Eleştiri
Savaş Üstüne Savaş – One Battle After Another: Baba, Kız ve Kutsal Yangın
ONE BATTLE AFTER ANOTHER (Savaş Üstüne Savaş) | Yönetmen: Paul Thomas Anderson | Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Sean Penn, Benicio del Toro, Regina Hall, Teyana Taylor, Chase Infiniti, Wood Harris, Alana Haim, Paul Grimstad, Shayna McHayle, Tony Goldwyn, John Hoogenakker, Starletta DuPois, Eric Schweig, D.W. Moffett, Kevin Tighe, Jim Downey | Senaryo: Paul Thomas Anderson (uyarlama), Thomas Pynchon (roman) | ABD | 161′ | Aksiyon, Suç, Drama, Gerilim
Filmin uzun önsözü, eşitlik ve özgürlük için mücadele eden radikal devrimci grup French 75’in karizmatik üyesi Perfidia Beverly Hills’in (Teyana Taylor), suç ortağı “Ghetto” Pat Calhoun’la (Leonardo DiCaprio) birlikte Meksika-ABD sınırında rehin tutulan göçmenleri serbest bırakmasıyla açılıyor. Bu görev sırasında Perfidia’nın yolu, beyaz olmayan herkesi düşman bellemiş Albat Steven Lockjaw’la (Sean Penn) kesişiyor. Onu cinsel anlamda küçük düşürdüğü baştan çıkarma numarası, Lockjaw’un gözünde Perfidia’yı psikoseksüel bir takıntıya dönüştürüyor. Daha sonra bankalara, elçiliklere ve nihayet adalet sarayına yönelen saldırılardan birinde ikilinin yolu yeniden kesişiyor hatta. Bu sırada Pat’ten hamile kalan Perfidia, aile fikrine ayak uyduramayarak kızını babasına bırakıyor. İlk tutkulu liderlik girişiminde yakalandığında ise hapis cezasından kurtulmak için muhbirliği seçiyor.
On altı yıl sonrasına geldiğimizde, artık Bob Ferguson adını kullanan Pat’in, genç bir kız olmuş Willa’yla (Chase Infiniti) gözlerden uzak bir hayat sürdüğünü görüyoruz. Bu bölüm, geçmişin devrimcilerine dair net bir söylem barındırıyor. Alkol ve uyuşturucuya sığınmış Bob, yarım kalmış, sonuçsuz kalmış başkaldırıların mimarlarını temsil ediyor. Zamanın dışına taşmayı tercih eden, hiçbir politikacının adını anmayan filmde Bob’un hangi kuşağa gönderme yaptığı belirsiz. Fakat onun, gençlik ateşiyle beslenen sert duruşunu rafa kaldırmış, yalnızca doğrudan kendisini ilgilendiren konularda kıpırdayan bir figüre dönüşmesi, neredeyse yaşını almış her devrimcinin gölgesini taşıyor. Gerçi en azından denediklerini biliyor PTA. Dolayısıyla karakteri, kendi hayatından devşirilmiş bir baba–kız ilişkisine araç kılarak eleştirisini kısa kesiyor.
Burada meselenin kişisel katmanını konuşmak mühim. Paul Thomas Anderson, Maya Rudolph’la tanıştığı dönemde Punch-Drunk Love aracılığıyla artık büyümesi gerektiğini dünyaya haykırmıştı. Phantom Thread’i ise hastalığı sırasında kendisine özenle bakan eşinden ilhamla yazdığını tanıtım sürecinde defalarca dile getirmişti. Bu kez, siyah bir kızın beyaz babası olmanın hissettirdikleriyle birlikte, her gün biraz daha harlanan öfkesini ve ardı arkası kesilmeyen kaygılarını döküyor kâğıda. Yer yer absürt bir komediye evrilen hicvinde, neredeyse her karakter belirli bir fenotipin yoğunlaştırılmış bir karikatürü gibi karşımıza çıkıyor. Bazen devrimci devrime, devrim de devrimciye fazla geliyor; bazen de ırkçısının el sıkıştığı şeytanî figürlerin gözünde dünyada kendilerinden başkasının özgürlük sahibi olmaması gerektiği hırsını anında yakalıyoruz. DiCaprio’nun yolunu kaybetmiş baba karakteri de Anderson’ın kendi müşkül durumunun bir tezahürü. Onun coşkusunu geri kazanmasını sağlayan tek şey, evladına duyduğu sınırsız sevgi ve benzersiz koruma içgüdüsü. Kalemi de, ana karakteri de tam buradan besleniyor.
Her filminde olduğu gibi bağımsız parçaları bir araya getirirken ustalığını konuşturuyor Anderson. One Battle After Another’ın Bob ile Willa’yı ayıran parçasında karşımıza çıkan her yan karakter, bu dünyayı kusursuzca tamamlıyor: Benicio del Toro’nun illegal göçmenlere yaşam hakkı tanıyan dövüş sanatları eğitmeni, Regina Hall’un ayakları yere basan devrimcisi, Chase Infiniti’nin kurtuluş serüveninde yolunun kesiştiği rahibe, ödül avcısı, cellat… Hepsi boşlukları öyle iyi dolduruyor ki gözümüzü perdeden ayırmamıza imkân kalmıyor. Jonny Greenwood’un sağır edici gücüyle atmosferi belirleyen müzikleri ise Anderson’ın hayal dünyasından çıkmış bu direniş hikâyesine sınırları çiziyor. Kariyerini ve filmi betimleyecek kadar iyi çekilmiş yol sahnesinde, Greenwood’un boğazımıza bastıran piyano notaları eşliğinde o yaşamak pahasına verilen mücadelenin telaşı da derinden hissediliyor.
İşinin ehli bir yönetmenin çok iyi tasarladığı, bugüne dair aciliyet taşıyan beyanlarla karşı kültürün yaralarını kaşırken kalbinde net biçimde bir baba–kız öyküsü barındıran bir film One Battle After Another. Anderson, Magnolia’dan There Will Be Blood’a uzanan ve kaç kez daha magnum opus’a şahit olacağımızı kestiremediğimiz kariyerinde yine ustalığını gösterip oyuncularından da yüksek nitelikte performanslar sağıyor. Oscar ödüllü Leonardo DiCaprio, son birkaç filmdir mizahi bir tona yaslanan oyununu burada iyice kıvama getirirken, iki kez Oscar kazanmış Sean Penn sinema tarihine unutulmaz bir kötü adam armağan ediyor. Teyana Taylor’ın perdeye çok yakışan varlığını özlediğimiz anda ise bizi Chase Infiniti’yle tanıştırıp, uğultusu bol bu koşuşturmaca sırasında yeni bir yıldızın doğuşunu alıyor kameraya.
Yine de Anderson’ın şaşırtıcı biçimde iyimser olduğunu söylemek gerek. Tüm dünyanın gözü önündeki bu koca yangına nasıl başkaldırmamız gerektiğine dair kesin bir önerisi yok belki; ama batıp çıksak da doğru yolda olduğumuzu düşünüyor. Saf bir ırk yaratma hayaline kapılmış ayrıcalıklı yeraltı örgütünün temsil ettiklerine rağmen, hâlâ insanlardan yana umutlu. Silahını ve meşalesini çoktan rafa kaldırmış olanların, onurlu, fikir sahibi, dünyaya bambaşka gözlerle bakan evlatlar yetiştirdiğine de inanıyor. Birbirimize arka çıkacağımıza da. En azından kendi çocuklarının etraflarında olup biteni anlamaları için elinden geleni yaptığına emin. Filmin o vahşi, heybetli ve ürkütücü kabuğunu tırnağınızla kazıdığınızda altından çıkan uçsuz bucaksız merhamete inanamayacaksınız.