Eleştiri

Train Dreams: İnsan Denen Muamma

Yayınlandı

on

TRAIN DREAMS (Tren Düşleri) | Yönetmen: Clint Bentley | Oyuncular: Joel Edgerton, Felicity Jones, Clifton Collins Jr., Kerry Condon, William H. Macy, Chuck Tucker, Rob Price, Paul Schneider, John Diehl, Alfred Hsing, Nathaniel Arcand, Johnny Arnoux, Will Patton | Senaryo: Clint Bentley, Greg Kwedar (uyarlama), Denis Johnson (roman) | ABD | 102′ | Drama

Geçtiğimiz yıl Colman Domingo’ya Oscar adaylığını kazandıran Sing Sing’in senaristleri Clint Bentley ve Greg Kwedar, bu kez yönetmenlik koltuğunda yer değiştirdikleri yeni bir filmle karşımızda. Sundance’teki prömiyerinden beri merakla beklenen ve nihayet Netflix’te izleyiciye ulaşan Train Dreams (Tren Düşleri), Denis Johnson’ın 2011 tarihli kitabının bir uyarlaması. 20. yüzyılın başında geçen hikâye, sıradan bir adam olan Robert’ı (Joel Edgerton) merkezine alıyor. Anlatıcının rehberliğinde kronolojik bir düzende açılan hayatı, bu koca dünyadan sessiz sedasız gelip geçenlerin temsilcisi gibi. Ormancılıkla geçinen Robert’ın, Gladys’le (Felicity Jones) tanışmasıyla yetim büyüdüğü için yalnızlığa alışmış dünyası aniden renkleniyor. Nihayet o da bir yuva buluyor, bir aile kuruyor. Artık sadece kendisi için değil, canından çok sevdiği eşi ve kızı için de hayata tutunur. Ancak acımasız çalışma koşullarının biriktirdiği travmalarıyla boğuşurken, daha yıkıcı bir kayıp ciğerini de söküp alır. Filmin bundan sonrası da tam bir selüloit hatıra defteri zaten. Robert’ın gözünden hayatına girip çıkan insanların izleri, yasın gölgesinde şekillenen yeni bakışı ve tarif edemediği duyguların tüm yansımaları…

Train Dreams’i tüm bu özelliksiz gibi duran akışına rağmen yeni kılan temel bir sebep var: Hayatın tek bir çizgide ilerlemediğini kabul eden anlayış. Ormancılık yaparken ırkçı bir saldırıda öldürülen mesai arkadaşının trajedisiyle, sözünü dinlediği bir büyüğünün başına düşen ağaç sonrası bilincini yitirmesi zihnimizde farklı odalara dağılırken, film bu yaşanmışlıkların bakışımızı nasıl yönlendirdiğini ustalıkla hatırlatıyor. Robert’ın çocukluktan gelen eksiklerini, boğazına oturan düğümlerin nedenlerini görmek zor değil. Ardından tıpkı budadığı ağaçlar gibi, hayatın karşısına çıkardığı insanlar, sürprizler ve acılarla yüzündeki çizgilerin nasıl derinleştiğine tanıklık ediyoruz. Filmin ikinci yarısında ezici bir hüzün ağır bassa da, bu hüznün çekirdeğinde bile hayata dair bir heves, bir neşe saklı. Train Dreams, yolun getirdiklerini savururken yolculuğun kendisine bakan bir açlıkla ilerliyor. Ve tuhaf bir şekilde, bu duyguyu hem birbirinden korkunç ölümlerle hem de sonunun gelmeyeceğini bildiğimiz, taşınması güç bir özlemle seyircisine geçiriyor.

Adolpho Veloso’nun büyüleyici görüntü yönetiminde, henüz betonun ve mekanik üretimin gürültüsünün doğayı boğup parçalamadığı bir dünya kuruluyor. Ancak film, insanla doğanın yan yana gelişinden doğan o huzurlu bileşimi romantikleştirmekle oyalanmıyor, koşulların ne kadar ağır olduğunun, adaletin çoğu zaman bireyin omzuna kaldığının ve kazaların kader gibi üzerine çöktüğü bir gerçekliğin de bilincinde. Bu nedenle 20. yüzyılın her türlü ayrımcılığa kapı aralayan yapısına öykünmek gibi bir derdi yok. Gün batımlarının ya da oduna dönüşen ağaçların görkemini, yalnızca hayat döngüsünün temsilî araçları olarak kullanıyor. Fidanlar yeşeriyor, ağaçlar eve dönüşüyor, tren yollarına döşeniyor; tıpkı insanlar gibi Robert’ın yanı başından geçip gidiyorlar. Robert ise her yeni günle biraz daha yenileniyor, acısının üzerine bir kat daha astar atıyor. Ta ki bir gün aynada kendine bakıp artık tanıyamadığı o yüze denk gelene kadar.

Terrence Malick’in görüntüyü söze üstün kılan yaklaşımını benimseyen Clint Bentley, bu estetikten yararlanırken ışık merceğe güzel vurdu diye bir kareyi filme sıkıştırma kolaycılığına düşmüyor. William H. Macy’den Kerry Condon’a, Felicity Jones’dan Paul Schneider’a kadar sevdiğimiz oyuncuların küçücük rollerle görünüp kaybolması da aynı film yapım ahlakından besleniyor. Tek bir sahne dahi fazlalık hissi yaratmıyor. Dünyanın devinimi karşısında insanın ne kadar küçük ve geçici olduğunu hatırlatır gibi bir belirip bir kayboluylar sadece. Ne yaptığını çok iyi bilen bir film var karşımızda. Hayatın gerçek anlamına dair bilinçli bir muğlaklık taşıması da onu değerli kılan tercihlerden biri. Bentley, uzun sessizliklerin içine dolan tüm hatıraların yeterince biriktiğinde insanın nihayet ununu eleyip eleğini asacağına güveniyor. Ama o eleği astıran fikrin ne olduğunu söyleme gafletine düşmüyor. Kanayarak, çalışarak, yaşayarak ulaşacağımız sonu işaret ediyor yalnızca. Her şeyi kavramaya yaklaşacağımız ama bedenimizin artık eskisi kadar diri olmayacağı o sondan hemen önceki noktayı.

Dönüşen ve değişen dünyada bir hakimiyet kurma hevesimizin ne kadar nafile olduğunu, ölümleri çoğu zaman arka planda bırakarak, hatta mutlak sonu hiç göstermeyerek ifade eden Train Dreams, üzerinde yaşadığımız evreni nasıl tükettiğimize de kısa ama yerinde dokunuşlar yapıyor. Ancak film, çevreci mesajlardan çok daha sert bir keşfe girişiyor: İnsana. Bu uğurda pastoral manzaralarının ortasına yerleştirdiği Joel Edgerton performansı da her şeyi birbirine bağlayan harç görevinde. Edgerton, sözü hep tükenen, içini kemirenlere örtüsünü çekip uyuyarak omuz silken o adamı müthiş bir incelikle, hiçbir duyguyu abartılı dışavuruma kaçmadan taşıyor. Garip bir şekilde Will Patton’ın anlatıcı olarak seyirciyi sürekli yönlendirmesi de işliyor. Bryce Dessner’ın besteleri ise bu portreyi sessizce mühürleyen tamamlayıcı katman tam olarak. Sanki hep birlikte etrafımızda olup biteni, evreni anlama arzusunu ete kemiğe büründürmüşler gibi. Finaldeki film şeridinin bu kadar çarpıcı olmasının nedeni de bu kolektif zirve. Train Dreams, geleceği başından belli bir hatıralar treniyle seyircisinin üzerinden geçerek veda ediyor.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version