçlu bir zevk olduğunu düşünerek izlemeye başladığım Industry, hayattaki iki büyük bağlılığım, Londra ve finans dünyasını, barındırması sebebiyle ilgimi çekmişti. Fakat bu iki başlığın ötesine geçip kendi sesini bulabilmesi epey zaman aldı. Geriye dönüp baktığımda, bu zamana yayılan olgunlaşma sürecinin diziye iyi geldiğini düşünüyorum artık. Finans sektörünün tantanasının yanı sıra, özel sektörde yükselebilmek için ruhunu satmak zorunda kalan insanların dünyasını en sert ve çıplak hâliyle resmeden dizi, üçüncü sezonuyla zirveye ulaştı.
Myha’la, Marisa Abela ve Harry Lawtey başta olmak üzere genç ve çok yetenekli bir kadroya sahip olmanın avantajını da sonuna kadar kullanıyor Industry. Kapitalist düzenin kötü adamlarını işaret ederken belki yeni bir şey söylemiyor, ama yetişkinlerin dünyasından tansiyonlu, tutkulu ve karakter sahibi bir iş çıkarmayı başarıyor. Ve en çok da balçığına saplanıp kaldığı şehri ve sektörü, tüm şıklığı içinde bu kadar çirkin gösterebilmesine bayılıyorum.
Industry’nin üç sezonu da HBO Max’te izlenebilir.
45 The Staircase (2022)

Toni Collette ve Colin Firth
Ben hariç kimsenin pek umursamadığına inandığım The Staircase, 2004 tarihli aynı adlı Fransız mini belgeselin kurmaca bir uyarlaması. Colin Firth ve Toni Collette’in başını çektiği oyuncu kadrosunda Patrick Schwarzenegger, Sophie Turner ve Odessa Young gibi sevdiğimiz genç yüzler de var. Gerçek suçlunun hiçbir zaman kesin olarak kanıtlanamadığı, medyada fazlasıyla yer bulmuş bir cinayeti konu alıyor dizi. Suç romanları yazarı Michael Peterson en nihayetinde karısını öldürmekten hapse giriyor ama tüm mesele, dev bir soru işaretinden ibaret.
Gerçek suç projelerine pek ilgi duymayan biri olarak beni bu kadar içine çekmesinin temel sebebi, sanıyorum ki tam da bu dev muğlaklık. Oyunculuklar etkileyici, evet; ama asıl mesele, şüphe duygusuna bir karşılık arama çabamızın her seferinde duvara toslaması. Aklımızdan geçenleri doğrulama ihtimalinin dahi olmaması dizide, hiçbir şey yaşanmazken bile dev bir gerginlik yaratıyor. Hakkında hiçbir şey okunmadan izlenmesini şiddetle tavsiye ettiğim yapımlardan. Bu arada kadrodan birkaç isim saydım ama daha kimler var kimler: Juliette Binoche, Parker Posey, Rosemarie DeWitt…
The Staircase’in tüm bölümleri HBO Max’te izlenebilir.
44 The Gilded Age (2022-?)

Carrie Coon ve Morgan Spector
Downton Abbey’nin arkasındaki zihin Julian Fellowes’un coğrafya değiştirerek yarattığı dönem dizisi The Gilded Age, yüksek camp mertebesindeki estetiğini gerçek bir dramaya dönüştürmeyi başardığı için gıpta edilesi bir iş. Kastingini Broadway’de sahne sahne dolaşıp tiyatro tozunu yutmuş oyunculardan kuran dizi, 19. yüzyıl sonlarına yaklaşan New York’ta meşhur Vanderbilt ailesi ve çevresindeki sosyetiklerin hayatlarını anlatıyor.
Downton’ın miras tartışmalarıyla boğulmuş akışında dönemin siyasi gelişmeleri yalnızca arka plan gürültüsü gibiydi. Ama burada, yerini çok daha belirgin bir “önemlilik” hissi almış. Irk, cinsiyet ve sınıf çatışmalarına dair Julian Fellowes’un her zaman bir bilgisi vardı; ama bu kez sadece bilgili değil, ilgili de. Tüm bunlara ilaveten herkes harika oynuyor. Carrie Coon’dan Christine Baranski’ye, metne bir oyun teksti gibi yaklaşan oyuncular sayesinde yapım çoğu zaman saat gibi işliyor, kimi zaman bir opera açılışı dışında büyük bir tümseği olmasa da.
The Gilded Age’in üç sezonu da HBO Max’te izlenebilir.
43 Beef (2023-?)

Ali Wong ve Steven Yeun
Ali Wong ve Steven Yeun’a ödül üstüne ödül kazandıran Beef, pandemi sonrası nereye koyacağımızı bilemediğimiz öfkenin kökenine göz atarken, bu duygunun dışavurumunun nelere kadir olabileceğini de kaotik ve eğlenceli bir tonla gözler önüne sermişti. Hayatları bir tahammülsüzlük anında kesişen iki insanın, gerçek yüzlerini birbirlerinden saklamamaları neticesinde yaşanan bir dizi absürtlüğü bazen kahkahayla, bazen hayretle izledik. Ama insan evladının tutarsız doğası üzerine de hiç çaktırmadan fena bir tokatladı sanki.
Şu sıralar ikinci sezon hazırlıkları harıl harıl devam eden yapım, Oscar Isaac, Carey Mulligan, Charles Melton, Cailee Spaeny ve Youn Yuh-jung’lu yeni bir hikâyeyle karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Antoloji formatında bir devamlılık olacak mı bilinmez. Ama siz yine de eşeğinizi sağlam kazığa bağlayın. Gidin, Beef’in ilk sezonunda Wong ve Yeun’la birlikte içinizde ne varsa salın dışarıya. Kitlesel hüznümüzü ancak bu öğretilmiş sessizliği sonlandırarak atabileceğiz zaten. İşin bir de kültürel tarafı var elbet ama, Türkiye’den bakınca “doğu” da hiç yabancı gelmiyor insana.
Beef’in tüm bölümleri Netflix’ten izlenebilir.
42 Big Boys (2022-2025)

Izuka Hoyle, Dylan Llewellyn ve Jon Pointing
Britanya televizyonlarının duygulu sitcom kotasını başarıyla dolduran Channel 4’dan çıkan Big Boys, komedyen Jack Rooke’un kendi deneyimlerinden uyarlama. Babasını kaybetmesinin hemen ardından, yasın ağırlığıyla ve henüz dolabını terk edememiş bir eşcinsel olarak üniversiteye başlayan genç Jack’i izliyoruz dizide. Kısa sürede sırrını açık edip hayatındaki tek büyük kaybın babası olmadığını itiraf ediyor. Psikolojik sorunlarıyla mücadele eden yakın arkadaşı Danny’nin de yörüngemize dahil olmasıyla, hikâye bir güzel oynuyor duygularımızla.
Bir yanda Derry Girls’le hafızamıza kazınan Dylan Llewellyn, diğer yanda fiziksel oyunculuğunu Taron Egerton’a benzettiğim Jon Pointing boğazımıza koca bir yumru olacak kaçınılmaz finale ilerlerken kahkahalara boğuyor bizi bu rötarlı büyüme hikâyesinde. Uçarılığı bol ama gerçeği her kucaklayışında öyle can yakıcı bir hâl alıyor ki Big Boys, etkisinden çıkabilene aşk olsun. 10 bin fil gücündeki final bölümünü hâlâ atlatabilmiş değilim.
Big Boys’u Türkiye’den yasal yollardan izlemek ne yazık ki şu an için mümkün değil.
41 Ultra City Smiths (2021)

Türkiye’de benden başka kimsenin izlemediğine neredeyse emin olduğum bir diğer dizi de Ultra City Smiths. Steven Conrad imzalı bu delilik, sadece tek sezon sürdü ama izleyen herkesin zihninde yer etmiştir diye düşünüyorum. Stop-motion bebeklerle kara film geleneğini bambaşka bir biçimde yaşatan dizi, Team America deliliğini hatırlatan bir manzarayı televizyona taşıyordu. Yolsuzluğun kol gezdiği, herkesin çıkarları doğrultusunda hareket ettiği çürümüş bir şehir portresi çiziyordu kısaca.
Müthiş seslendirme kadrosuyla izleyiciyi macerasına dahil etmeye çalışsa da, Ultra City Smiths kesinlikle herkesin dizisi değil. Bir kumsal ziyaretinde okunacak hafiflikteki bir roman tadı veren anlatıya katran karası, hatta biraz da akıl sır ermez bir stil katmaya çalışıyor Conrad. Bunu başaramadığını söyleyen taş olur. AMC+ gibi alternatif bir platformda gösterilmesine karşın erkenden veda etmesi ise büyük talihsizlik. Keşke o kreatif özgürlükle kendine başka bir ev bulabilseydi.
Ultra City Smiths’i de ne yazık ki Türkiye’den yasal yollarla izlemek mümkün değil.
40 Slow Horses (2022-?)

Jack Lowden ve Gary Oldman
Ben bu satırları yazarken Slow Horses’ın ilk dört sezonu yayınlanmış, üzerine iki sezonu çekilip repo yapılmış, yedinci sezon onayı da çoktan alınmıştı. Mick Herron’ın Slough House roman serisinden Apple TV+ tarafından uyarlanan yapım, Emmy başarısıyla birlikte nihayet genel izleyicinin radarına da girmeyi başardı. Başrolünde usta oyuncu Gary Oldman’ın yer aldığı dizi, istihbarata hizmet etmektense kişisel çıkarlarını her şeyin önüne koyan bir grup casusun başından geçen olayları anlatıyor.
Britanya televizyonlarının klasik casus dizilerinden farklı olarak daha geniş bir ölçekte geçen Slow Horses, Oldman’ın Oscar’a aday olduğu Tinker Tailor Soldier Spy’daki gibi dramatik aksiyona ihtiyaç duymadan tansiyonunu koruyabilenlerden. Çoğu zaman sadece diyaloglarla izleyiciyi ekrana bağlayan bir yapısı var. Üstelik birbirinden yetenekli oyuncularla dolu kadrosu arasındaki muazzam etkileşim de diziyi bir üst seviyeye taşıyor.
Slow Horses’ı Apple TV+ Türkiye’ye girmediği müddetçe yasal yollarla izlemek pek mümkün olmayacak.
39 Station Eleven (2021)

Himesh Patel ve Matilda Lawler
Henüz COVID travmasını üzerimizden atamamışken gelen Station Eleven, “Öedeniyet çöktükten sonra yaşamaya devam etmek için nasıl bir amacımız kalacak?” sorusundan hareketle ilerliyor. Emily St. John Mandel’in romanından uyarlanan bu mini dizi, yaşadığımız dünyayı tamamıyla klostrofobik bir alana, hatta bir kıskaca çevirirken, bütün gücünü de birbirinden yetkin yönetmenler ve senaristlerle kurduğu yaratıcı birliktelikten alıyor.
Bölümler arasında zaman sıçramalarıyla bir hikâyeyi doğrudan takip etmek yerine bir hisse odaklanmayı tercih eden Station Eleven, özellikle 2020 itibarıyla yaşadığımız o iki yıllık global kâbus sonrası kimyası değişmiş zihinlerimize pek de nazik davranmadı. Yine de keskin köşeleri, cesur performansları ve ana akımın pek alışık olmadığı reji tercihleriyle kalıcı bir iz bıraktı. Ertesinde gelen her post-apokaliptik projede Patrick Somerville’in kaleminin izini aradık. Somerville’in daha önce The Leftovers’ta da çalışmış olması, her şeyi anlamak için yeterli.
Bir HBO dizisi olmasına rağmen Station Eleven’ı Türkiye’den yasal yollarla izlemek şu anda maalesef mümkün değil.
38 As We See It (2022)

Joe Mantegna ve Rick Glassman
Çok sevdiğim aile draması Parenthood‘un yaratıcılarından Jason Katims’in imzasını taşıyan As We See It, İsrail yapımı On the Spectrum’un Amerikan uyarlaması. Aynı evde yaşayan, yirmili yaşlarındaki üç otizmli karakterin, dışarıdan minimum destekle günlük hayatta ayakta kalma mücadelesini anlatıyor. Hikâyesinin doğası gereği kaotik; ama hoşgörü dilenmek ya da duygusal manipülasyonlara oynamaktansa çaktırmadan öğreten bir iş olmasıyla çok değerliydi. Ne yazık ki yalnızca bir sezon sürebildi.
Dizi, spektrumda yer alan bireyleri “dünya dışı” gibi ele alarak onlara dolgun hikâyeler yazamayan yapımlara adeta ders veriyordu. Ancak sadece öğretici demek haksızlık olur. Duygusal olarak bağlandığımız karakterlerin birey olma ve büyüme süreçlerine, televizyonun daha önce neredeyse hiç temas etmediği bir perspektiften bakmamızı da sağladı.
As We See It’i Prime Video’da, “Bizim Gözümüzden” ismiyle izleyebilirsiniz.
37 Maid (2021)

Margaret Qualley
Stephanie Land’in aynı adlı kitabından uyarlanan mini dizi Maid, yalnızca Margaret Qualley’i bir aktris olarak ciddiye almayanlara haddini bildirdiği için bile kıymetli aslında. Kolaylıkla “sefalet pornosu”na dönüşebilecek bir hikâyeyi, genç, bekar ve hayattaki her kararı partneri tarafından baltalanan, domestik şiddete maruz kalmış bir kadının sahici yolculuğuna çevirmeyi başarıyor dizi. Bu da Maid‘i benzer temalara değinen pek çok işin önüne koyuyor.
Üstelik meziyetleri bununla da sınırlı değil. Maid, Amerika’nın çok da dillendirilmeyen gerçeklerini ne steril hâle getiriyor ne de mizahın kolaycı tarafına çekerek hafifletiyor. Elindeki pembe dizi potansiyelini yüksek bir konsepte dönüştürmeyi bildiği gibi, görsel anlamda da Netflix’te pek alışık olmadığımız beceriler sergiliyor. Koltuğa gömülen Margaret Qualley’yi izlediğimiz o unutulmaz sahne, yalnızca hafızalara kazınmak için değil, karakterin ruh hâlini anlamamızı sağlamak için var. Kendi deneyimlerimizle empati kurmamıza alan açan bu yaratıcı anlatım tercihleri Maid’i asıl özel kılan şey.
Maid’i Netflix’ten izleyebilirsiniz.
36 Say Nothing (2024)

Hazel Doupe ve Lola Petticrew
Patrick Radden Keefe’in çok satan kitabından uyarlanan Say Nothing, 1970’lerden bugüne İrlanda’nın kanlı tarihine ışık tutuyor. IRA’nın mücadelesini sadece terörizme indirgemekle yetinen bakış açılarına karşı duruyor ve izleyicisini tarihin asıl failleriyle yüzleştiriyor. Barışçıl protestolardan özgürlük savaşına uzanan bu karmaşık süreci anlatırken, kayıpları anmayı da asla ihmal etmiyor. Zaman zaman “orta yolculuk”la eleştirilse de resmi tarihin eksik ya da çarpıtılmış bölümlerine ışık tutuyor olması, Say Nothing’in en büyük artısı.
Tüm bu başarıların yanında, Birleşik Krallık’ın seçme geleneğini sürdüren yapımcıları sayesinde nepotizmden uzak, gerçek yeteneklerle tanışma fırsatı da buluyoruz. Tüm o nefes kesen karanlığın ortasında bile oyunculuklar sayesinde nefes alınabiliyor. Final bölümü ise direkt boğazımıza yumruk atmak suretiyle getiriyor görevini yerine. Yaptıklarının hesabını vermeyen ve vermeyecek her siyasiye de izletmek şart.
Say Nothing’i Disney+’tan izleyebilirsiniz.
35 Girls5eva (2021-2024)

Paula Pell, Sara Bareilles, Renée Elise Goldsberry ve Busy Philipps
Komedi idollerimden Tina Fey’in yapımcıları arasında yer aldığı Girls5eva, Saturday Night Live mezunu senarist Meredith Scardino’nun imzasını taşıyor. 90’larda kısa süreliğine meşhur olmuş bir pop kız grubunun, yıllar sonra yeniden gündeme gelerek bu şöhret rüzgarını ikinci kez kullanma çabasını anlatıyor. Absürt mizah sevenler için birebir olan bu dizi, Fey’in bir diğer kült işi 30 Rock’ın yayıncısı NBC’nin dijital platformu Peacock’ta iki sezon boyunca yayınlandıktan sonra ömrünü Netflix’te tamamladı. Tam anlamıyla 30 Rock ve Unbreakable Kimmy Schmidt severlere göre bir iş.
Hem 90’lar nostaljisiyle dönemin ruhunu yaşatıyor, hem de günümüzün tüketim odaklı alışkanlıklarını hicveden bir koşturmacanın içine sokuyor bizi. Oyuncu kadrosu da enfes: SNL’in yazar kadrosunda yıllarca yer alıp nihayet ekran önünde de parlayan Paula Pell, 21. yüzyıl Broadway’inin en önemli figürlerinden Sara Bareilles, Michelle Williams’ın her daim enerjik ahretliği Busy Philipps ve 30 Rock’ın Jenna’sını hatırlatan o katıksız megalomanlıkla Renée Elise Goldsberry. Özellikle Goldsberry, kariyeri performansını sergiliyor.
Girls5eva’nın tüm sezonlarını Netflix’ten izleyebilirsiniz.
34 Mare of Easttown (2021)

Julianne Nicholson ve Kate Winslet
Pennsylvania kırsalındaki küçücük bir kasabanın polisi olarak görev yapan Mare Sheehan, Kate Winslet’ın kariyerinde canlandırdığı en iyi yazılmış karakter olabilir mi? Kesinlikle. Peki Winslet bu fırsatı gole çevirip kariyerinin en güçlü performansını mı sergiliyor? Şüphesiz. Boş sohbete, gereksiz tebessümlere hayatında yer olmayan bu görev insanı kadın, şahane yaş alan aktrisin üstüne eldiven gibi oturuyor. Sanki bugüne kadar üstlendiği her rol, yüzünde beliren her kırışık onu Mare olmaya hazırlamış gibi.
Ama Mare of Easttown’ın başarısı sadece karakter çalışmasına ya da Winslet’ın olağanüstü oyunculuğuna dayanmıyor. Ona eşlik eden güçlü kadrosu, büyük numaralara ihtiyaç duymadan kurduğu trajedisi ve özellikle yaratıcısı Brad Ingelsby’nin her şeyi tasarrufla kullanan senaryo dili sayesinde diziyi tek nefeste izliyorsunuz. Sessizlik kültürünün hâkim olduğu kalabalıklara dair gözlemleriyle de çok katmanlı bir hikâye anlatıyor. Şok etkisi yaratan gelişmelerini sakız gibi uzatmaması da cabası.
Mare of Easttown’ı HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
33 We Are Lady Parts (2021-?)

Anjana Vasan, Sarah Kameela Impey ve Faith Omole
Channel 4’un korkusuz, aşırı komik, yenilikçi, hümanist ve özgün komedisi We Are Lady Parts, bu listenin en şahsına münhasır işlerinden biri olabilir. Tamamı Müslüman kadınlardan oluşan bir punk rock grubunu merkezine alan dizi, her anlamda bir tasarım harikası. Bu kadınların hikâyelerini dikiş izleri belli olmayacak şekilde birleştirmek ve farklı milletlerden, aynı inancı paylaşan kadınlardan böylesine kapsayıcı bir spektrum çıkarabilmek… Kimin aklına gelirdi? Elbette yine bir kadının: Nida Manzoor’un.
Üstelik tüm bu karakterlerin müzikteki kimliklerine tezat düşen hayatlarını, 2000’ler müzik kültürüne yapılan referanslarla ve Müslüman şairlerden yapılan alıntılarla bezeyerek zenginleştiriyor. Bu sayede dizi, bir fanteziden çok daha fazlası hâline geliyor. Manzoor, Anjana Vasan’ın renkli kariyerini daha da yeşertirken, Polite Society adlı uzun metrajlı filmiyle ne tür hikâyeler anlatmak istediğini de iyice netleştirdi. We Are Lady Parts, onun kaleminin keyifli tonuyla tanışmak isteyenler için harika bir başlangıç.
We Are Lady Parts’ı Türkiye’de yasal yollarla izlemenin ne yazık ki hâlâ bir yolu yok.
32 Scenes from a Marriage (2021)

Oscar Isaac ve Jessica Chastain
Ingmar Bergman’ın orijinal mini dizisi dururken bu Amerikan versiyonuna şans vermek, kimileri için sinemaya ihanet gibi gelebilir. Ancak Hagai Levi, orijinal metne öyle doğru yerlerden dokunuyor ki teslim olmamak imkânsız. Bir de Oscar Isaac ve Jessica Chastain gibi, ortak bir geçmişe sahip güçlü bir ikiliyle çalışmak bana kalırsa çok doğru bir seçim. İkisi de çağdaşlaştırılan bu metni öyle bir sırtlıyor ki kurmaca evliliklerinden sunulan manzaraların gerçekliğine tüm kalbinizle inanıyorsunuz.
Yeni nesil Scenes from a Marriage’ın en özgün fikirlerinden biri, her bölümün siyah beyaz sahne arkası görüntüleriyle başlaması. Hagai Levi, “kayıt” demeden önceki o anları göstererek tuhaf bir şekilde büyüyü bozmuyor; aksine, o adanmışlık hissiyle bizi diziye daha da bağlıyor. Maskeleriyle COVID’den sakınan kamera arkası ekibini göstermesi, eminim ki o dönemde çalışmaya devam eden set emekçilerine bir saygı duruşu olma niyetini de taşıyordur. Ama aynı zamanda Scenes from a Marriage’ın zengin metnine, zaman ve yapı üzerinden kurduğu bir meta katman eklediği de inkâr edilemez.
Scenes from a Marriage’ın tüm bölümleri HBO Max’te izlenebilir.
31 Fellow Travelers (2023)

Jonathan Bailey ve Matt Bomer
Yaşayan en güzel iki gay aktörü fantezilerimize hizmet eden pozisyonlarda kameraya alan Fellow Travelers, Thomas Mallon’ın şehvetle örülmüş politik gerilim romanından uyarlama. Philadelphia’nın Peabody ödüllü senaristi Ron Nyswaner’ın kaleminden çıkan dizi, McCarthy döneminden AIDS krizinin patlak verdiği seksenlere kadar uzanan bir zaman diliminde, politik spektrumun iki zıt ucundaki Hawk (Matt Bomer) ve Tim’in (Jonathan Bailey) birbirlerinin dünyalarına sızmasını konu alıyor. Dört duvar arasında gizlice yeşeren ilişkileri kadar, onları tarihin cadı avına dönüşen günah listelerinde aktif oyuncular olarak da izliyoruz.
Bugün hâlâ üçüncü dünya ülkelerinde benzer politikalarla ötekileştirilen kuirdaşlarımızı düşündükçe Fellow Travelers’ın ne kadar zamanlı bir iş olduğunu anlatmaya gerek bile yok. Ancak dizinin tek meziyeti bu değil. Eşcinsel seksin temsiliyetini, heteroseksüel aşk hikâyelerinden esirgenmeyen cüretle beyazperdeye taşıyarak, ahlakçıların onayına ihtiyaç duymayan bir anlatı kuruyor. Sözde normlara kafa tutan, açık ve cesur bir anlatı sonunda gerçekten bizim için bir şey anlatıyor. Sosyal medya henüz tüm büyüyü bozmadıysa, Fellow Travelers’ı izlemek için daha iyi bir zaman olamaz.
Hiç şaşırtıcı olmayacak şekilde Fellow Travelers’ın Türkiye’de yasal bir yayıncısı yok.
30 Abbott Elementary (2021-?)

Janelle James, Sheryl Lee Ralph, Tyler James Williams, Quinta Brunson, Chris Perfetti ve Lisa Ann Walter
ABD’deki network televizyonculuğunun son kalelerinden birinde, sitcom geleneğini başarıyla sürdüren Abbott Elementary, The Office ve Parks and Recreation’ın açtığı mockumentary yolunda ilerliyor. BuzzFeed çıkışlı Quinta Brunson, dizinin hem yazarlığını, hem oyunculuğunu, hem de yapımcılığını üstlenerek kreatif süreçte işini şansa bırakmamış. Dolayısıyla ucu bucağı olmayan komedi dehasının geniş bir temsili olarak da değerlendirmek mümkün Batı Philadelphia’daki bir devlet ilkokulunu mesken tutan Abbott Elementary‘i.
Janine Teagues karakterini öğretmen olan annesinden ilhamla yaratan Brunson, çok karakterli ve yarım saatlik bölümlerden oluşan dizide mizahının bütün yönlerini etüt ederken, siyah kültürü ve ABD’deki eğitim sistemi hakkında da güçlü yorumlar yapmayı başarıyor. Belki de dizinin bu denli sevilmesinin nedeni, Brunson’ın büyüdüğü dünyaya karşı bu kadar bilinçli ve duyarlı yaklaşmasıdır. Zaten fenomen hâline gelen bir komedinin bu alanda ekstra övgüye ihtiyacı yok ama söylemeden geçemeyeceğim: Her biri ayrı ayrı ışıldayan oyuncu kadrosu da tam anlamıyla döktürüyor.
Abbott Elementary’nin tüm sezonlarını Disney+’tan izleyebilirsiniz.
29 Breeders (2020-2023)

Martin Freeman ve Daisy Haggard
Martin Freeman ve Daisy Haggard’ın, ebeveynlik müessesesinde yorgun düşmüş iki çocuklu bir çifti canlandırdığı Breeders, 2020’lerin saklı hazinelerinden biri. Her sezonunda zaman atlamalarıyla ilerleyen dizi, çocuklar büyüdükçe bu iki yetişkinin aile olmakla ilgili dertlerini farklı biçimlerde önümüze seriyor. Freeman’ın senaryoya da katkıda bulunduğu bu kara komedi, izleyiciye “Neden çocuk sahibi oluyoruz?” ve “Gerçekten bir insan büyütecek enerjiye ve zihinsel sağlığa sahip miyiz?” gibi sorular sorduruyor.
Britanya televizyonunun kıymetli simalarını ağırlayan Breeders, yakın zamanda kaybettiğimiz Joanna Bacon’ı da Freeman’ın annesi rolünde izlemek için güzel bir fırsat. Dizi, aile kurumunu idealize etmek yerine, bu sahte mutluluk oyununun aksayan yanlarını dürüstçe gözler önüne serme derdinde. Paul ve Ally’nin Londra’daki kusursuz evlerinin kapılarını açtığı bu dört sezonluk yolculuk, karanlık ama bir o kadar da gerçek bir izlek olarak özetlenebilir. Teşekkürler, büyüdük sizinle…
Bir FX dizisi olan Breeders’ın tüm sezonlarını Disney+’tan izleyebilirsiniz.
28 The Curse (2023)

Emma Stone, Nathan Fielder ve Benny Safdie
Kariyerini seyircisine utanç kaynaklı karın ağrıları yaşatmaya adayan Nathan Fielder, kamerası açık kalmış gibi hissettiren rejilerin bağımlısı Benny Safdie ve kendi jenerasyonundaki hiçbir aktrisin göze alamadığı riskleri alan Emma Stone’u bir araya getiren The Curse, son yılların en tuhaf ve en eşsiz işlerinden biri. Zaten böyle bir üçlünün aynı projede buluşması bile başlı başına bir mucizeyken, ortaya çıkan şeyin bu kadar özgün ve rahatsız edici olması ayrı bir hayranlık sebebi.
Kendisini “iyiliksever” sanan iki yarım akıllının performatif hayatlarını gözler önüne seren yapım, reality show formunu tersyüz eden bir kurgu içinde ilerliyor. Soylulaştırmadan iklim krizine, bireycilikten beyazlara özgü üstünlük kompleksine, televizyonun travmalara malzeme arayan sömürücü doğasından sanat ve sanatçının ikiyüzlülüğüne kadar birçok konuyu zehirli bir hicivle ele alıyor. Anlatması zor, yaşarken etkisi daha da büyük olan yapımlardan biri The Curse. Deneyimlemeniz şart.
The Curse’ü Türkiye’de TV+ servisinden izleyebilirsiniz.
27 This Is Going to Hurt (2022)

Ben Whishaw ve Ambika Mod
Her daim bağımlısı olduğumuz acil servis dizilerinin en sarsıcısı olabilir This Is Going to Hurt. BBC’nin son yıllarda çıkardığı en güçlü dramalardan biri olan bu yapım, Adam Kay’in Ulusal Sağlık Servisi’nde asistan doktor olarak çalışırken tuttuğu anı kitabından uyarlandı. Öylesine hakiki ki, “gerçekten bile daha gerçek” dedirtecek bir sertlikte bu mini dizi. Tabip olduğuna pişman mı, yoksa bu acıdan garip bir tat mı alıyor kestiremediğimiz jinekolog adayının yaşadıkları, özellikle sağlık sistemindeki yıpratıcı çalışma koşulları açısından oldukça çarpıcı.
Ben Whishaw’un kıskandıracak derecede kusursuz performansı eşliğinde büyüyen dizi, karakterinin kimliğine dair mücadelesini de merkeze taşıyor. Eşcinsel olduğunu iş arkadaşlarından saklamaya çalışırken zaten zor olan yaşamı daha da bunaltıcı bir hâl alıyor. Öfke, dizinin temel duygusu. Üstelik yalnızca bireysel değil, sistemsel bir öfke bu. Birleşik Krallık’ta sağlık sektörünün Brexit sebepli bugünkü krizine giden yolun taşlarını göstererek yalnız geçmişe değil, bugüne de ayna tutuyor.
Ne yazık ki This Is Going to Hurt’ü şu an Türkiye’de yasal bir platform üzerinden izlemek mümkün değil.
26 It’s a Sin (2021)

Olly Alexander
Sihirli kalemiyle tanıdığımız Russell T. Davies, seksenlerde Londra’ya da uğrayan HIV salgınını anlattığı It’s a Sin ile kariyerinin zirvelerinden birine daha imza attı. Queer as Folk’un geçtiği sokaklardan yaklaşık yirmi yıl öncesine götüren bu dört başı mamur yapım, çaresi bulunsa da hastalara ulaştırılmayan bir virüsün bizden aldığı hayatları incelikli ve dokunaklı bir biçimde ele alıyor. Eve sığamayan gençlerin kuir özgürlük açlığıyla başlayan hikâye, giderek karanlığa bürünüyor. Ama tam da bu yüzden kıymetli aslında. Çünkü It’s a Sin, kuir tarihini öğretiyor bize.
Ergenliğimizi çaldığınızı hâlâ anlamadığınız için, yirmilerimizde hayatın tadına varma isteğimizi “fazla” bulanlara da çok şey söylüyor bu dizi. Hele ki finale doğru gelen o anne-oğul hesaplaşması… Tüm sivil toplum kuruluşlarında ne yapacağını bilemeyen ebeveynlere izletilmeli. Ama sanılmasın ki her sahnesi acı veriyor. Davies’e has o ince mizah dizinin her yerine sinmiş durumda. En hırpalayıcı sahnelerin ardından bile bir espriyle bizi ayağa kaldırıveriyor.
Ne yazık ki It’s a Sin’i de şu an Türkiye’de yasal bir platform üzerinden izlemek mümkün değil.
25 High Fidelity (2020)

Da’Vine Joy Randolph, Zoë Kravitz ve David H. Holmes
Pandemi yılının belirsizliğine kurban giden High Fidelity, ömrüm boyunca ansızın bitişine en çok üzüldüğüm dizi olabilir. Nick Hornby’nin 1995 tarihli aynı adlı romanı, önce 2000 yılında John Cusack’in başrolünde sinemaya uyarlanmış ve kısa sürede kült statüsüne ulaşmıştı. Zoë Kravitz’in başrolünde yer aldığı dizi versiyonu ise hikâyeyi Chicago’dan Williamsburg’a taşıyarak, dördüncü duvarı parçalayan bir anlatımla otuzlarında yalnız kalan ana karakterini dinletmeye devam ediyor.
2020 model High Fidelity, popüler kültüre çok daha hâkim bir versiyon. Da’Vine Joy Randolph, Jake Lacy ve Kingsley Ben-Adir gibi isimlerden oluşan zengin yardımcı oyuncu kadrosuyla da gönlümüzde taht kurmuştu. Ama elbette dizinin asıl marifeti Hornby’nin orijinal materyalinde yatıyor. Müzikle kurduğumuz bağa dokunan, onu somutlaştırmaya çalışan bu metin, görünüşte farklı, özde aynı adamlara duyulan özlemi öyle güzel bir soundtrack’le anlatıyor ki kendinizi kaptırmamanız imkânsız. En kıymet verdiğim iki sanat dalının bu kadar uyumla buluştuğu başka bir örnek yok sanırım.
High Fidelity’nin tek sezonluk ekran macerasını Disney+ üzerinden izleyebilirsiniz.
24 The Pitt (2025-?)

Noah Wyle ve Katherine LaNasa
Abbott Elementary nasıl network televizyonculuğunun sitcom geleneğini bugüne taşıdıysa, The Pitt de aynı görevi dramalar için üstleniyor. Üstelik bunu kablolu yayın devi HBO’da yaparak… 2025’in başında hayatımıza giren dizi, ER için duyduğumuz özlemi yıldızlarından Noah Wyle’ı kaptan koltuğuna oturtarak gideriyor. 15 saati bulan tek bir acil servis vardiyasını gerçek zamanlı bir kurguyla ekranlara taşıyan yapım, büyük oranda kariyerinde ilk kez önemli roller üstlenen oyunculara emanet.
Brad Dourif’in kızı Fiona Dourif ve Bryan Cranston’ın kızı Taylor Dearden’ın varlığı nepotizm tartışmalarını doğurmuş olsa da The Pitt, esasen yeteneğin şov yaptığı bir prodüksiyon. Katherine LaNasa’dan Patrick Ball’a uzanan kadro, servisteki vakaların yoğunluğuna rağmen karakterlerine derinlik kazandırmayı başarıyor. Kalabalığın içinde bile bireyselliği duyurabilen bu anlatım tarzı, diziyi çok özel bir yere koyuyor. Kadro değişir, ekip yenilenir, ama The Pitt bitmez tükenmez. Sonuna kadar bağımlısı olacağımın sözünü şimdiden veriyorum.
The Pitt’i HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
23 The Bear (2022-?)

Jeremy Allen White ve Ayo Edebiri
The Bear’ın aslında bir drama olduğunu kabul ederek, Emmy yarışındaki haksız “komedi” kategorizasyonuna duyduğumuz öfkeyi bir kenara bırakırsak, bu dizinin ekrana sığmayan bir yapım olduğunu söylemek kolaylaşıyor. Sinemadan sonraki en büyük tutkum olan gastronominin emekçi tarafında yer almamamın ne kadar isabetli bir karar olduğunu bana her bölümde hatırlatan The Bear’ın meselesi yalnızca mutfak değil tabii. Bu aynı zamanda bir öze dönüş, yasla yüzleşme hikâyesi ve disfonksiyonel ailelerde büyümüş olanların kapanmaz yaralarını irdeleyen bir anlatı.
Dizinin yaratıcısı Christopher Storer, görsel diline büyük özen gösteriyor ve bu anlamda 2010’ların en iyilerinden Barry ile aynı damarda ilerliyor. İlham aldığı yönetmenlerin bakış açılarını süzüp, her bölümde yarım saatlik kısa filmler izliyormuş hissi yaratıyor. Shameless’ta sevdalandığımız Jeremy Allen White’a ve oyunculuğu kadar kişiliğine de hayran olduğumuz Ayo Edebiri’ye yıldız statüsü kazandırması da cabası. Suyu hafiften kaynamaya başlamış olsa da bu yemeğin doymuşlukla burnumuzu kıvırıp eleştirilecek değil, övgüyle yenecek bir şey olduğunun hâlâ farkındayım.
FX dizisi The Bear’ın tüm sezonlarını Disney+ üzerinden izleyebilirsiniz.
22 I Hate Suzie (2020-2022)

Billie Piper ve Leila Farzad
Succession senarist odasından Lucy Prebble’ın elinden çıkan I Hate Suzie, büyük bir skandal sonrası tüm dünyası altüst olan bir ünlünün kaçışsız batışını konu alıyor. Billie Piper’ın can verdiği Suzie karakteri, ikinci sezonda skandalın ardından ayağa kalkmanın mümkün olup olmadığını bu kez ünlülerin katıldığı dans temalı bir reality yarışma programı aracılığıyla sorguluyor. Kaygı ve utanç, en az Suzie kadar anlatının söz sahiplerinden. Dizi ilerledikçe de asıl amacını açık ediyor: Medya ve kamuoyunun kadınlara nasıl muamele ettiğini didik didik etmek.
I Hate Suzie, bir kadının zihni, bedeni ve ona arzularının karşı konulması gerektiğinin nasıl öğretildiği üzerine geniş çaplı bir çalışma olarak da okunabilir. Kaosu öylesine büyük ki dört duvar arasına sıkışmamasına rağmen izleyiciye klostrofobik hisler yaşatmayı başarıyor. Türler arasında rahatça geçiş yapabilen, sürrealist üslubuyla yer yer oyuncaklı hâle gelen anlatısı da artıları. Bu arada diziyi 23. sıraya koyduğum için üzgünüm, ama listenin bundan sonrasında zaten kusursuz yapımları arka arkaya sıralıyor olacağım
Ne yazık ki I Hate Suzie’yi Türkiye’de yasal yollardan izlemek pek mümkün değil.
21 The Studio (2025-?)

Ike Barinholtz, Kathryn Hahn, Seth Rogen ve Chase Sui Wonders
Yazılarımda, podcastlerde, gittiğim her yerde The Studio’nun laboratuvar ortamında benim gibi film manyakları için özel olarak üretildiğini söylüyorum zaten. O yüzden bu kadar yeni bir dizinin üst sıralarda kendine yer bulması sizi şaşırtmayacaktır. Seth Rogen ve suç ortağı Evan Goldberg’in ellerinden çıkan bu dev Hollywood hicvinde ödül sezonlarına, devam filmlerine bel bağlamış stüdyo kültürüne, aradığı yaratıcı özgürlüğü bulamayan anlatıcılara, vizyonsuz ama egosu tavan pay sahiplerine bolca çuvaldız var.
Çok sevdiğimiz oyuncu ve yönetmenleri, kendilerinin abartılı versiyonlarını oynamaya davet eden ve hedefi her seferinde on ikiden vuran bir iş The Studio. Önünde uzun bir yol var ama bence bir noktada Veep’e yaptığımız muameleyi bu dizi de görecek. Trump yönetiminin Armando Iannucci dizisindeki absürtlükleri bizzat yaşatması gibi, burada izlediğimiz Hollywood saçmalıklarını da birer birer gerçek hayatta görüp sosyal medya hesaplarımıza meze yapacağız. Ansızın gelmiş bir televizyon klasiği, 2020’lerin en iyi komedisi…
Ne yazık ki The Studio’yu Türkiye’de yasal yollarla izlemek hâlâ mümkün değil.
20 Somebody Somewhere (2022-2024)

Jeff Hiller ve Bridget Everett
Inside Amy Schumer sayesinde tanıştığım Bridget Everett’ın kendine has mizahını uzun süredir takip ediyordum. Ama Somebody Somewhere, onun insanlığı, hayata baktığı yer ve kalbinin güzelliği hakkında çok daha derin bir fikir verdi. Kabare sahnelerinden taşan stand-up enerjisini bu kez küçük bir çemberin içine, yalnızlıkla çevrelenmiş bir hayata sığdırıyor. Yasla baş etmeye çalışan bir karakter üzerinden seçilmiş aile, inkâr edilemeyen kandaşlık ve hayatta kalma içgüdüsü gibi evrensel temalara uzanıyor.
Aslında çoğu zaman hiçbir şey hakkında Somebody Somewhere. Küçücük bir eylemin nasıl da kalp kırabileceğini, sevdiklerimiz için nasıl sustuğumuzu ya da konuşacaksak da kelimeleri nasıl itinayla seçtiğimizi izliyoruz. Bazen bir arkadaş toplaşmasında sıkılıp eve dönme isteğiyle kıvranıyoruz, ama yine de gönül bağından susup gecenin bitmesini bekliyoruz. Hayatı kaçıranları, trene geç kalanları kucaklayan bir anlatı aynı zamanda. Ve kuir temsiliyet konusunda da eforsuz bir başarıya sahip. Dizinin hayranlık uyandıran gösterişsizliğinin bir uzantısı da denebilir.
Somebody Somewhere’in tüm sezonlarını HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
19 I Know This Much Is True (2020)

Kathryn Hahn ve Mark Ruffalo
Blue Valentine ve The Place Beyond the Pines’la gönlümde taht kuran Derek Cianfrance’in, 1998 tarihli Wally Lamb romanından uyarladığı I Know This Much Is True, HBO kitaplığının gizli hazinelerinden biri. Mental sağlık sorunları yaşayan Thomas ve hayatı boyunca onun yükünü omuzlamış ikizi Dominick’i canlandıran Mark Ruffalo, kariyerinin en iyi performansını sergiliyor bu sarsıcı mini dizide. Kaderini seçemeyenlerin, doğduğu evi değiştiremeyenlerin alacağı darbelere hazırlık yaparak başına oturmasında fayda var.
Seyircisini kasvetle boğmayı seven Cianfrance, uzun süreli anlatının ona tanıdığı tüm fırsatları kullanarak ustalığını konuşturuyor. Umuda dair tek bir kırıntı bırakmayan bu çıkışsız yapının herkese iyi gelmeyeceği açık. Ama tam da bu karanlık sayesinde seyircisine farklı bir vicdan muhasebesi yaşatması, beni can evimden yakalayan taraf oldu. “Bir son olmayacaksa bir başlangıç da olmayacak.” diye açıkça buyuran hikâyenin, doğru ellerde nasıl şahlandığını görmek şart.
I Know This Much Is True’yu HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
18 Hacks (2021-?)

Jean Smart ve Hannah Einbinder
Joan Rivers benzeri, sivri dilli bir komedyen ile günümüzün politik doğruculuğuna fazlasıyla entegre olmuş genç bir yazarın yollarının kesişmesinden mizah devşiren bir iş Hacks. Endüstrinin perde arkasını anlatan bir komedi olarak dört sezondur kendini yenilemeyi başarıyor. Şov dünyasının acımasızlığına ve “huylu huyundan vazgeçmez” fikrine yaslanan başlangıç noktası, zamanla herkesin değişebileceği daha yumuşak bir söyleme evrildi. Ama yaramazlığından, sivriliğinden de hiç vazgeçmedi.
Megan Stalter’ın canlandırdığı Kayla başta olmak üzere unutulmaz tiplemeleri, Los Angeles’ın ekran önünde servet kazanmış sakinlerinin karmaşık aile ilişkileri ve şov dünyası referanslarıyla dolu metniyle Hacks, aynı zamanda çaktırmadan bir aşk hikâyesi anlatıyor. Öpüşüp koklaşmak gibi bir hedefi olmayan, ama kalpten bir bağ kuran iki insanın birbirine tutunma hâli bu. Tüm bunlar dizinin dahiyane mizahının bir bonusu gibi.
Bir HBO dizisi olmasına karşın Hacks’in ilk iki sezonu Türkiye’de Prime Video’da, dördüncü sezon ise TOD TV’de. Üçüncü sezonu ise nasıl izleyeceğiniz konusunda benim de en ufak bir fikrim yok.
17 The White Lotus (2021-?)

Jennifer Coolidge
Mike White’ı sahiplenerek girsem söze çok mu ayıp olur acaba? Chuck & Buck’tan Enlightened’a, Survivor’daki akıl oyunlarından mini mini bağımsız filmlerine kadar her adımını takipçiydim senelerdir. Bu kadar hak edilmiş bir şöhrete kavuşmasında sanki benim de bir parmağım varmış gibi garip bir gurur duyuyorum. The White Lotus’la global bir fenomen yaratan White, aslında kağıt üzerinde oldukça basit bir formül uyguluyor: Zenginlerin rağbet ettiği bir otel zincirinin farklı duraklarında geçen, hazmı kolay ama sert bir toplumsal hiciv.
“Sezon sonunda kim ölecek?” tahminleri, spot ışığını hak eden oyunculardan oluştuğu renkli kadroları ve HBO’nun pazar gecelerini evrensel bir rutin olarak yeniden diriltmesiyle dizi kısa sürede hayatımızda yer etti. Popüler kültüre hizmet eden bütün emeklerinin üstüne bir de zengin imgeler ve çaktırmadan her bölüme yerleştirdiği ipuçlarıyla beyaz, işgalci, varlıklı olanın soyundan gelenleri de evire çevire dövüyor. Tam anlamıyla gıpta edilesi bir senaryo ustalığı. Sırf Jennifer Coolidge’in hak ettiği değeri görmesini, Meghann Fahy’nin yıldızının parlamasını ve Parker Posey’nin yeni bir nesille tanışmasını sağladığı için bile Mike White yaratımının kıymeti bilinmeli.
The White Lotus’un tüm bölümlerini HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
16 Invincible (2021-?)

Sadece televizyonda değil, sinemada da son yıllarda yapılmış en ve belki de tek iyi süper kahraman işi Invincible. Yıldızlarla dolu seslendirme kadrosuyla animasyonda kastingin önemini hatırlatan yapım, 2021’den beri uzun aralıklarla olsa da yeni bölümleriyle ekranlara geliyor. “Büyük güç, büyük sorumluluk getirir” mitini başka bir yerinden yakalayan Invincible, animasyon olmasının sağladığı bütçe özgürlüğüyle çoğu live action yapımın cesaret edemediği sahneleri kolaylıkla kotarıyor. Ama onu esas değerli yapan, iyiyle kötüyü ayıran net bir çizgi çizmeyi reddetmesi. Çünkü bu dizi, insanın avantajı eline geçirdiği anda her türlü kötülüğü yapmaya muktedir olduğunu açıkça söylüyor.
Dünya dışı unsurları dahil ederken sezonsal yapı yerine süreğen bir kaos anlayışını benimsemesi, Invincible’ı kısa sürede bir fenomen hâline getirdi. Fazla vahşi olması zaman zaman eleştiri alsa da, kötü karakterlerini kutsayanların sayısı muadili The Boys’a kıyasla çok daha az. Viltrum’un faşistlerini toz bulutuna dönüştüreceği günleri de merakla bekliyorum. Bunu yapmak için Trump’ın iktidarının bitmesini mi bekler, yoksa hiç uzatmadan Beyaz Saray’a orta parmağı kaldırır mı, bilinmez.
Invincible’ın tüm bölümlerini Prime Video’dan izleyebilirsiniz.
15 Bir Başkadır (2020)

Öykü Karayel
Evlerimizi zindanlara çeviren pandemi sayesinde dijital platformlarda yayınlanmış yerli işler arasında hepimizin aynı anda izlediği belki de tek dizi oldu Bir Başkadır. Rüştünü çoktan ispat etmiş Berkun Oya’nın sipariş usulü değil, yapılıp sonra evini bulan bu mini dizisi, iç yapımları sefalet içinde yüzen Netflix’in Türkiye etiketiyle sunduğu yegâne kaliteli yapım aynı zamanda. Ülkede sanat yapanların ya yanlış tarafta konumlanması, ya susmayı tercih etmesi ya da doğrudan susturulması nedeniyle, son 20 yılda bu topraklarda ne yaşandığını anlatan pek bir şey izlemedik. Bir Başkadır, tam da bu eksikliğe yanıt veren, fazlasıyla bizden, içeriden bir anlatı sunduğu için çok kıymetli.
Elbette on yıl gecikmiş bir bakış açısına sahip olduğu, herkesi yanlış anladığı, hatta taraflı olduğu gibi eleştiriler de aldı. Ama senarist gibi değil, kendi gibi konuşan karakterleri, oyuncu rejisi ve Türkiye mozaiğinin tüm renklerine yer vermesiyle, bu ölçek ve derinlikte başka bir iş çıkmadığı – köklü bir değişim olmadığı sürece de çıkmayacağı – için ben Bir Başkadır’ı eleştirilere kulak tıkayarak sahiplenmeyi seçiyorum. Berkun Oya’nın kalemi elinden hiç düşmesin. Aklıma gelmişken… Ferdi Özbeğen’in de ruhu şad olsun.
Bir Başkadır’ı Netflix’ten izleyebilirsiniz.
14 Adolescence (2025)

Stephen Graham ve Owen Cooper
Bir “yeni dizi” daha! Bu yazıyı yazarken henüz tonlarca Emmy ile buluşmamıştı ama Adolescence’ı demlenmesini beklemeden üst sıralardan aldım listeme. Elli dizilik bu seçkiye sığdıramadığım Boiling Point’in yaratıcı ekibinden çıkan bir diğer Brit televizyon harikası. Netflix’te yayınlanmasına rağmen, değindiği temalar ve evrensel karşılık bulan sosyal eleştirisiyle klasik bir BBC prodüksiyonu gibi hissettiriyor Adolescence. Dört bölümlük bu mini dizi, 13 yaşındaki bir çocuğun sınıf arkadaşını öldürdüğü gerekçesiyle evine yapılan polis baskınıyla açılıyor ve kabul etmesi zor gerçeklerin peşinden gidiyor.
Siber zorbalık, eğitim sisteminin gedikleri, erkek çocuklara çok erken yaşta aşılanan mizojini… Adolescence, hikâyesine temas eden her sosyal başlığı büyük bir dikkatle ele alıyor. Üstelik bunu tek plan sekanslarla anlatan olağanüstü bir kamera işçiliği eşliğinde yapıyor. Oyuncu kadrosu ise parıl parıl. Stephen Graham’ın başı çektiği bu yetenekli ekipten zaten daha azı beklenemezdi. Ölçüsüz öfkenin nedenini anlamak başka, onu duyurmaya ihtiyaç duymak başka. Adolescence, ikisini de yapan bir iş olduğu için bu listenin en taze ama en ağır taşlarından biri.
Adolescence’ı Netflix’ten izleyebilirsiniz.
13 The Rehearsal (2022-?)

Nathan Fielder
The Rehearsal, HBO’nun Nathan Fielder’a sınırsız yetki vermesiyle ortaya çıkmış, akla zarar bir sosyal deneyler silsilesi. Nathan for You ile hayatımıza giren Fielder, bu kez gerçek hayatı birebir kopyaladığı tuhaf kurgu ortamlarında insan davranışlarını sınarken, dünyaya dair karamsarlığını da kulak arkası değil kulak üstü bir yerden dillendiriyor. Mizahı kadar fikir düzlemi de benzersiz; çünkü onun kadar eşsiz, onun kadar delilikle deha arasında gidip gelen bir başka isim yok.
Bu listeyi hazırlarken ikinci sezon henüz yayınlanmamış olsaydı bu kadar yukarıda yer almazdı belki. Ama Fielder, kariyerinde ilk kez bana da kurmaca ile gerçeklik arasındaki sınırı sorgulatmayı başardı. İlk sezonda sosyal yüzleşmelere prova yaptırıyordu. İkincisindeyse havacılık endüstrisi üzerinden insan iletişiminin açmazlarına odaklanıyor. Finaldeki uçağı gerçekten Fielder mı uçurdu, yoksa bu da bir yanılsama mı hâlâ emin değilim. Ama biri “her şey sahteydi” dese bile inanasım gelmiyor. Bu kadar zekice kurgulanmış bir akıl oyununa ilk kez rastlıyorum.
The Rehearsal’ın tüm bölümlerini HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
12 Normal People (2020)

Daisy Ridley ve Paul Mescal
Sally Rooney’nin çok satan romanının uyarlanacağı haberi ilk geldiğinde, bu kadar büyük bir etki yaratacağını kimse tahmin etmemişti muhtemelen. Ama Normal People, yarım kalmış bir aşk hikâyesini anlatırken yalnızca modern romantik anlatıların değil, yeni nesil yıldız yaratımının da mihenk taşlarından biri hâline geldi. Farklı geçmişlerden gelen iki eski okul arkadaşının yıllara yayılan ilişkisini konu alan dizi, aşkın ve bağ kurmanın zorluklarını çıplak, acıtan bir gerçeklikle ele alıyor. Ardından onlarcası gelse de hiçbiri Normal People kadar iz bırakamadı tabii.
Bu başarının en büyük bonusu Paul Mescal oldu. 2020’lerin sinema ve televizyon yüzleri, artık sadece oyunculuklarıyla değil kamusal duruşları, röportajlardaki kelime seçimleri, hatta sosyal medya tesiriyle de şekilleniyor. Mescal tüm bu yeni star parametrelerinin her birine uyan, ama bunu da doğal bir biçimde gerçekleştiren isimlerden biri. Film yıldızlığına farklı bir yüz ve farklı bir enerji getirdi. Onun için artık sadece Connell’ın kolyesiyle hatırlanacak bir figür değil, 2020’lerin en karakteristik oyuncularından biri diyebiliriz. Ve bu serüvenin başlangıcı da Normal People.
Garip olsa da Normal People’ı şu an Türkiye’de yasal yollardan izlemek mümkün değil.
11 X-Men ’97 (2024-?)

Beni tüm X-Men külliyatını (çocukluğumuzdaki animasyon serisinden tüm filmlerine kadar) baştan sona izlemeye teşvik eden X-Men ’97, Marvel’ın bu listeye girmeyi başaran tek dizisi. Yalnızca nostaljiye oynayacak sanırken, orijinal seslendirme kadrosunu da arkasına alarak yenilenmeye çok ihtiyaç duyan bu evrene hiç beklenmedik bir tazelik getirdi. Daha önce kuir okumalar üzerinden neden bu kadar bağlandığımı anlamıştım ama bu versiyonla hafızamı güncellemiş oldum. Sadece farklı oldukları için dışlanan karakterlerinin arasında ayrım yapamadığım gibi, veda ettiklerimiz için de gerçekten yas tutarak izledim bölümleri.
Şu sıralar MCU, bu karakterleri film evrenine entegre etmeye hazırlanıyor. Ama ben canlı renkleri, temposu hiç düşmeyen aksiyonu ve tanıdık sesleriyle animasyon serisine olan bağlılığımı kolay kolay bırakabileceğimi sanmıyorum. Tek üzüntüm, bu kadar sevilmesini beklemedikleri için repo yapılmamış olması. İkinci sezon için uzun süre bekleyeceğiz gibi görünüyor. Umarım, bu dizi paralel evren saçmalıklarıyla kafayı bozmuş Marvel filmlerinin arasına sıkışmaz ve bizi de o filmleri izlemeye mecbur bırakmazlar. Kendi yağında kavrulmaya devam etmesi en büyük dileğim.
Eski ve yeni tüm X-Men animasyon serisi bölümlerini Disney+’tan izleyebilirsiniz.
10 Andor (2022-2025)

Diego Luna
Aynı şablonu bir değil, iki değil, tam dokuz filmde tekrarlayarak bir miras yaratan Star Wars, Disney’in 2010’lardaki atılımıyla birlikte perdede ve dijital platformlara açılan dizilerle devasa bir evrene dönüştü. Artık bu kült fenomenden kaçabilmek neredeyse imkânsız. Ancak tüm bu genişlemeye rağmen, bu evrenden çıkan en iyi işin yalnızca birkaç yıl önce yayınlanmış olması bir hayli çarpıcı. Rogue One’ın öncesini anlatan Andor, yalnızca bu külliyatın değil, tüm çağdaş televizyonun en önemli politik anlatılarından biri üstelik.
İki sezonluk bu epik hikâye, sadece Star Wars evrenine yeni bir soluk getirmekle kalmadı, yetişkinleri doğrudan hedefleyen ilk yapımı oldu devasa franchise’ın. Ağır ağırpişen başkaldırı öyküsü, yaratık homurtusu ve galaktik aksiyonun yüzeyinde gezinmeyi seven klasik hayran kitlesini memnun etmeyebilir belki. İşte tam da bu sebeple Andor, bu dünyadan gördüğümüz işler arasından sıyrılmayı başarıyor. Tüm bunların yanı sıra Genevieve O’Reilly’nin etkileyici performansına da dikkat çekmezsem olmaz. Andor sayesinde tanıştığımız için çok ama çok memnun olduğum bir aktris.
Andor’un tüm bölümlerini Disney+’ta izleyebilirsiniz.
9 Heartstopper (2022-2024)

Joe Locke ve Kit Connor
Kuir sivil toplum kuruluşlarında, renklerine alışık olmadıkları evlatlarıyla ne yapacağını bilemeyen ailelere muhakkak izletilmesi gereken Heartstopper, son yılların en kıymetli projelerinden biri. Politik doğruculuğun sanatın tadını kaçırdığını düşünen dinozorların pek seveceğini sanmıyorum; ama Alice Oseman’ın aynı adlı çizgi romanından uyarlanan bu tatlı dizi, kuir anlatılar arasında ayrı bir yere sahip. Türkiye’de “muzır neşriyat” olarak damgalanıp poşetle satılan kitabının akıbetine, Netflix Türkiye’nin tanıtım yapmaktan imtina eden tutumu da eklenince, dizinin buradaki görünürlüğü iyice azaldı. Ama gelin biz bunları bir kenara bırakıp, bu şahane işin hakkını verelim.
Üç sezonluk macerasının ardından bir filmle seyircisine veda etmeye hazırlanan Heartstopper, öğretici yanını didaktiklikle değil, ilk aşkın şekerine bulayarak sunuyor. Çevrenizdeki kimliğine hâlâ bir isim koymamış ya da koymak istemeyen arkadaşınıza, çocuğunuza, kardeşinize, büyüklerinize ulaşmak için nasıl bir dil kullanmanız gerektiğini öyle sade, öyle içten bir şekilde anlatıyor ki… Tabii Türkiye’den izleyince, o medeniyete, o ailelere, o el ele tutuşmalara özenmemek de kolay değil. Ama ne mutlu ki, yeni nesiller için sevinecek kadar olgunlaşabilenlerimiz hâlâ var. Bu arada dizinin mental sağlıkla ilgili temsilinin de çok kıymetli olduğunu özellikle not düşmek gerek. Kısaca İnsanlığa Giriş 101 el kitabı diyebilir miyiz Heartstopper‘a?
Pek reklamını yapmasalar da Heartstopper’ı Netflix’ten izleyebilirsiniz.
8 We Are Who We Are (2020)

Jordan Kristine Seamón ve Jack Dylan Grazer
Öfkeli ergen dizilerinden genelde uzak durmaya çalışsam da çağımızın en güçlü hikâye anlatıcılarından Luca Guadagnino’nun elinin değdiği bir işi klişe etiketlerle kenara atmak mümkün değil. We Are Who We Are, yalnızca kuir bir dizi değil, ilk gençliğe sığmayan kimlik sancılarını, aidiyet arayışını ve belirsizlikle gelen o karmaşık heyecanı benzersiz bir biçimde anlatan eşsiz bir deneyimdi. Devamı gelmedi ama kalbimizde kendine bir taht kurmayı başardı. Habitatından sebep sıradan bir büyüme hikâyesi de değil bu. İtalya’daki bir Amerikan hava üssünde, aileleriyle birlikte yaşayan bir grup gencin dünyasına davet ediyor bizi.
Kimi zaman durağan, kimi zaman cesur ve kimi zaman da seyircisine oldukça uzak duran bir yapım We Are Who We Are. Ama insanın bedenine sığamadığı, kendini bir yere koyamadığı, farklılığını kucaklamak isteyip bir yandan da ürktüğü o duyguları öyle güzel yansıtıyor ki… Genç oyuncularının performansları da bu kırılganlığı destekliyor. Özellikle Jack Dylan Grazer ve Jordan Kristine Seamón başta olmak üzere Tom Mercier ile şimdilerde TikTok hesabından çıkamadığımız Francesca Scorsese kadroya harika bir denge getiriyor. Guadagnino’nun estetik dünyasını da not düşmemek olmaz. Güneş ekranı delip teninize dokunuyor âdeta. Bakması bile büyüleyici bir dizi.
We Are Who We Are’ı HBO Max’ten izleyebilirsiniz.
7 Baby Reindeer (2024)

Richard Gadd ve Jessica Gunning
İskoç komedyen Richard Gadd’i dünya sahnesine taşıyan ve ödüllerle buluşturan Baby Reindeer, yaşanmış bir hikâyeyi dehşetle iç içe geçiren, oldukça kişisel ve sarsıcı bir dizi. Korku türünün sınırlarında dolaşan yapım, tetikleyici sahneleriyle izleyicisini zorlayan, ama tam da bu rahatsızlık üzerinden güçlü bir anlatı kuran bir deneyim. Barmen olarak çalıştığı dönemde kendisine saplantılı bir kadın müşteri edinen Gadd’in bu süreçte istismarın birçok türüne maruz kalması ve yaşadığı travmalarla sıkışıp kalışı, hikâyenin temelini oluşturuyor. Ancak dizi bunu doğrudan, basit bir mağduriyet öyküsü olarak anlatmıyor. Parçaları birleştirirken Gadd’in kendine dair farkına vardığı şeyler de bu anlatının temel bileşeni.
Jessica Gunning’in canımızı fena halde sıkan Martha karakteri, olmayan iPhone’u, çöplüğe dönmüş evi ve hiç bitmeyen taciziyle dizinin en çarpıcı yüzü olsa da Gadd’in yaşadığı bu süreçte karşılaştığı diğer karanlık gerçekler, diziyi çok daha ağır ve derin bir noktaya taşıyor. İzleyici olarak çıkışa değil, daha büyük bir yükün altına girdiğimiz bir anlatı bu. En başından yalnızca “takıntılı bir kadın” hikâyesi olmadığını fark ettiğinizde, Baby Reindeer’ın anlatısındaki katmanlar da izleme deneyiminin etkisini artırıyor.
Baby Reindeer’ı Netflix’ten izleyebilirsiniz.
6 Severance (2022-?)

Adam Scott ve Britt Lower
2020’lerin Lost’u olmaya aday Severance, ilk iki sezonunun arasına üç yıl koyarak sabrımızı epey zorlamış olsa da, yeni nesil vazgeçilmezlerimizin başında geliyor. En sade tanımıyla modern köleliğin alegorisi sayılabilecek dizi, yarattığı etkinin farkında ve doğru tuşlara basmayı başaran nadir yapımlardan biri. Tek bir zayıf halkanın bile bulunmadığı kusursuz oyuncu kadrosu, beyaz floresanlarıyla kaygılarımızı tetikleyen set tasarımı ve Theodore Shapiro’nun iç titreten müzikleriyle dört dörtlük bir atmosfer dizisi. Üstelik, artık gittiği yönü umursamayacak kadar teslim olduk bu evrene. Sadece yolculuğun tadını çıkarıyoruz.
Listede yer alan yapımlar arasında televizyonun sınırlarını en çok zorlayanlardan biri Severance. Türler arasında dolanırken, kamera arkasından gelen o küçük ama etkili dokunuşlarla da imzasını atmaktan geri kalmıyor. Hem görsel hem de hikâye anlatımı açısından bir sinema filmi etkisi yarattığı kesin her bölümüyle. Bu kadar kısa sürede bir televizyon klasiği hâline gelmesi kesinlikle tesadüf değil. Şimdi bir de fazla gecikmeden Adam Scott’ın hanesine bir Emmy yazılsa, tadından yenmeyecek. Sonu Jon Hamm gibi olmasın da!
Severance, ne yazık ki Apple TV+ Türkiye’ye henüz giriş yapmadığı için yasal yollardan izlenemiyor.
5 Scavengers Reign (2023)

Cehennemde safariye çıkaran Scavengers Reign, bu ellinin en kıyıda köşede kalmış işlerinden biri. Şu sıralar yaratıcıları Common Side Effects ile filmografilerini zenginleştirmeye devam ediyor ama benim için onların adı bu animasyon diziyle birlikte kazındı hafızama. Bilimkurgu türündeki yapım, insanlık olarak işgal edip sömürdüğümüz doğayla ilişkimiz üzerine bir meditasyon âdeta. Diyalogdan çok aksiyona, anlatıdan çok sezgiye yöneliyor. Ürkütücü varlıklara karşı verilen hayatta kalma mücadelesi ise yer yer adını koyamadığımız kabusların şekil bulmuş hâli gibi.
Scavengers Reign’de, toprağına ayak basanların niyetini sorgulamadan ya savunmaya geçen ya da tüm zenginliklerini açan bir evrenle karşı karşıyayız. Ve bu evren çok net bir mesaj veriyor: Bu dünya size ait değil. Burada kalabilmenin tek yolu, yerel yaşam formlarına rahatsızlık vermeden, bitki örtüsüyle ters düşmeden asimile olmak. Her detayı yaratıcı, her saniyesi gerilim yüklü ve kazanma ihtimalinin olmadığı bir macera bu. Bugüne dek önerdiğim hiç kimseden olumsuz bir dönüş almadım. O yüzden bir kez daha altını çizeyim, izlemeyen çok şey kaçırıyor!
Bir HBO dizisi olmasına rağmen ne yazık ki Türkiye’deki HBO Max kitaplığında yer almıyor.
4 The Underground Railroad (2021)

Thuso Mbedu
21. yüzyılın en kıymetli kalemlerinden Colson Whitehead’in ilk uyarlanan romanı The Underground Railroad (Geçtiğimiz yıl The Nickel Boys da sinemaya adapte edildi.), Moonlight ile Oscar tarihine unutulmaz bir imza atan Barry Jenkins’in ellerinden çıkma. ABD tarihinin kölelikle lekelenmiş 19. yüzyılından kanlı sayfaları, büyülü gerçekçilikle harmanlayarak acımasızca resmeden bu roman, ekrana da aynı yoğunlukta ve estetikte taşınıyor Jenkins tarafından. Her sahnesi bir fotoğraf karesi gibi, her performansı ise unutulmaz birer portre.
Alternatif gerçekliklere de yer vererek yaşanmışların hiddetini seyirciye olağanüstü bir yetkinlikle aktaran The Underground Railroad, şiddetin hiçbir biçiminden göze hitap edecek bir şeyler çıkarma çabasına giriyor sanılmasın. Jenkins’in her kararıyla, tarihten utandırmayı hedeflediği besbelli. Arka arkaya izlenmesi dahi zor, hazmı güç bir anlatım ama bu görevin hakkını sonuna kadar veriyor. 21. yüzyılın, edebiyat ile görsel anlatım arasındaki en kusursuz iş birliklerinden biri olabilir. Tarihe, edebiyata ve sesi bastırılmışlara adanmış, çağının ötesinde bir anma. Taşyapıt tanımı az kalır.
The Underground Railroad’a “Yeraltı Demiryolu” adıyla Prime Video kitaplığından ulaşabilirsiniz.
3 Interview with the Vampire (2022-?)

Bailey Bass, Jacob Anderson ve Sam Reid
Anne Rice’ın 1994’te Tom Cruise ve Brad Pitt’li sinema uyarlamasıyla popülerleşen gotik korku romanı, bu kez Interview with the Vampire adıyla kuir bir anlatıya dönüşüyor. Romanın satır aralarındaki homoerotizmi merkezine alan ve onu tutkulu bir aşka çeviren bu AMC dizisi, günümüzde az izlenmesine karşın hâlâ devam eden en iyi televizyon işlerinden biri. Game of Thrones’tan tanıdığımız (ve bazıları için Raleigh Ritchie olarak da bilinen) Jacob Anderson ile Lestat’a fazlasıyla yaraşan Sam Reid başrolleri paylaşmakta. Hikâye tıpkı filmdeki gibi Louis ile Lestat’ın tanışmasıyla başlıyor, ancak bu kez aralarındaki bağ cılız bir erotizmin ötesinde. Birbirlerine delicesine âşıklar…
Dizinin 2022 model uyarlamasını özgün kılan bir başka yönü de, Louis’nin günümüzde bir gazeteciye hayat hikâyesini anlatması. Daha önce yolları kesişmiş bu ikili, Louis’nin hafızasındaki buğulu yerleri birlikte kazıyor. Şimdilerde üçüncü sezon hazırlığında olan yapım, klasik vampir mitolojisinin gotik havasını korurken, güneyli korku-romantizm dokunuşları ekleyerek atmosferini zenginleştirmesi de önemli detaylardan. Bir de güzel bir sürpriz: And Then We Danced ile gönlümüzde taht kuran Levan Akin, dizinin yönetmenlerinden biri.
Tahmin edebileceğiniz üzere, Interview with the Vampire Türkiye’de yasal platformlarda yer almıyor.
2 I May Destroy You (2020)

Michaela Coel, Paapa Essiedu ve Weruche Opia
“Bu listeden ben de yapmalıyım.” dedirten Indiewire’ın zirvesindeki I May Destroy You, benim ellimde ikinci sıraya yerleşti. Michaela Coel’ın hem yazıp yönettiği hem de başrolünü üstlendiği bu çarpıcı dizi, rıza kavramını derinlemesine incelerken bireysel ve sistematik ırkçılıktan soylulaştırmaya, Y kuşağının çağdaş buhranlarından cinselliğin duygu hafızamızdaki yerine kadar pek çok tema etrafında dolaşıyor. Ancak tüm bu meseleleri didaktikleşmeden, sürükleyici ve yoğun bir anlatım eşliğinde işliyor. Her bölüm sonunda seyirciyi kendi düşüncelerinin içine hapseden türden bir yapım.
Politik bilincin progresif ve liberal forma büründüğü çağımızda, herkesten biraz daha “farkında” olanlara uzaylı muamelesi yapanları bile yola getirecek, tek bir yanlış cümle içermeyen müthiş bir iş bu. Kurgusundaki özgürlük, genç ve parıldayan oyuncu kadrosu, dile getirilmesi zor meselelerdeki net ve cesur tavrı ile benzeri zor bulunur bir deneyim. Belki Baby Reindeer benzer sularda yüzüyor diyebiliriz. Ama I May Destroy You’yu eşsiz kılan, Coel’ın hem bir kadın hem de Ganalı bir ailenin çocuğu olarak Londra’daki yaşamından beslenen benzersiz bakış açısı. Bu bile tek başına farklı bir perspektif sunuyor zaten. Belki de sadece Indiewire’la zirvemis ortak olmasın diye ikinci sıraya koymuş olabilirim. Seneye bu listeyi ziyaret edip neler hissedeceğime bakacağım.
I May Destroy You, HBO Max’te izlenebilir.
1 Veneno (2020)

Daniela Santiago
Pandemi döneminde izlediğimiz İspanyol yapımı Veneno, ülke televizyon tarihinin en tanınmış trans figürlerinden biri olan Cristina Ortiz’in, namıdiğer La Veneno’nun hayat hikâyesini anlatıyor. Drag Race España jürisinden de tanıdığımız Javier Calvo ve Javier Ambrossi’nin yarattığı bu dizi, Veneno’nun çocukluğundan başlayarak kendini keşfetmesine, seks işçiliğinden televizyon yıldızlığına, oradan da trajik ölümüne kadar uzanan geniş bir yaşam portresi çiziyor. Yan karakterlere de aynı özeni gösterip seyirciye bir aile hissi yaratmayı başarıyor, atanmış aileden çok seçilmiş olanı baş tacı ettiriyor.
Gerçekliğe sadık kalmak adına Veneno’nun en yakın arkadaşı Paca’yı kendisini canlandırmak üzere diziye dahil eden Javier’ler, İspanyol sinemasının geçmişinden bugüne uzanan görsel mirasını ustaca harmanlayarak etkileyici bir sinema dili kurmuşlar. Özellikle Veneno’nun çocukluk sahnelerinde kullanılan kompozisyonlar sadece estetik değil, aynı zamanda yalnız büyümüş kuir çocukların ruhuna işleyen tarifi imkânsız bir güce sahip. Doksanlar İspanyası’na dair nostaljik bir tablo çizmek zaten açıkça hedeflerinden biri. Zaman zaman pembe diziye kayan tonları bile bu nostaljik yaklaşımla anlamlı kılmayı başarıyorlar. Melodramın bile madisi makbul işte, ben diyorum!
Veneno’yu yasal platformlarda bulmak ne yazık ki mümkün değil. Ama siz nereden izleyeceğinizi zaten çok iyi biliyorsunuz.
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
1 | 2 | 3 | 4 | 5 |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
6 | 7 | 8 | 9 | 10 |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
11 | 12 | 13 | 14 | 15 |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
16 | 17 | 18 | 19 | 20 |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
21 | 22 | 23 | 24 | 25 |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
26 | 27 | 28 | 29 | 30 |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
31 | 32 | 33 | 34 | 35 |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
36 | 37 | 38 | 39 | 40 |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
41 | 42 | 43 | 44 | 45 |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
46 | 47 | 48 | 49 | 50 |
Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Serhan Yasar
1 Ağustos 2025 at 14:18
Acaba succession u unutmus olabilir misin? Zevkler ve renklerin tartisilmayacagi konusuna inancim ve saygim sonsuz ama 50 dizilik listeye giremeyecek nesi oldu senin perspektifinde merak ettim. Sevgiler..
Umur Çağın Taş
1 Ağustos 2025 at 15:01
Açılış paragrafında açıklamayı yaptım aslında. 2020’den önce başlayan diziler dahil değil değerlendirmeye. Succession, Barry ve The Other Two bu yüzden yok.
Serhan Yasar
1 Ağustos 2025 at 16:48
Kendi kendimi duzelteyim. Zihinlerimiz ne buyuk oyunlar oynuyor bizimle. Succession un baslangic tarihinin 2020 ler sonrasi olduguna o kadar emindim ki…
Pingback: Altın Rapor: Yeni Günümüz Pazartesi! (25 Temmuz - 3 Ağustos) - Oscar Boy