Dizi Eleştirisi

The Beast in Me (Mini Dizi): Atmosfer Var, Nüans Yok

Yayınlandı

on

THE BEAST IN ME | Yaratıcı: Gabe Rotter, Howard Gordon | Oyuncular: Claire Danes, Matthew Rhys, Brittany Snow, Natalie Morales, David Lyons, Tim Guinee, Deirdre O’Connell, Jonathan Banks, Hettienne Park, Aleyse Shannon, Will Brill, Kate Burton, Bill Irwin, Amir Arison, Julie Ann Emery | 41~54′ | Netflix

Televizyonun altın çağını şekillendirmiş Homeland’in Claire Danes’i ile The Americans’ın Matthew Rhys’ini bir araya getiren The Beast in Me, Netflix’in kitaplığına eklediği suç odaklı dizilerin en yenisi. The X-Files senaryo odasından deneyimli Gabe Rotter’ın beş yıl önce kaleme aldığı pilot bölümü, Homeland dışında 24 ve kısa ömürlü Tyrant ile Awake’in yaratıcısı Howard Gordon’ın elden geçirerek hazırladığı mini dizi, platformun suç türündeki her lokmayı tüketmeye hazır seyircisini hedefliyor. Babasıyla ilişkisini yazıya dökerek ünlenmiş roman yazarı Aggie Wiggs (Danes), bir trafik kazasında oğlunu kaybettikten sonra hayata tutunmak için RBG üzerine bir kitap kaleme almaktadır. Tam bu dönemde, karısını öldürdüğüne dair şüphelerle medyada sık sık yer bulan, zengin bir ailenin psikopat varisi Nile Jarvis (Rhys) karşısındaki eve taşınır. Jarvis’in tüm mahalleye açık bir koşu parkuru inşa etme arzusu ilk karşılaşmalarını tetikler. Her istediğini elde etmeye alışkın Nile, Aggie’nin sert duvarına çarpar. Ancak mali olarak dar boğazda olan Aggie, bir süre sonra, biraz da ustaca manipüle edilerek, Jarvis hakkında bir kitap yazmayı kabul eder.

The Beast in Me, ilk bölümüyle uzun zamandır karşıma çıkan en heyecan verici açılışlardan birini yapıyor aslında. Seyircisini ekrana kilitleme arzusunu televizyona bakmadığı anlarda bile elden bırakmayan Netflix’in, her şeyi aptala anlatırmışçasına açıklayan yapımlarından diyalog düzeyinde pek kopamasa da, kurduğu atmosferle başlangıçta belirgin bir fark yaratmayı başarıyor. Nile Jarvis’in nefes alışından bile tiksinirken, Aggie’nin kolay kolay kapanmayacak yaralarına merhem olma ihtiyacına gönüllü hâle geliyoruz seyirci olarak. Üstelik dizi, huzurumuz tam yerleşemeden kapıya sarhoş bir FBI ajanı dikerek tansiyonu daha da yükseltiyor. Böylece daha ilk dakikalarda, kimin gerçeğine inanacağımızın muğlaklaştığı gri bir alanda buluyoruz kendimizi. Polisin suçunu kanıtlayamadığı Nile Jarvis’in foyasını ortaya çıkarmak için, evladını öldüren oğlanın intiharından da Jarvis’i sorumlu tutan Aggie’nin motivasyonunu benimsiyor ve kendimizi onun yerine koyup hop oturup hop kalkmaya ikna oluyoruz hemencecik.

Her rolün adamı olduğunu çoktan kanıtlamış Matthew Rhys’in, çok da derinlere saklanmayan ama ihtiyaç halinde ustalıkla kamufle ettiği psikopat benliği The Beast in Me’nin en büyük kozu kuşkusuz. Claire Danes’i ise, histerik krizlerle gerçek ve hayal arasındaki hattı ihlal eden kadınlar galerisine yeni bir ekleme yaparken, tanıdık bir bölgede buluyoruz. Ancak bu ikilinin yanına görünmez bir kahraman olarak eklenen Brittany Snow, dizinin asıl sürprizine dönüşüyor. Jarvis’in ikinci eşi olarak, ilk eşinin artıklarını taşıyan bir “kol çantası” gibi kareye giren bu karakterin amacını geç çözüyoruz belki. Fakat Snow, dümdüz yazılmış bu figüre gösterişsiz ama incelikli bir oyunla gerçek bir nüans ekliyor. Hikâye de, reji de onun sahneye girdiği anlarda birden çözülüyormuş hissi veriyor insana. Öyle ki, Nile Jarvis’in babası Martin’i canlandıran Jonathan Banks’ten, aileyle karşı karşıya gelen idealist belediye meclisi üyesi Aleyse Shannon’a kadar destek kadronun yarattığı tüm ağırlığa bile ihtiyaç duymadığı anlar oluyor dizinin. Odağını çoğu zaman gereksiz yere kaybederek bu avantajı hırpalayan bir yapım da denilebilir bu yüzden.

Şehrin kıyısına konuşlanmış banliyönün tekinsiz sakinliğine, kan dökmeye fazlasıyla elverişli şantiye ve sanat galerisi (!) ekleyerek kasveti katlayan The Beast in Me, seyirciyi germekte hiç zorlanmıyor. Hiçbir şeyi uzun süre muallakta bırakmadan sinirlerimizle oynayıp, Aggie’nin içine sürükleneceği müşkül durumlarda ecel terleri dökeceğimizin sinyalini en başından veriyor. Her bölüm de, binge kültürünün artık yerleşmiş geleneği uyarınca, en kritik anda kapanarak bir sonrakine geçişi neredeyse refleks hâline getirecek şekilde tasarlanmış sanki. Ancak sekiz bölüm, bu kadar matematiksel bir formül için biraz uzun kalıyor. Dizi sürprizlerini saklamak için sondan bir önceki saate kadar dişini sıksa da, aynı damarı üst üste yedi kez kaşıyınca etkisini ister istemez yitiriyor. Finale ise, giderek tükenen bir merak duygusunun tortusuna tutunarak, epey bitap bir hâlde varıyoruz.

Her Netflix işinde olduğu gibi, burada da altını çizmek gerek; yaratıcılar ve senaristler, kolay anlaşılır olmak adına yine fazla fedakârlık yapıyor. The Beast in Me, politik sulara girmeye çalıştığında, kadın ve erkek karakterlerini kalın çizgilerle ayırırken seçtiği özelliklerde, FBI ajanının mesai arkadaşıyla yürüyen yan hikâyesinde, sanat galerisinde dönen sohbetlerde incelikten iyice uzaklaşıyor. Bu anlar, gerçek bir olayın kurmaca abartısı yerine, bu habitatlara dair hiçbir fikri olmayan birinin fantezisiymiş gibi hissettiriyor. Üstelik dizinin, Aggie’nin yazar kimliğini ve eski partneriyle olan ilişkisini titizlikle kurduktan sonra, bu kadar kibirle yaşayan Nile Jarvis’e yaklaşmasını ikna edici bir şekilde temellendirdiği de söylenemez. Evet, olay örgüsü sürükleyici; ancak az çok deneyimi olan izleyicinin, Netflix’in kendi bünyesinde bile bundan çok daha iyi kurgulanmış yapbozlar izlediğine şüphe yok.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version