Eleştiri
F1: Pistte Coşku, Pitt’le Fantezi
F1: THE MOVIE | Yönetmen: Joseph Kosinski | Oyuncular: Brad Pitt, Damson Idris, Kerry Condon, Javier Bardem, Tobias Menzies, Kim Bodnia, Sarah Niles, Will Merrick, Joseph Balderrama, Abdul Salis, Callie Cooke, Samson Kayo, Simon Kunz, Liz Kingsman, Luciano Bacheta, Shea Whigham, Kyle Rankin | Senaryo: Ehren Kruger | ABD | 155′ | Aksiyon, Drama, Spor
Sonny Hayes her ne kadar şan şöhret derdi olmadığını söylese de F1: The Movie, açıkça bir seriye kapı aralama niyetinde. Hollywood’un bit pazarına nur yağdırır gibi eski fikirlere sarıldığı bir dönemde, Kosinski kendi yolunu açmaya çalışıyor. Ticari kaygıları da dikiz aynasında görünecek kadar belirgin. Evet, sayısız yarış sahnesiyle adrenalini tavan yaptırıyor ve bir süreliğine bu niyeti kamufle ediyor; ama filmin çekim sürecinde basına yansıma biçimlerini de düşününce aksine ikna olmak imkânsız. Formula 1 sektöründen aldığı desteği de sonuna kadar kullanıyor Kosinski. Yıllardır bu sporu kökleriyle, efsaneleriyle anlatan sayısız belgesel izledik ve hatta Ford v Ferrari gibi Oscar adayı kurmaca bir örnek de mevcut. Ama Fast & Furious’ın kendi parodisine dönüşmüş, izansız ve kazara komediye kayan üslubu dışında yarış kültürünü işleyen çok az film gördük. Dolayısıyla bu proje, camianın tamamını kamera önüne taşıma fırsatı da yakalamış. Büyük patronlardan takımlara, tribünlerden pistlere kadar pek çok tanıdık yüz beliriyor arka planda. Hatta benim bile adını ezbere bildiğim Lewis Hamilton ve Charles Leclerc gibi yıldız isimlerle “içeriden göz” hissi giderek güçleniyor, en azından yarış kısmında Formula 1 onayının alındığı netleşiyor.
F1, özellikle ilk yarısında Kosinski’nin tempoyu tam istediği noktaya çekebilme becerisiyle hayran bırakıyor. Öyle iyi çekilmiş ve kurgulanmış yarış sahneleri var ki, kendinizi bir anda abara yarışlarına sevdiğinize inanırken, manipüle olmuş hâlde bulmanız mümkün. Sorun, pist dışına çıkıldığında ve Sonny’nin hilelerinin devreye girdiği anlarda başlıyor. 61 yaşında, refleksleri hayli törpülenmiş, yaşlandıkça Robert Redford’a daha çok benzeyen Brad Pitt’in Sonny Hayes karakeriyle bir takımı şampiyonluğa taşıyabilme ihtimalini “film büyüsü” olarak kabul ettik diyelim. Sonuçta seksenler ve doksanlar boyunca bu masalı maskülen enerjinin tek çözüm olduğuna inanarak defalarca izledik. Ama kırk yaşında emekli olması beklenen Hamilton başta olmak üzere pek çok yarışçıyı arka plana yerleştirerek bu kadar gerçekçilik iddiasına oynayan bir hikâyede batılı maçoluk posteri Sonny’nin tamamen hilelerle yolu açağına inanmamızı beklemek düpedüz bir fantezi.
Pistlerin dışında kalan bölümlerde F1: The Movie ciddi anlamda tökezliyor. Pitt ile Damson Idris’in çocukça atışmaları uzadıkça uzuyor, üstüne bir de “aşırı yetenekli” diye pazarlanan Joshua Pearce’ın, Sonny’den destek gördüğünü final anına kadar fark etmeyecek kadar saf çizilmesi seyirciyi sabır testine sokuyor. Üstelik Pitt, Benjamin Button’dan miras aldığı gençleşme teknolojisini cebine koyarak küstah tavrıyla takımın teknik direktörünü tavlıyor, ardından da gökten zembille inmiş bir kahraman edasıyla bitmiş bir takımı absürt ataklarla diriltiyor. Javier Bardem’in oyuncağı elinden alınan çocuk taındaki milyarder karakteri için üzülmemizin beklenmesine de çok güldüğümü eklemeliyim. Sorunun kaynağı, tüm bu dengesizliklerin ritimde yarattığı bozulma. O müthiş yarış sahnelerinden sonra senaryo, araya koyduğu engellerle tansiyonu sürekli düşürüyor. Finalde gelen zafer de bu yüzden coşkuyu yükseltemiyor. Film, gerçek ile kurmaca arasındaki uyumsuzluğun gölgesinde, buruk bir infilakla noktalanıyor.
Hans Zimmer’ın artık tek bir uzun kompozisyon gibi birbirine benzeyen bestelerinin kulaklarımızı zorladığı bir akışta, Grand Prix’nin görkemine özellikle ilk yarıda fazlasıyla kapıldığımı tekrar vurgulayayım. Çizgi roman uyarlaması olmayan, eski bir filmin yeniden çevrimine yaslanmayan ve doğrudan sinema salonlarına hizmet eden bu tür işleri, en büyük hayranı olmasam bile, kıymetli buluyorum. F1 ile uzaktan yakından alakası olmayan bir izleyiciyi bile pistteki sekanslarda içerde tutabilmesi başlı başına bir başarı. Ama işin diğer tarafını da unutmamalı. Brad Pitt’in özel hayatına dair tartışmaların gölgesinde, benzer bir zorbalığı filmde üstlendiği karakter aracılığıyla yeniden sahnelemesi, bana kalırsa tarihin en pahalı PR çalışması olarak okunmalı. Belki de hiç adil sayılamayacak şekilde, F1 kurallarını kendi çıkarlarına göre eğip bükerken bir tür gözdağı da veriyor. Filmin pistteki coşkusunu kabul etsem de, arkasındaki bu hesaplı manipülasyon duygusu, perdeden çıkarken akılda kalan asıl tat oluyor.