Liste
Oscar Boy Seçti: 2020’lerin En İyi 50 Filmi

Greta Lee (Past Lives), Rayan Sarlak & Pantea Panahiha (Hit the Road) ve Paula Beer (Undine)
“Oscar Boy Seçti” serisi dizilerden sonra bu kez filmlerle devam ediyor. Kurallar oldukça basit. 2020 ve sonrasında yapılmış tüm filmler, nerede prömiyer yaptıklarından bağımsız olarak değerlendirmede. Bu defa 50 filmlik sıralamamı bir Letterboxd listesiyle de kutsadım. Geri sayıma başlamadan önce küçük bir not: Daha önce yazdığım eleştirilerde verdiğim puanlardan bağımsız olarak, belleğimde nasıl demlendiklerine göre seçtim her birini. Mümkünse de ödül sezonunun orta yerine dalmadan her yıl güncellemeye çalışacağım “2020’lerin En İyi 50 Filmi” listesini. Bir gün 50’yi 100’e çıkarırsam da şaşırmayın. Buyurun, hepsi hakkında kaleme aldığım tekil yazılardan alıntılarla bezeli, upuzun listeme şimdi. Legal olarak izlenebilecek yapımlara not düşmeyi de ihmal etmedim, bilginize.
50 Are You There God? It’s Me, Margaret. (’23, Kelly Fremon Craig)
Judy Blume’un yarım asırdır raflarda duran romanı, Kelly Fremon Craig’in ellerinde sıcak, samimi ve empati dolu bir büyüme hikâyesine dönüşüyor. Margaret’ın ergenliğe adım atarken dini, bedeni ve kimliği üzerine arayışları, müthiş yetenek Abby Ryder Fortson ile birlikte Kathy Bates ve Rachel McAdams’ın güçlü performanslarında hayat buluyor. Çocukluğa dair küçük anların evrensel yankısını yakalayan film, kadın dayanışması ve kuşaklar arası bağlarla da büyüyen bir duygu atlası sunuyor.
Şu an TOD’da mevcut. 11 Eylül’de ise Netflix’e geliyor(muş).
49 Look Back (’24, Kiyotaka Oshiyama)
Tatsuki Fujimoto’nun mangasından uyarlanan 58 dakikalık anime, iki genç çizerin kıskançlıkla başlayan ve zamanla yaratıcı bir ortaklığa dönüşen dostluğunu anlatıyor. Hayatın onları savurduğu farklı yönlerde kayıp, üretim sancısı ve öz şüphe üzerine yoğun bir ağıt olarak da özetlenebilir. Çocuklara yönelik animasyonlardan sıkılmış biri olarak, Look Back’in acımasız gerçekliği beni nasıl da hazırlıksız yakalamış ve derinden sarsmıştı, unutamıyorum. “Beni ağlatan film karnımı doyurandır.” diyenlerin mutlaka göz atması lazım.
Look Back’i Prime Video’dan izleyebilirsiniz.
48 The Father (’20, Florian Zeller)
Florian Zeller’ın kendi tiyatro oyunu üçlemesinden uyarladığı ilk film, Alzheimer hastalığına değinen anlatılarından arasından izleyiciyi doğrudan hastanın zihnine yerleştirerek sıyrılıyor. Anthony Hopkins’in yıkıcı derecede etkileyici performansı, Olivia Colman’ın güçlü varlığıyla birleşince ortaya insanın zaman, mekân ve kimlik algısını alt üst eden bir deneyim çıkıyor. Finaldeyse kırılganlığın en saf hâline tanıklık ediyoruz. Oscar yarışında Chadwick Boseman’a karşı Hopkins’in elde ettiği zafer için tüm zamanların en hak edilmiş ödülü demekten de hiçbir zaman çekinmeyeceğim. Oscar yetmez, Nobel de verin!
The Father’ı TV+ ya da TOD’dan izleyebilirsiniz.
47 The Teachers’ Lounge (’23, İlker Çatak)
İlker Çatak’ın Berlin çıkışlı ve Oscar adayı filmi, küçük bir okulda yaşanan hırsızlık soruşturmasını giderek büyüyen bir ahlak ve vicdan çıkmazına dönüştürüyor. Herkesin taraf olduğu zincirle, sistemin seçici adalet anlayışını açığa çıkaran, sosyal bir drama izliyoruz. Leonie Benesch’in olağanüstü performansıyla sürüklediği hikâye, hırsızın kim olduğundan çok, hırsızlığı mümkün kılan düzeni sorguluyor. Katmanlı yapısı ve gerilime yakın ritmiyle, modern demokrasilerin kırılganlığını bir okul bahçesine sığdırıyor.
Ülkemizde Öğretmenler Odası adıyla gösterilen yapımı TV+’dan izlemek mümkün
46 The Worst Person in the World (’21, Joachim Trier)
Joachim Trier’in kariyer zirvesi olarak anılan film, otuzlarına yaklaşan Julie’nin (Renate Reinsve) hayatındaki yol ayrımlarını ve iki büyük ilişki üzerinden benlik arayışını anlatıyor. Esasında yetişkinliğe adımın sancılarını evrensel bir dille görünür kılmak da denilebilir filmin derdi. Trier ile suç ortağı Eskil Vogt’un kaleminden çıkan hikâyenin hem yerel, hem de globalde nasıl bir fenomene dönüştüğünü söylememe gerek yoktur sanıyorum ki. Tüm ilişki aşinalıklarında yeni baştan yıkılmak isteyenlerin vazgeçilmez adresi.
Üzücü bir şekilde The Worst Person in the World, tam şu an açıp izleyebileceğimiz legal bir platformda değil.
45 Love Lies Bleeding (’24, Rose Glass)
Rose Glass, seksenler New Mexico’sunda geçen bu öfkeli melodramda Kristen Stewart ve Katy O’Brian’ı kanlı bir aşk hikâyesinin merkezine yerleştiriyor. Body horror öğeleriyle yoğrulmuş film, steroidle güçlenen bedenleri erilliğe ve şiddete karşı bir silaha dönüştürüyor. Sevgiden çok dayanışmayı, kaderden çok direnişi anlatıyor. Clint Mansell’in müzikleri ve kasabanın boğucu atmosferi eşliğinde, arzunun baş döndürücülüğüyle intikamın birleştiği bir yolculuğa dönüşüyor. Stewart’ın güçlü ama tanıdık performansının yanında asıl sürpriz O’Brian. Bedeniyle kurduğu oyun filmin bel kemiğini oluşturuyor.
Love Lies Bleeding ne yazık ki herhangi bir platformda yok.
44 Sorry, Baby (’25, Eva Victor)
2025 filmi görmem sanmıştınız, değil mi? Eva Victor’un Sundance’te ödüllendirilen ilk uzun metrajı, rıza kavramını bireysel bir düzlemde ele alırken travmanın lineer olmayan akışını parça parça, edebiyat referanslarıyla kuruyor. Agnes’in yaşadığı istismar sonrası sessizliği, mizahı bir hayatta kalma aracına dönüştürmesi ve en çok da kadın dayanışmasının görünmez ama sağlam desteği filmi güçlü kılan. Victor, tüm o abartısızlıkta acı gerçekleri herkese tanıdık gelebilecek bir ağırlığa eriştirmiş. Öfkeyle şefkat arasında salınan pek kıymetli bir bağımsız. Listenin alt sıralarında olsa da hemen izlenmesi gerekenlerden.
Sorry, Baby’i önce yerel festivallerden birinde görürüz herhalde. Dijital platformlardan bir beklentiniz olmasın henüz.
43 Ghostlight (’24, Alex Thompson & Kelly O’Sullivan)
Kelly O’Sullivan ve Alex Thompson’ın birlikte kotardığı Ghostlight, yasla baş etmekte zorlanan bir ailenin yollarını amatör bir tiyatro topluluğuyla kesiştiriyor. Oğlunu kaybettikten sonra öfkesine teslim olmuş Dan’in, Shakespeare replikleri aracılığıyla empatiyi yeniden öğrenmesi, hikâyenin hem çatısı hem de iyileştirici damarı. Gerçek hayatta da aile olan Kupferer’lerin varlığıyla, filmin duygusal yoğunluğu da zirveye ulaşmış. Sanatın konuşulmayanı dillendirme ve onarma gücünü sahici kılan, bu dokunaklı anlatının finali de boğaza yumru hediyeli. Yalnızca yasın değil, kreatif üretimin dönüştürücü kudretini de kutsayan, etkili bir bağımsız.
Ghostlight’ı henüz dahil olduğu TV+ kitaplığından izleyebilirsiniz.
42 The Disciple (’20, Chaitanya Tamhane)
Chaitanya Tamhane’nin pandemide gelen filmi The Disciple, klasik Hint müziğine gönül vermiş ama yeteneğinin sınırlarına çarpan Sharad’ın hayal kırıklıklarıyla örülü bir portre. Venedik’te hem senaryo hem de FIPRESCI ödüllerini alan yapım, Whiplash ya da Inside Llewyn Davis’i hatırlatsa da isyan değil sessiz bir teslimiyet üzerinden ilerliyor. Müziğe duyulan bağlılığın sıradan olma ihtimaliyle tanıştığı yapım, evrensel bir sanat âşığı sancısı bir taraftan da. Tamhane, Sharad’ın kırılan heveslerini yüksek sesle değil, küçük ayrıntılarla ve raga’nın ağırbaşlı ezgileriyle anlatmış üstelik. Modern olana mesafesi tartışmalı olsa da The Disciple, kaybedenler masasındaki sessiz öfkeyi bu denli çıplak sunarak değer kazanıyor.
Şaşırtıcı bir şekilde The Disciple, Netflix kitaplığında yer alıyor.
41 The Green Knight (’21, David Lowery)
David Lowery’nin Orta Çağ efsanelerinden esinle çıkardığı The Green Knight, Sir Gawain’in krala sadakatini ispat için girdiği meydan okumayı ve ardından çıktığı yolculuğu anlatıyor. Epik görünümlü ama aslında erkeklik, iktidar ve onur kavramlarını lime lime eden bir film bu. Finalinde birden fazla kapanışa meyletse de, Lowery insanın doğaya karşı kibirli duruşunu da iğnelemeden edememiş. Gawain’in sınavları, şiirsel olduğu kadar bugüne de dokunan bir ağırlık taşıyor. Zaten “yeşil”den iklim krizini çekmek bile mümkün. Başrolünde Dev Patel’in yer aldığı yapım hem klasik bir masalın büyüsünü hem de güncel bir uyarıyı aynı potada eritirken A Ghost Story ile sabrımı zorlayan Lowery’yle aramı da düzeltti ayrıca.
The Green Knight’ı TV+’dan izleyebilirsiniz.
40 The Delinquents (’23, Rodrigo Moreno)
Rodrigo Moreno’nun yeteri kadar seyirciye ulaşmayan filmi ansızın klasik statüsünü kazanan o filmlerden biri. Sıradan bir banka memurunun özgürleşme hayali üzerinden sisteme karşı kurulan masalsı bir isyan barındırıyor film. Herkesin hayallerini, kabuslardan geçen yollarla seriyor ortaya Moreno. Gerçekle absürdün iç içe geçtiği bu yolculuk, köleleştiren kapitalizmin tekdüzeliğine sıkışmış ruhlara beklenmedik bir çıkış kapısı aralıyo. Hayatı yeniden icat etmenin mümkün olduğuna inandırdıktan sonra kapısını Eric Rohmer’in sinema diline açması da cabası.
The Delinquents’ı Kabahatliler adıyla MUBI kitaplığında bulmanız mümkün.
39 Kurak Günler (’22, Emin Alper)
Emin Alper’in Kurak Günler’i, Yanıklar kasabasına yeni atanan genç savcı Emre’nin (Selahattin Paşalı) yozlaşmış bir düzenin içine adım atışını anlatırken, Türkiye’nin suyu çekilmiş, içi kurumuş politik, sosyal ve kültürel yapısından da bir alegori çıkarıyor. Hamaset edebiyatıyla, LGBTİ+ düşmanlığıyla, şiddeti çözüm olarak görenlerle bu ülkenin gerçeklerini birer birer yüzümüze vuran film, Kültür Bakanlığı’yla yaşanan olayların gölgesinde en güçlü politik sinema örneklerimizden biri olarak da tarihe geçti. Stefan Will’in tüyler ürperten müzikleri, Christos Karamanis’in finaldeki unutulmaz planı ve yetenek abidesi Selahattin Paşalı’yla hafızalara kazınan Kurak Günler, hem belleği tazeleyen hem de parçalanmamaya çağıran çok kıymetli bir Türkiye filmi.
Kurak Günler’i Netflix’ten izleyebilirsiniz.
38 Passages (’23, Ira Sachs)
Ira Sachs’ın Passages’ı, kuir ilişkilenmelerin kırılganlığını ve tutkunun yıkıcılığın Paris fonunda resmediyor. Tomas’ın (Franz Rogowski) kendini merkeze alan bencilce arzuları, hem eşi Martin’i (Ben Whishaw) hem de yeni sevgilisi Agathe’ı (Adèle Exarchopoulos) yaralarken, çağdaş sevdaların en yalın formu gözler önüne seriliyor. Sachs’ın hiçbir zaman didaktikleşmeyen melodram kurma becerisiyle arzu, kıskançlık ve bağımlılıkla örülü bu üçgen alabildiğine dürüst, kimi zaman da rahatsız edici bir çıplaklıkla düşüyor perdeye. Rogowski’nin kural tanımaz enerjisiyle Whishaw’un kırılganlığı arasındaki tezatın da filmin duyguğu yoğunluğunu kıvamlandırdığına şüphe yok.
Herkesin döktürdüğü Passages’ı da MUBI’den izlemek mümkün.
37 I Saw the TV Glow (’24, Jane Schoenbrun)
Jane Schoenbrun’un “Ekran Üçlemesi”nin ikinci ayağı olan I Saw the TV Glow, 90’ların tuhaf televizyon estetiğinden beslenerek Owen ile Maddy’nin The Pink Opaque dizisi etrafında şekillenen dostluğu üzerinden kimlik, yabancılaşma ve ergenlik sancılarını anlatıyor. Gerçekle hayal arasındaki geçirgenliği televizyon ekranından kuran film, trans kimliğe kavuşma sürecinin sancılarını Owen’ın içsel canavarlarıyla paralel işliyor. Limp Bizkit’in solisti Fred Durst’un baba rolüyle dahil olduğu bu dönem pastişi, hem nostaljik bir medya deneyimi hem de kuir bir büyüme hikâyesi.
I Saw the TV Glow’u Televizyon Işıl Işıldı adıyla Prime Video’dan izleyebilirsiniz.
36 Challengers (’24, Luca Guadagnino)
Dünyaya Call Me by Your Name’i bahşettiği için sonsuz kredisi bulunan Luca Guadagnino, bu defa tenis kortunun ateşli enerjisinden nemalanarak perdeye taşıyor üç karakter arasında gidip gelen tutkuyu. Çağımızın en yetenekli iki aktörüyle global fenomen Zendaya’yı buluşturan yapım, sporun ötesinde arzunun ve hırs üzerine bir oyun kuruyor. Doksanlı yılların özlenen erotik dramalarından miras bir ritimle çiziyor yol haritasını. Ergenliğin uçarılığından yetişkinliğin hesaplaşmalarına, seksi, entrika dolu, kızgın, azgın ve fişek gibi bir drama Challengers. Saat gibi işleyen kurgusuna da dikkat çekmezsem olmaz.
Challengers’ı Prime Video’dan izleyebilirsiniz.
35 Happening (’21, Audrey Diwan)
Audrey Diwan’ın Venedik’ten Altın Aslan’la dönen filmi, altmışlı yılların Fransa’sında istenmeyen bir hamilelikle boğuşan genç bir edebiyat öğrencisinin mücadelesini merkeze alıyor. Kürtajın yasa dışı olduğu bir dönemde kişisel özgürlük ve bedensel haklar üzerine kurduğu bu sert anlatı, bir manifestodan çok doğrudan karakterinin çaresizliğine odaklanarak seyirciyi sarsıyor. Anamaria Vartolomei’nin eşsiz performansı sayesinde, bedensel ve ruhsal tahribatı da birebir hissediyoruz. Diwan’ın gazetecilikten gelen titizliğiyle inşa ettiği yapı, sade ama yakıcı bir protesto niteliği taşıyor.
Happening, herhangi bir legal platformun kitaplığında yer almamakta.
34 Lovers Rock (’20, Steve McQueen)
Biraz da hile dersek… Steve McQueen’in Small Axe serisinin bir parçası olan Lovers Rock‘ı da listeme almadan edemedim. Serinin diğer parçalarını düşününce politik ağırlığın görece geri planda durduğu, neredeyse tamamen bir ev partisinde geçen benzersiz bir deneyim yaşatıyor McQueen. Gençlerin yasaklı hislerle, bastırılmış arzularla, reggae ritimleri eşliğinde kendilerine açtıkları geçici özgürlük alanını gözlemleyen film, diyaloglardan çok bedeni, müziği ve kalabalığın enerjisini konuşturuyor. Zamanda ışınlanma cihazını icat etmiş gibi, sinemanın saf büyüsüyle bizi seksenlerin Batı Londra’sına götürüyor.
BBC damgalı antolojik yapım Small Axe’i ve tabii Lovers Rock’ı da Türkiye’den izleyebileceğimiz bir yasal platform yok.
33 Good One (’24, India Donaldson)
2024’ün en güzel ve gizli hazinelerinden Good One, genç bir kızın babası ve babasının arkadaşıyla çıktığı doğa yürüyüşünü usul usul anlatan bir bağımsız. Ancak uzun eslerin, küçük jestlerin ve engebeli patikaların arasında şekillenen hikâyesinden rızaya, kadın olmaya, erkek egemen kültürün sessizliğe bağımlılığına değinen bir anlatı çıkıyor hiç beklemediğiniz anda. India Donaldson daha ilk uzun metrajından, güçlü bir filmografi inşa edeceğinin sinyallerini veriyor.
Good One da herhangi bir platformda yer almamakta.
32 Flee (’21, Jonas Poher Rasmussen)
Jonas Poher Rasmussen imzalı ve 3 dalda Oscar adayı belgesel-animasyon, Afganistan’dan Danimarka’ya uzanan bir mülteci hikâyesini kimlik meselesiyle iç içe geçiriyor. Amin Nawabi’nin yaşadıkları, travmasının ağırlığı ve hayatta kalma arzusunu animasyonun perdesi arkasında görünür kılıyor Rasmussen. Filmin, en çok da üçüncü dünya ülkelerindeki LGBTİ+’larını varoluşuna yönelen tehdidi yankılandırması önemli. Acıya bakışındaki dürüstlüğüyle küçük ama yıkıcı bir başyapıt olmayı başarıyor.
Flee’yi Türkiye’de herhangi bir platformda mevcut değil.
31 Mank (’20, David Fincher)
David Fincher, babasının kaleminden çıkan senaryoyla Hollywood’un altın çağını perde arkasından izlememizi sağlıyor Mank‘te. Citizen Kane’in yazılışına odaklanıyor gibi görünse de, aslında medyanın ve hikâye anlatıcılarının siyasetteki rolünü ifşa eden politik bir tablo çiziyor. Büyük stüdyolar, biten kariyerler ve kişisel trajediler arasında, Hollywood’un toksik döngüsünü sert bir dille hatırlatıyor. Görsel olarak dönemin ruhunu kusursuzca yakalayan yapım için Fincher’ın en politik işi demek de yanlış olmaz.
Mank’i Netflix’ten izleyebilirsiniz.
30 Soundtrack to a Coup d’Etat (’24, Johan Grimonprez)
Johan Grimonprez’in politik belgeseli, Kongo’daki sömürge sonrası darbeyi cazın ritmiyle eşleştirerek tarihin görünmeyen arka planını açığa çıkarıyor. Arşiv görüntüleri, diplomatik oyunlar ve müzik arasında kurulan bu çarpıcı montaj, hem sömürgeci güçlerin ikiyüzlülüğünü hem de direnişin sesini unutulmaz bir şekilde duyuruyor. Biçimde giderek tembelleşen janr için taze bir nefes. Giderek uluslararası bir kimlik edinen Akademi’nin aday etmiş olması da pek şahane.
Ne yazık ki Soundtrack to a Coup d’Etat herhangi bir yasal platformun kitaplığında bulunmamakta.
29 I’m Thinking of Ending Things (’20, Charlie Kaufman)
Charlie Kaufman’ın Iain Reid uyarlaması, ilişki kıskacından aile travmalarına, sanatçı egosundan varoluşun ağırlığına uzanan çetrefilli bir zihin haritasını çiziyor. Her açı değişiminde seyircisini başka bir boyuta ışınlayan bu kasıtlı kaos, cevaplardan çok sanrılar ve ihtimaller muhteva etmekte. Tamamlanmamışlık duygusunu her anına işleyen film, herkesin aynı anda kucaklayabileceği değil, ancak kendi zihninde yankısını bulabileceği bir deneyim. Kaufman delisinin filmografisine girmek için belki en doğru değil ama şahane bir fırsat.
I’m Thinking of Ending Things, Netflix kitaplığında sizleri beklemekte.
28 A Different Man (’24, Aaron Schimberg)
Aaron Schimberg’in kara komedisi, yüzündeki tümörlerden mucizevi bir tedaviyle kurtulan Edward’ın (Sebastian Stan) yeni kimliğiyle eski hayatına bakışını anlatıyor. Ama güzelliğin kurtuluş getirmediğini, görünüşe yüklenen tüm beklentilerin yerini içsel yetersizliklerin aldığını göstererek tabii. Adam Pearson’ın sahneyi domine eden varlığı ve New York’un kasvetli atmosferinde Kaufmanvari dokunuşlarla (bkz. bir önceki sırada yer alan yapım), film hem temsilin sınırlarını hem de sömürünün nerede başladığını sorguluyor.
A Different Man de henüz bir platformda bulunmamakta.
27 C’mon C’mon (’21, Mike Mills)
Mike Mills’in C’mon C’mon adındaki gizli hazinesi de, Joaquin Phoenix ve çocuk oyuncu Woody Norman eşliğinde ebeveynlik, aile bağları ve kuşaklar arası iletişimi incelikle keşfetmeye girişiyor. Siyah-beyaz görüntüleri ve doğaçlamaya yakın diyaloglarıyla film, çocuklarla kurulan bağların gerçekliğini ve duygusal zekânın önemine değiniyor. Ama Mills, hem bireysel hem de toplumsal bakış açısıyla, yetiştirmekten çok birlikte büyümenin önemini gözler önüne serme derdinde asıl. Çok sade ve bir hayli de duygusal bir deneyim.
C’mon C’mon şahaneliği Yaşamaya Bak adıyla hem TV+, hem de MUBI’den izlenebilir.
26 West Side Story (’21, Steven Spielberg)
Yeniden uyarlamalara gerek olmadığını sananlara bir istisnayla geliyorum: Steven Spielberg imzalı West Side Story. Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inden esinlenen efsanevi müzikale yaptığı çağdaş dokunuş tam bir ustalık eseri. Hikâyeyi Latinx oyunculara emanet ederek orijinalindeki hataları tekrarlamaktan kaçınan filminde, kusursuz koreografiler, kendisinden başkasının yapamayacağı kamera hareketleri ve canlı müzikle o klasik çatışmayı ve aşkı epik bir lense oturtuyor. Hem klasik müzikal geleneğine saygı gösteren, hem de sahneleri sinematik bir yetkinlikle yeniden yorumlayan, aynı anda nostaljik ve taze, müzikal işte böyle çekilir dedirten bir taşyapıt.
Ariana DeBose’ye Oscar getiren filmi Disney+’dan izleyebilirsiniz.
25 Bloody Nose, Empty Pockets (’20, Bill & Turner Ross)
Ross Kardeşler’in belgeseli Bloody Nose, Empty Pockets, 2016 ABD seçimlerinin arifesinde kapanmak üzere olan bir barda bir araya gelen sıradan Amerikalılar üzerinden modern Amerikan toplumunun nabzını tutuyor. Geleneksel cinéma vérité tarzıyla, günlük hayatın küçük dramatik anlarını ve umut kırıklarını gösterirken, sermaye, sınıf ve sosyal adaletsizlik gibi daha geniş temalara da değiniyor. Gerçek ve kurmaca arasındaki sınırları kaldıran sürprizi de bir düşünme egzersizi sunuyor izleyiciye. Günümüz Amerikan yaşamının karmaşıklığı ve kırılganlığını çok iyi yakalayan, çarpıcı bir deneme.
Ne yazık ki Bloody Nose, Empty Pockets da herhangi bir platformda mevcut değil.
24 Poor Things (’23, Yorgos Lanthimos)
Vizyoner yönetmen Yorgos Lanthimos, en büyük ilham kaynağı Emma Stone ve ona başarı getiren senaryoların yazarı Tony McNamara, Alasdair Gray’in romanından uyarladı Poor Things‘i. Zamansız ve absürt dünyasında Frankenstein benzeri bir hikâye yordamıyla kadın bedeninin ve özgürlüğünü keşfetmeye dalıyor Lanthimos. Karakterleri, mekânları ve stilize lensiyle yine formunun zirvesinde. Stone’a Oscar getiren Bella karakterinin kendini yeniden inşa edişi, toplumsal normlara ve ataerkiye karşı attığı adımlarla, çağdaş sinemanın en oyunbaz ve yaratıcı örneklerinden biri çıkıyor ortaya.
Poor Things’i Zavallılar adıyla Disney+ kitaplığında bulabilirsiniz.
23 The Power of the Dog (’21, Jane Campion)
Bright Star‘dan 12 yıl sonra yepyeni bir zirveyle dönen Jane Campion, Thomas Savage’ın romanını neo-western dokunuşlarla uyarlayarak En İyi Yönetmen Oscar’ına rötarlı da olsa kavuşmuştu. Toksik maskülenliği ve güç dinamiklerini 1925 Montana’sında inceleyen film, iki aile arasındaki gerilim üzerinden erkek kimliği ve toplumun beklentilerini sorguluyor. Campion’ın mekân ve ışık kullanımı ile Greenwood’un hipnotik müziklerinin buluştuğu yapımın en hakikatli psikolojik gerilimlerden biri olduğunu söylememe gerek yoktur sanıyorum ki. Sessiz ama yoğun atmosferinde, Campion başkasına ait bir romanı bile kendinin yapmayı başarıyor.
The Power of the Dog’ı Netflix’ten izleyebilirsiniz.
22 Sinners (’25, Ryan Coogler)
Black Panther ve Creed sebebiyle uzunca süredir orijinal bir filmini izleyemediğimiz Ryan Coogler, 2025 filmlerinin yer aldığı ödül sezonuna da damgasını vurmaya hazırlanan Sinners‘da siyah kültürünü, tarihini ve müziğini vampir mitinin gotizmiyle birleştiriyor. Jim Crow yasalarının gölgesinde 1930’lar Mississippi’sinde juke joint’ler aracılığıyla kültürel direnişini sürdüren siyah toplumu izlemeye koyuluyoruz. Ama tabii müzik, dans ve performans aracılığıyla zenginleştirilmiş ana akım numaralarıyla. Kültürel hırsızlık ve ayrımcılığa dair cümleleriyle klasik vampir anlatısını kıran ve hem modern hem de politik bir forma ulaştıran Coogler, 2020’lerin tematik olarak en zengin filmlerinden birini sunuyor.
Bu sene içerisinde vizyona uğrayan Sinners, henüz herhangi bir platforma uğramadı.
21 A River Runs, Turns, Erases, Replaces (’21, Shengze Zhu)
Biraz da pandeminin açtığı yaralara tuz basmaya ne dersiniz? Shengze Zhu, diyalogsuz ve mekân odaklı yaklaşımıyla COVID-19’un insani etkilerini en iyi aktaran filmlerden birini yapmıştı hepimiz evlerimize kapandığımız sırada. Wuhan’ın boş sokaklarından sahillere uzanan görüntülerle, yakınlarını kaybetmiş insanların mektuplarını bir araya getirerek hem matem hem de kolektif hafızaya dair güçlü bir çentik attı tarihe. Geleneksel belgesel formunun bir de bu şekilde eğilip bükülmesine şahitlik etmeniz şart. Tabii PTSD kurbanı olmayacaksanız…
Bu şahane belgesel de herhangi bir platformdan izlenemiyor.
20 The Banshees of Inisherin (’22, Martin McDonagh)
In Bruges’da iyi bir senarist olduğunu ispat eden Martin McDonagh’ın formuna döndüğü film olarak da özetlenebilir The Banshess of Inisherin. Kendine benzeyen insanların hikâyelerini anlattığında güçlenen kalemi ansızın biten dostluğuyla içimize dert olan filminde zirvesine ulaşıyor. İrlanda İç Savaşı’nın karşı kıyısını mesken edinen bu kara komediyle, insan doğasının en kırıcı yanlarına, kardeşi kardeşi küstüren anlamsızlıklara yüklenerek varoluşun en acı dolu sorularına taşıyor. Colin Farrell, Brendan Gleeson, Kerry Condon ve Barry Keoghan dörtlüsünden gelen kariyer performanslarına da dikkat!
The Banshees of Inisherin’i hâlâ izlemediyseniz, Disney+’dan ulaşabilirsiniz.
19 The Substance (’24, Coralie Fargeat)
Demi Moore’un Oscarlık performansıyla gündemimize oturan The Substance, Hollywood’un yaş almış bir yıldızına odaklanarak body horror sularına giriyor. Coralie Fargeat’ın ellerinden çıkan yapım, yaş, güzellik ve beden disforisinden hareketle kadın olma deneyimine getiriyor meseleyi. Feminizmi görünür bir şekilde merkezine almaktan kaçındığı düşünülse de, absürtlükle harmanladığı evrende ataerkil düzenin dayattığı baskıyı gözler önünde serdiğinden bir denge buluyor bana soracak olursanız. En büyük artısı da içerdiği performanslar. Korkutucu, cesur, mizahi yönü de pek güçlü oyunlar ortaya koyan Moore ve Margaret Qualley, harika iş çıkarıyor.
The Substance’ı MUBI’den izleyebilirsiniz.
18 Wolfwalkers (’20, Tomm Moore & Ross Stewart)
Cartoon Saloon’un Tomm Moore imzalı alametifarikası Wolfwalkers, Keltik efsanelerini 17. yüzılın İrlanda’sında modern bir masala dönüştürüyor. Klasik baba-kız ilişkisi ve doğayla kurulan bağ üzerinden ilerleyen hikâyede kolonizasyon ve aidiyet temalarına da değiniliyor. Renkleriyle büyüleyen, elle çizilmiş animasyınu, detaylı görsel kompozisyonu ve kulaklara işlenen harika müzikleriyle 2020’lerin en iyi animasyonlardın biri. Moore’un narin dokunuşları sayesinde çocuk hikâyelerinin klişeleri yeniden biçimleniyor.
Wolfwalkers’ı rahatça izleyebileceğiniz legal bir platform da yok maalesef.
17 All of Us Strangers (’23, Andrew Haigh)
Andrew Haigh, aidiyet kavramını kuir kimlik ve matem üzerinden gündemimize taşıdığı All of Us Strangers’da, geçmiş ve bugün arasında ince bir duygusal köprü kuruyor. Adam’ın çocukluk travmaları, kayıp ebeveynleri ve hayatına ansızın giren Harry ile olan ilişkisi, Haigh’in mekân ve ışık tercihleriyle birleşerek seyirciyi hem nostaljik hem de duygusal bir yolculuğa çıkarıyor. Andrew Scott, Paul Mescal, Claire Foy ve Jamie Bell’in performanslarıyla hayat bulan film, kayıplarımızla yüzleşmeyi ve dönecek bir yuvaya duyulan muhtaçlığı hassas bir dille işleyen, kuir sinemanın 21. yüzyıldaki önemli örneklerinden biri.
All of Us Strangers’ı Disney+’dan izleyebilirsiniz.
16 Nope (’22, Jordan Peele)
Jordan Peele, korku ve bilimkurguyu harmanladığı Nope’ta, Amerikan orta batısında siyah bir aile işletmesini merkezine alarak tür sinemasına epik bir deneyim kazandırıyor. Film, medyanın dönüşümü ve toplumdaki sömürü zincirlerini hicivle işleyen, Daniel Kaluuya ve Keke Palmer’ın performanslarıyla karakterlerin duygusal ve sosyal bağlarını güçlendiren, değeri bence anlaşılmamış bir başyapıt adayı. Peele yine izleyiciyi görsel bir şölenle kuşatıp, çağdaş sosyal eleştirisini ustalıkla sunarak zenginleştirmiş filmografisini. İzleyip de zamanında hakkını vermeyen herkese dargınım.
Nope, herhangi bir dijital platformun kitaplığında yer almamakta.
15 Licorice Pizza (’21, Paul Thomas Anderson)
Favori yönetmeninizin favori yönetmeni Paul Thomas Anderson, 1970’ler Kaliforniya’sında geçen bu gençlik ve büyüme hikâyesinde Alana ve Gary’nin serüvenlerini, aşk ve arkadaşlığın en saf hâlinde olduğu yaşların uçarılığıyla taşıyor perdeye. Film, tek bir olay örgüsüne sıkışmadan, karakterlerin kimyasına ve zamanın akışına odaklanıyor. Esas işi müzisyenlik olan Alana Haim’in büyüleyici performansı karakterine bağımsız bir varlık kazandırırken, PTA’in özgüvenli anlatıcı kimliği de hikâyeyi olası yanlış anlaşılmalardan sakınıyor. Nostaljik dokusundan da yaşanmışlık hissi almamak imkânsız. Anderson’ın filmdeki her sokağı çocukluğundan beri avucunun içi gibi bildiğine eminim.
Licorice Pizza ile bir Paul Thomas Anderson filmi izleme şerefine Prime Video’dan erişebilirsiniz.
14 Nickel Boys (’24, RaMell Ross)
Colson Whitehead’in Pulitzer ödüllü romanından uyarlanan Nickel Boys, 1960’lı yılların Florida’sındaki bir okulda yaşananlarla ırkçılığı ve sistematik istismarı merkezine alıyor. Ana karakter Elwood’un gözünden aktarılan hikâye, seyirciyi doğrudan bu zulmün içine çekiyor. Empati kavramına yeni bir boyut kazandıran kamera tekniği benzersiz. RaMell Ross’un yenilikçi anlatımının üzerine arşiv görüntüleriyle desteklenen kurgu, tarih ve hafızanın manipülasyonunu da sorgulatıyor bir güzel. Geçmişin gölgesinden bugünün adaletsizliklerine uzanmak ne acı ki pek de kolay. Tam anlamıyla sarsıcı bir şaheser.
Nickel Boys’u Prime Video’dan izleyebilirsiniz.
13 Everything Everywhere All at Once (’22, Daniel Kwan & Daniel Scheinert)
Her filme nasip olmayan türden bir ödül sezonu başarısı elde edince, nefret etmemiz gerekiyormuş gibi davranılan Everything Everywhere All at Once‘ı tek başıma hüngür şakır ağlayarak izlediğim salonu ve günü unutmam söz konusu bile olamaz. Çamaşırhane işleten göçmen bir çift ve kimliğini annesine kabul ettirirken çatışan kızı arasındaki sıkışmışlığı paralel evrenli, dildo dayaklı, donut kutsamalı bir dünyada, kulağını tersinden tutarak anlatan Daniellar’a hayranlığım baki. Sevginin iyileştiriciliği konusunda biraz fazla mı gelenekselci? Belki de. Ama yani bu kadar görsel oyunun ve canlı enerjinin yanında o kadar sıradanlık da olsun bir zahmet.
En İyi Film dahil 7 Oscar ödüllü Everything Everyhere All at Once’ı TOD kitaplığında bulabilirsiniz.
12 Never Rarely Sometimes Always (’20, Eliza Hittman)
Eliza Hittman, genç bir kadının istenmeyen hamileliğini sonlandırmak üzere Pennsylvania’dan New York’a uzanan, eyaletler arası yasa değişikliğini kollayarak çıktığı yolculuğu anlatıyor. Basit insan ve kadın hakları konusunda net bir politik mesajı olsa da Never Rarely Sometimes Always doğrudan lafını söylemek yerine karakter deneyimiyle kavrulan bir yapım. Doğal ışığa bağlı belgeselvari estetiğiyle de tıpkı merkezindeki Autumn karakteri gibi seyircisini akıl almayan çaresizliğin ortasına iteliyor. İki genç oyuncusunun da bu filmden sonra kariyerlerinde zirveye çıkmamış olmaması dünyanın en saçma şeyi olsa gerek. Hittman’la birlikte, filmin bu kadar incelikli bir dokuya sahip olmasında performanslarının payı büyük çünkü.
Never Rarely Sometimes Always’i açıp da izleyeceğiniz bir platform yok ne yazık ki.
11 Safe Place (’22, Juraj Lerotić)
Juraj Lerotić’in kendi yaşadıklarından yola çıkarak çektiği Safe Place, İstanbul’daki festival yolculuğu sayesinde de hatırı sayılır miktarda seyirciye ulaştı neyse ki. Hırvatistan Oscar’a gönderdiği film, intihar girişiminde bulunan kardeşini hayatta tutmaya çalışan aile bireylerinin çaresiz koşturmacasını, en yalın ve can acıtıcı derecede gerçek formunda resmediyor. Sevgiyle acının iç içe geçtiği, öfkenizi nereye koymanız gerektiğini de bilemediğiniz bir film. İnsanın elinden kayıp giden hayat karşısındaki güçsüzlük hiçbir ajitasyona girişmeden anca bu kadar etkili bir biçimde anlatılabilirdi.
Safe Place’i TV+’dan izleyebilirsiniz.
10 Afire (’23, Christian Petzold)
Baltık Denizi kıyısındaki bir sahil kasabasında geçen Afire, Christian Petzold’un Doğal Elementler Üçlemesi’nin ikinci halkasını oluşturuyor. Orijinal adı Roter Himmel olan yapım, ritmi de belirleyen mizahıyla insanın kendisini, başkasını, yaptığını, ürettiğini sevmenin hangi yollardan geçtiğini bulmaya çalışıyor, alıntıladığı Heinrich Heine şiirinde dendiği gibi sevince can verenleri anlatıyor. Tabii bitiş noktasında yeni bir yaratımın olacağını, trajedinin gerekliliğini de not düşerek. Petzold’un bu listede iki filmi yer alan tek yönetmen olduğunu da ekleyeyim.
Türkiye’de Kızıl Gökyüzü adıyla gösterilen film, ne yazık ki bir platformda yok şu an.
9 The Zone of Interest (’23, Jonathan Glazer)
Soykırımla ilgili olarak daha ne söylenebilir ya da ne yapılabilir sorusuna tokattan da beter bir cevap veriyor Jonathan Glazer, The Zone of Interest ile. Auschwitz’in duvarlarının hemen dışında kurulu gündelik hayatın sıradanlığını gösterirken kötülüğün banalliğine dair yepyeni pencere de açıyor. Kamerası herkesten olabildiğince uzakta, kimseyle empati kurma derdinde olmayan, o Alman hânesindeki sterilliği ses efektleriyle tarihin en vahşi görüntülerine dönüştürüyor maestro. Bir ailenin bahçesindeki kahvaltı ile yan tarafta süren katliamın birbirine dokunmadan var olabilmesine şaşıracak yerimizin de kalmadığı günlerden geçiyoruz malum. Tarihin zulüm görenleri şimdi zulmediyor. Film izlemeyip haberlere bakarak da rahatsız edici bir şahitlik konumuna yerleşmek mümkün.
The Zone of Interest’i hem Prime Video’dan, hem de TV+’dan izleyebilirsiniz.
8 Nomadland (’20, Chloé Zhao)
Chloé Zhao ve Frances McDormand’ın buluşmasından doğan Nomadland, sermayenin işçi sınıfı üzerindeki etkilerini kayıplarının ardından göçebe olarak yaşamaya başlamış Fern karakteri üzerinden anlatıyor. Zhao, günümüzde de varlığını sürdüren global krizin sonuçlarını karakterin derisinin içine girerek, kırsaldaki küçük eylemleri üzerinden aktarma gayretinde. İnsanın evrenle arasındaki kırılmaya pek müsait bağını da kullanarak yapabildikleri ortada. Acısıyla, umutsuzluğuyla, neşesi ve hiddetiyle, hayatta kalmaya çalışan herkesin filmi olmayı başarıyor Nomadland.
Nomadland’i Disney+’dan izleyebilirsiniz.
7 TÁR (’22, Todd Field)
Todd Field’in 15 yıllık sessizliğinin ardından sinemaya dönüşünü simgeleye TÁR, kariyerinin zirvesindeki bir orkestra şefi üzerinden güç, ego ve sorumluluk kavramlarını irdeleyen bir yapım. Hem de çağdaş politik iklimin orta yerini konumlanmış bir bakış açısıyla… Lydia Tár, elde ettiği başarı ve statüyle kendini çıkardığı tahttan, kusurlarıyla baş başa kalarak inerken biz de istismarın öteki tarafını izlemeye koyuluyoruz. Cate Blanchett’in ders niteliğindeki performansıyla, modern Amerikan sinemasının “magnum opus”larından biri çıkıyor neticede. Değme korku filmlerine tansiyonuylu cebinden çıkaran Todd Field’a da bir kez daha selam olsun.
Acı bir şekilde TÁR’ı da şu an açıp izleyebileceğiniz bir platform yok.
6 All We Imagine as Light (’24, Payal Kapadia)
Mumbai’de üç kadının gündelik yaşamları üzerinden modern Hindistan’ın sosyal ve mekânsal dönüşümlerini gözler önüne seren Kapadia, filmiyle zamansız bir hikâye anlatıyor. All We Imagine as Light, şehrin baskısı ve toplumsal kısıtlamalar arasında var olmaya çalışan karakterleriyle hem empati kurduruyor hem de renkleri ve ışığıyla duygu yoğunluğunu arttırıyor. Taze de olduğu için hafızamda, hala etkisindeyim. Nasıl çarpıldığımı unutmam söz konusu değil. Bunu sert bir öfke tasviri ya da dramatik patlamaya başvurmadan, karakterlerin uyanışlarını ve küçük direnişlerini incelikle gösterek, Mumbai’nin karmaşasında ve aslında doğduğun yerde uzakta yeşermek gibi evrensel bir yere tutunarak yapması da değerini katlıyor gözümde.
All We Imagine as Light’ı TV+’dan izleyebilirsiniz.
5 The Boy & the Heron (’23, Hayao Miyazaki)
Miyazaki, 10 yıl aradan sonra yine büyülü bir yolculukla karşımıza çıktı. Mahito’nun gözünden kayıp, yas ve hayal gücünün iç içe geçtiği bir dünya. The Boy and the Heron, eski Ghibli filmlerine referanslar vererek, usta yaratıcısından yeni neslin anlatıcılarına da meşaleyi uzatıyor. Yoğun bir hüznü neşeyle buluşturmak zaten Miyazaki’nin işi. Burada matemden sağılan bir yarenlik müessesesi de var ki, orası izleyene saklı kalsın. Hayallerimizi ve yaşamı yeniden kavramımıza yardımcı olacak daha kaç film sığdıracaksın o şahane kariyere koca çınar?
The Boy and the Heron’ı Netflix’ten izleyebilirsiniz.
4 Hard Truths (’24, Mike Leigh)
Mike Leigh, doyamadığı İngiliz alt-orta sınıfının sıradan görünen ama duygu yoğunluğu yüksek yaşamlarına bir kez daha ışık tutuyor son filmi Hard Truths‘ta. Şu ellinin de çift dikiş attığım tek filmi olabilir, emin değilim. Pansy ve ailesi yardımıyla pandeminin ayarlarımızı nasıl bozduğunu da anımsıyoruz, hayallerimizle örtüşmeyen hayatlarımızın yarattığı hezimeti de tadıyoruz, hesabı kesilmemiş kızgınlıklarımızın bizi nasıl hırçınlaştırdığına da bir kez daha ikna oluyoruz. Senaryo, hikâye kurgusu ve oyunculuk dersi. Tekdüze dünyanın içinden geçen yoğun bir insanlık öyküsü. Her Leigh karakteri gibi, perdede gördüğüm bütün yüzleri tanıyor ve kocaman sarılıyorum.
Hard Truths’u TV+’dan izleyebilirsiniz.
3 Hit the Road (’21, Panah Panahi)
Ustaların ustası Jafar Panahi’nin oğlu Panah Panahi’nin ilk uzun metrajlısı, bir aile yolculuğu üzerinden göç, ayrılık ve kaderin sessiz ağırlığını gözler önüne seriyor. Hit the Road, mizah ve müzikle örülü anlarıyla, konuşulmayan gerçekleri ve sınırların ötesindeki kalp kırıklıklarını hafifletmeden anlatıyor. Türkiye’den başlayıp evrensel bir hüzünle seyircinin omuzlarına dokunan, aynı zamanda genç bir yönetmenin kendi dilini cesurca bulduğu bir yolculuk. Her durağıyla hafızamda. İçerdiği Farsça parçalar da çalma listelerimin bugün bile vazgeçilmezi.
Hit the Road şu aralar herhangi bir dijital platformda mevcut değil.
2 Past Lives (’23, Celine Song)
Celine Song’un yarı otobiyografik ilk filmi, göçmen deneyiminin yarattığı aidiyetsizlikle, zamanın ve mesafenin aşka açtığı yaraları zarif bir dille buluşturuyor. Past Lives, “in-yun” kavramıyla tesadüflerin bile geçmişten taşınan bağlar olabileceğini fısıldarken, Nora ve Hae-sung’un hikâyesini modern çağın iletişim biçimleriyle örüyor. Benim için bu filmi özel kılan, romantik melodram kalıplarını aşarak pişmanlığın, kaybolan fırsatların ve hâlâ varlığını sürdüren bağların kalbimize sapladığı ince acıyı böylesine ilişki kurulabilir bir sinema diliyle anlatabilmesiydi. Demlendikçe büyüyüp, içime sığdıramadıklarımdan.
Past Lives’ı TV+’dan izleyebilirsiniz.
1 Undine (’20, Christian Petzold)
Ve nihayet geldik zirveye… Geçtim ilk 50’yi, ilk 10’a iki film birden sokan Christian Petzold zirvemde. Berlin’in ruhuyla yoğrulmuş modern mit anlatısı Undine‘de aşkın, tutkunun ve kayıpların görünmez katmanlarını su perisi efsanesine yaslayarak işliyor canım Petzold. Gerçek ile fantezi arasına incecik bir çizgi çekerken seyircinin göz hizasına da bir kalp sızısı bırakıyor. Cevapsız soruları, gözü kara romantizmiyle aklımızı kurcalayan pek çok soruyu da cevapsız bırakıyor aslında. Ama tıpkı bahsini ettiği doğa üstü varlıklar gibi efsunlu bu film de. Paula Beer’ın rehberliğinin tadına bir kez varmak, Franz Rogowski’yle ulu orta bir kez sevişmek yetiyor büyüsünde kaybolmaya.
Undine’yi de listedeki pek çok film gibi TV+’dan izleyebilirsiniz.
Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.