Eleştiri
After the Hunt: Büyük İddialar, Küçük Cümleler
AFTER THE HUNT (Avın Ardından) | Yönetmen: Luca Guadagnino | Oyuncular: Julia Roberts, Ayo Edebiri, Andrew Garfield, Michael Stuhlbarg, Chloë Sevigny, Thaddea Graham, David Leiber, Lío Mehiel, Will Price | Senaryo: Nora Garrett | ABD, İtalya | 138′ | Drama, Gerilim, Suç
Konusu ve aklını karıştıracağı kitle itibarıyla beni epey cezbeden After the Hunt’la ilgili en büyük korkum, temelsiz iddiaların itibarsızlaştırdığı o küçük azınlıktan yana duruyormuş gibi bir konuma düşmesiydi açıkçası. Venedik’teki yarışma dışı gösterim sonrası açılış jeneriğinde Woody Allen’a göz kırpan yazı tipini duyunca da hafifçe irkilmedim desem yalan olur. Ancak bu, bağlamından kopuk duran ve neden tercih edildiğini pek çözemediğim referans dışında filmi kirleten bir provokasyon yok. Guadagnino’nun zaman zaman saat sesiyle gerilim yarattığı stilize dokunuşlarından güç alan After the Hunt, en nihayetinde oldukça düz bir yapım. Senaryo, karakterlerini jenerasyonlara ve kişilik tiplerine ayırıp ırksal ve cinsiyet kimliği üzerinden alt başlıklar açarak ifşa kültürünün farklı cephelerde nasıl yankılandığına bakmaya çalışıyor. Gözlem kabiliyeti tüm sığlığına rağmen yer yer etkileyici olsa da, kendi başına bir cümle kurmaya hiç niyet etmiyor. Guadagnino’nun kamerası ile Garrett’ın kalemi sadece Alma’ya yoğunlaşıyor ve Alma’nın perspektifinin neden bu denli muğlak bir noktaya yerleştirildiğini ancak final bloğunda anlama fırsatı bulana dek film, kuyruğunu kovalayan bir deneyim olmaktan da öteye gidemiyor.
“Go away, they!” repliğiyle istemsiz kahkahalarımı toplayan After the Hunt’ın, özellikle açılıştaki uzun parti sahnesinde felsefe akademisyenlerinin sohbetlerine hâkim olduğunu gösterme çabası aslında her şeyi anlamak için yeterli. Nora Garrett senaryosunda, yalnızca kulak aşinalığından fazlasına sahip olduğunu kanıtlama gayretini biraz ileri taşıyor, karakterlerin temel motivasyonlarını belirlediği anda bu cinsel saldırı skandalına nasıl tepki vereceklerini de not edip köşesine çekiliyor sanki. Freud’un kadın düşmanlığını dillendiren Dr. Kim Sayers (Chloë Sevigny) her ne kadar film tarafından tiye alınan bir figür gibi görünse de anlatının kendisi aslında tam da Sayers. Kullandığı kavramların altını nasıl dolduracağını bilmeyen, anahtar sözcüklere dokunarak bu izini kaybetmiş akışı kamufle edebileceğini, temel bilgilerinin üzerine yenisini ekleyemediğini gizleyebileceğini sanan, ama tüm bunlarla yanıldığı çok açık olan karakterle paralel bir çizgide ilerliyor film.
Elbette After the Hunt’ın rotasını akademiye, hem de felsefe zümresine kırmış olmasını es geçip artı hanesine yazmamak olmaz. Beyanın esas sayıldığı, itirafı teşvik eden yeni dünya düzeninden rahatsız olması en muhtemel kalabalığa yöneltiyor kamçısını. Kimi yaraladığı ise muamma. Üzülerek söylüyorum, Ayo Edebiri’nin son derece zayıf bir performansla canlandırdığı karakterin beyaz cis heteroseksüel erkekler üzerine vaaz verdiği sahnede bile ağzından dökülen cümleler yamalı duruyor. Film, bu karakterin sonradan edinilmiş bir bilince sahip olduğunu ya da kelime dağarcığının aparma oluşunu iddia edecek cesarete de sahip değil ne yazık ki. Dolayısıyla o bilgisizliğin ve akademisyenlerin bir araya geldiği ortamlara sinen yapaylığın zoraki kabulüyle ilerlemek zorunda kalıyoruz. Bir yanda Edebiri ile Julia Roberts’ın karakterleri arasındaki sözde çekime inanmamız bekleniyor, diğer yanda nereye bağlanacağı baştan belli bir sancı, en kritik sahnelerde Alma’nın ayaklarını yerden kesiyor. Bu kadar her detayın neye hizmet ettiğini açıkça ele veren, dikiş izlerinin seyircinin gözüne böyle sokulduğu bir filmle pek sık karşılaşmıyoruz.
Bence filmin finalinde, Alma’nın eşiyle yalnız kaldığı hastane odasında her şeyi ortaya serdiği sahnede, o ana kadar izlediklerimize anlam katan bir derinlik var. Fakat After the Hunt, bu gerçeğin etrafını doldurabilecek materyale sahip değil. Üstelik çok da önem teşkil etmeyen, defalarca söylenmiş bir sözü gereksiz yere uzatarak daha da zedeliyor kendini. Julia Roberts’ın kariyer ortalamasının üzerinde sayılabilecek performansına rağmen Guadagnino’nun projeye dahil ettiği diğer oyunculardan verim alamadığı açık. Filmdeki genel doku uyuşmazlığını da konuşmak şart diye düşünüyorum. Ne Trent Reznor ile Atticus Ross’un kısa ve öz parçaları bu dünyaya ait hissettiriyor, ne de Guadagnino kiralık bir yönetmen gibi durmaktan kurtulup senaryoya uyum sağlayabiliyor. Tüm bunlara ek olarak film, şüpheci tavrının ardında yeni jenerasyonu küçümseyen tehlikeli bir duruş da barındırıyor. Bunun değerlendirmesini, birbirlerine çok benzemelerine rağmen nedense asla anlaşamayan X ve Z kuşaklarına bırakmak en doğrusu. Bana düşense, Luca Guadagnino’nun da vasat film yapabileceği gerçeğini kabul edip önüme bakmak.