But Perşembe
But Perşembe: Ayak Koymayın Şu Siteye
Önce şunu söyleyerek başlayayım: Six Feet Under ile But Perşembe’ye daha ilk haftadan gösterdiğiniz ilgi inanılmazdı. Ben sadık okuyucumla karşılıklı hasbihale her daim razıyım; ama görüyorum ki sosyal medyanın gücüyle yeni bir trafik de geldi bu seriye. Bizi bu efsane dizi sayesinde buluşturan Alan Ball’a ve davetimi geri çevirmeyen herkese teşekkür ederim. Ölümü konuşunca çağırdığımı sandığım, batıl inançlarla boğuştuğum yıllara inat yine klavye başındayım. İzninizle bu hafta da iki bölüm konuşacağım. Aramıza yeni katılanlara da hatırlatmamızı yapalım hızlıca. HBO Max üyeliğimizi cebe atıyoruz, dört bölümü izliyoruz, But Perşembe’nin açılış yazısını okuyoruz ve bu sayfadan devam ediyoruz.
Ayak Feministlerine Selam Olsun
“The Foot” isimli üçüncü bölümle beraber Six Feet Under’ın tonu iyice yerine oturuyor. Ekmek hamuru yoğurucusunun başında ter döken alakasız birini gördüğümüz anda ölüm perdesinin nasıl aralanacağını, bu bölümün orijinal veda busesini genel hatlarıyla az çok tahmin ediyoruz. Tahtalı köye kimin nasıl gittiğine değinilen klasik açılıştan sonra, torbalara dilimler halinde yerleştirilmiş sıradaki kader mağduru da Fisher & Sons’ın demir tezgâhına uğruyor. Kıyma makinesine giren köftelik kara mizahına bu kadar hızlı bir şekilde alışmam da enteresan. Komedinin hayatın gerçeğine kan revan içerisinde değdiği, zeka ürünü bir manevra alıyor diye herhalde. Sanki 1001 ölüm çeşidi izleme açlığımız var da, Six Feet Under bunu kapatmıyor yani, delirmeyelim.
Meselesine hemen ardından Brenda ve Nate’in sevişme sonrası zıtlaşmasını sahneleyerek devam ediyor dizi. Ölümden daha banal ne var sorusuna yanıt arar gibi, heteroseksüel bir çiftin “kim kimi daha çok manipüle edecek” oyununa şahitlik etmek zorunda kalıyoruz. Peter Krause beyefendiye Parenthood’la, tam da daddy (Daddy: Vahşi doğada Pedro Pascal olarak da bilinir.) olayazmışken gönül vermiş bir çift gözümü şimdi Nate’in toksik mi toksik ilişkilenmesi içinde yormak üzüyor beni ama yapacak bir şey yok. Tanıyacağım bu Brenda’yı. Sevmeyi öğreneceğim. Hiç olmadı neden bu kadar seyircinin onu “iyi anladığını” keşfedeceğim elbet bir noktada. Şimdilik birbirlerine diş gösterdikleri, satranç tahtası doğası daha ilk günden oturmuş ilişkilerinde nefes alacak deliklerden oksijen dileniyorum. “Ah o yatak odası yanaydı da görmeyeydim bu didişmeyi…” diye iç geçiriyorum. Neyse, daha ne yangınlar göreceğiz. Sakin!
2005 tarihli Lie with Me’de varını yoğunu ortaya koyarak gay olmamla ilgili bütün şüpheleri silip süpüren Eric Balfour’un Gabe’inden bahsetmemişim geçen hafta, asıl ona değinmem lazım. Fisher ailesinin delişmen ve arıza bireyi Claire ile okuldan tanışık, cenaze arabasının arkasında ayağını kızın ağzına sokarak bütün ayak feministlerini şevklendiren bir ağabeyimizi oynuyor dizide. Genç yaşında bir fetişini eyleme dökebildi diye sağa sola anlatan koca ağzı sağ olsun, Claire’in yaramazlığı hemen malzeme oluyor kafasız zorbalarına. O anda içinde yanmaya başlayıp gözlerine fışkıran intikam ateşinin hesabını dürme şekli ise müthiş: “Foot slut” kızımız, bölüm başında hamur yoğurucusunda parçaları ayrılmış zavallının ayağını çalıp Gabe’in kucağına bırakıyor. Farklı olduğum için beni mi yargılıyorsunuz kardeşim? Alın size ağzınızı sulandıran bir ayak. Bedenden ayrı gayrı, morarmış, kemik dokusu ortalıkta. Bunu da siz yalayın.
Hayır bir de komik, tüm ailenin toplandığı o iç karartan mutfak dolaplarının orta yerinde kızıyla ilgili bir şeylerib ters gittiğini fark eden Ruth, iki lokma yiyemedi diye çıkışıyor: Bulimik misin? Ağlarsın. Kendi iç karmaşasını Claire’in üzerinde görememenin getirdiği bir hasedin dışavurumu âdeta. Claire normal kalamaz, illa ki ters bir şeyler olmalı. Olmalı ki Ruth’un esas problemli Fisher olduğu ortaya çıkmasın. Şikâyetçi olduğumu sanmayın. Daha ilk anda bu yüzden sevdalandım Ruth’a. O kadar karışık, o kadar dağınık ki iç dünyası. En yakın arkadaşı eve gelip ölen kocasının eşyalarını ayıklamaya yardım ediyor; orada da kadın kendisinden daha çok gözyaşı döktü diye geriliyor. At yarışına gidiyorlar, kazandığı üç kuruşu da har vurup harman savuruyor. Ama ne için? Kaybedince yaşadığını anlıyor Ruth, hayata karışıyor.
Elalemin celladından arta kalan bedenlere ayar çekmek için gece gündüz çalışan Fisher ailesinin bir de ekonomik debelenmesi var elbette. David ve Nate, cenaze evlerine göz koyan Kroehner Cenaze Servisi ve şirketin adamı Gilardi’nin baskısı altında. Teklifi kabul etmezlerse cehennemi yeryüzüne indirip karşılarındaki eve çökecekler. Nate, “satalım gitsin” kolaycılığına yakın duruyor. David ise direnişte; ama onun da içten içe bu yükten kurtulmak istediği belli. Burada en hoşuma giden detay, David’in sevgilisi Keith’teki minör tereddüt. Özgürleşmesini istediği adamın başka bir hayata yelken açma ihtimali, Keith’in konfor alanını da sarsıyor. Sığınılacak liman rolü işine geliyor çünkü. Sahip olmak, onu tüm bu çocuksu çıkışlarıyla elinde tutabilmekten aldığı bir haz.
Kroehner meselesinin Rico ayağı da var. Ölen babalarının yetiştirip işi öğrettiği Rico, geçen hafta Nate’in tabut kiralamasına itiraz ederek yeni düzende söz sahibi olmaya çalışmıştı. Şimdi de cilalı bir yalanla rakiple iş görüşmesine gidiyor. O nankörlüğün resmini çizerken, Nate ile David arasındaki sürtüşmeye çözüm cayır cayır çıkan bir yangınla geliyor neyse ki. Ailece alevleri izlerken, çözülen sorunlara eşlik eden kibriti kimin attığı sorusuyla baş başa kalıyoruz. Bundan sonra izleyecekleri yolun hem trajedisi, hem de vaadi bu yangın. Nasıl bir sayfa açılacağını ilerleyen bölümler gösterecek. Nihayet Fisher’ların kendi hikâyesi başlıyor diyebiliriz.
Adam Mısın Lan Sen?
Orange Is the New Black’in Aleida’sı Elizabeth Rodriguez’i konuk oyuncu, bağımsız Amerikan sinemasının ak yüzü Lisa Cholodenko’yu da yönetmen koltuğunda gördüğümüz “Familia”, Six Feet Under’ın şimdiye dek en ayrıksı açılışlarından biriyle geliyor. Los Angeles’ın kültürel mozaiğini dönemi için düşündüğümüzde klişelere yaslanarak anlattığı şüphe götürmez; ama kartel imalarıyla da olsa çeşitliliği ekranda görmenin hâlâ bir nimet sayıldığı yıllardayız. Ve tahmin edin bu defa tema ne? Aile bağları. Aman yarabbim, Six Feet Under’da mı? Hay allah!
Bölüm, herkesin devasa kanatlarını takıp başka bir evreye geçtiği bir eşik gibi. En büyük dönüşüm şüphesiz David’de. Sorumluluklarını başkalarına devretmeye alışıkken Gilardi karşısında ilk kez ipleri eline alıyor. Sesini yükseltmeden, soğukkanlı ama tehditkâr bir tonda, kimsenin kuklası olmadığını kanıtlıyor. Michael C. Hall’un performansının da beni cezbetmeye başladığı dönemeç bu. Öfkesi, kararlılığı, kamufle etmeye çalıştığı korkusu ve sözcüklerine aynı anda yabancılık ve aidiyet katan bir gerginlik var Hall’un oyununda. Tabii bütün bunlar David’i de yeni bir faza taşıyor.
Keith’le market sahnesi de kritik. Bir pikap şoförünün “ibne” hakareti sonrası Keith’in öfkesine karşılık David’in olayı duymamış, hatta hiç olmamış gibi davranması, bugünden bakınca bile tanıdık gelen bir uçurum açıyor. Keith’in isyanına hak vermemek zor. David’in bu kabullenmişliğinin kendini sevmemekten beslendiği açık. Ama erken 2000’lerde eşcinsel olmanın, batılı toplumlarda bile hâlâ tabu niteliğini atlatamadığını da unutmamak gerek. Yine de asıl önemli olan David’in iç savaşına açılan kapı. Keith’in sözleri kafasında yankılandıkça kabuğunu çatlatacağını, o civcivli dönüşümün çok yakında patlayacağını hissediyoruz.
Nate ve Brenda cephesinde işler hâlâ aynı formülde dönüyor: Brenda bitmek bilmeyen bir psikoloji dersi veriyor, Nate de sabırla dinliyor. Neyse ki Fisher’larla tanıştığı akşam yemeği, sitcom kıvamındaki enerjisiyle havayı değiştirdi de nefes aldık. Ruth’un donuk bakışlarına eklenen hafif kasılmış ağız hareketleri, Brenda’yla iletişimlerini keyifli kılıyor. Bir tren enkazına bakarken içinin kıyılması ama gözünü de alamamak gibi bir his… Keşke HBO’nun eski matematiğiyle Ruth, Brenda ve Nate’i uygunsuz bir anda yakalamasaydı ama senaryodaki işlevini anlamak mümkün. Ruth’un olasılıklardan haberdar olması, yeniden doğuşuna ilham bulması ve çocuklarının artık ondan bağımsız yetişkinler olduklarını fark etmesi gerekiyor.
Fisher kardeşlerin Kroehner’a karşı mücadelesinde Ruth’un oğullarına yatırım yaparak günü kurtarması ve Claire’in maskesini indirerek annesiyle ilişkisini “ayak” itirafı üzerinden güçlendirmesi bir kenara, David’in Rico’dan “yardım” istemesiyle bölüm antikalaşıyor birazcık. Bodrumda ölü süsleyen dost, faşizan temellere dayalı çağrıyı anında ifşa ediyor ama senaryo bu ikiyüzlülüğü şaşırtıcı derecede iyi idare ediyor. David’in Latin kökenli herkesi aynı kefeye koyan önyargılarının, o oturmuş beya alışkanlıklarının, daha büyük kişisel problemlerine kıyasla arka planda kalışını da hoşgörüyoruz hemen.
Yattığı yerde bile maskülenliğiyle mesaj gönderen bölümün ölüsü, David’in üzerine abanıyor sanki. Ben yirmi yıl adam gibi yaşadım. Sen ne zaman başlayacaksın? Bu dürtüş, onu birden kimliğini açıklamaya götürmese de Gilardi’yi ölümden çok daha kötü trajedilerin olduğuna ikna edecek kadar ileriye götürebiliyor neyse ki. Nate’in gözlerinde beliren şaşkınlık ve gururla David’in içinde yeni dişlilerin yavaş yavaş rayına oturduğunu görüyoruz. Kesinlikle Michael C. Hall’un bölümü bu. Umuyorum vakti zamanında Emmy’e göndermek için “Familia” diye ısrar etmiştir HBO’ya.
Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.