Eleştiri
No Other Choice: Delilik Mi, Mecburiyet Mi?
NO OTHER CHOICE (Başka Yolu Yok) | Yönetmen: Park Chan-wook | Oyuncular: Lee Byung-hun, Son Ye-jin, Park Hee-son, Lee Sung-min, Yeom Hye-ran, Cha Seung-won, Yoo Yeon-seok | Senaryo: Park Chan-wook, Lee Kyoung-mi, Don McKellar, Lee Ja-hye (uyarlama), Donald E. Westlake (roman) | Güney Kore | 139′ | Komedi, Drama, Suç, Gerilim
Sivri hatlara sahip objelerin, kübik formlu yüksek tavanlı odaların yönetmeni Park Chan-wook’un Stoker (2013), The Handmaiden (2016) ve Decision to Leave (2022) sonrası görsel dünyasını tamamen rafa kaldırdığı elbette söylenemez. Ancak Türkiye’de Başka Yolu Yok adıyla gösterilen No Other Choice, bu görsel disiplinin bir adım geri çekildiği, Park’ın ustalığını bu kez daha çok tansiyonla oynayarak ortaya koyduğu bir iş. Yine sadece onun elinden çıktığını belli eden temiz ve özgün reji tercihleri mevcut, fakat bu defa esas parıltı, perdeyi baştan sona taşıyan Lee Byung-hun’da toplanıyor. Lee’nin olağanüstü performansı üzerine kurulu filmde, bir dizi “başka seçeneği olmayan” insanın acımasız kararlarına tanıklık ederken, aslında Park’ın da Lee’den başka bir seçeneği olmadığını çok hızlı anlıyoruz. Bir çeşit seri katil komedisi gibi işleyen yapımda, özgüveni kırılmış ama hicap duygusunu sırtlanan Man-su karakteri, neredeyse kendisine biçilmiş tek seçenekmişçesine Lee’nin üzerinde mükemmel duruyor.
Kırılgan erkekliğin pimini, krizle birlikte geçim derdine düşen bir ailenin omzunda çekiyor gibi görünse de No Other Choice, farklı fenotiplerdeki “rakipler” üzerinden başka başlıklar da açıyor. İktidarsızlığın tonlarını incelerken, bir yanda eşini, çocuklarını, hatta bakımı külfetli hâle geldiği için başka eve gönderilen köpeklerini koyuyor, diğer yanda bu hayatta kalma mücadelesini yalnızca statüleri üzerinden yaşayan erkekleri diziyor film. Hikâyedeki kadınlar küçülen hayatları ve düşen standartlarıyla elbette pek barışık değiller; fakat esas meseleleri, bu zorlu günlerde eşlerinin dönüştüğü zavallı yaratıklarla baş etmek. Man-su ise hepsinden ayrı bir vaka. Sistemin kurbanı olma korkusunu babadan kalma evi kaybetme ihtimali ateşliyor. Bir zamanlar küçümsediği “arkadaşlarından” daha müşkül duruma düşme endişesi de eylemlerini besleyen motivasyonların bir diğeri.
Neredeyse her Park Chan-wook filmi gibi No Other Choice da son derece eğlenceli, akıcı ve oyuncaklı bir yapıya sahip. Bölümlere kolayca ayrılabilecek senaryosunda dikiş yerlerini göstermekten çekinmeyen bir anlatı bu. Bu taktik biraz da kara mizahının parçası tabii. Adım adım nereye gideceğimizi bildiğimiz bu yapıda tek bilinmez, Man-su’nun tüm bunların bedelini ödeyip ödemeyeceği. Fakat Park’ın kurduğu dünyada esas suçlunun kapitalizm olduğu düşünülürse, bu çarka gönüllüce dahil olduğunuz sürece elinizdeki kan kokusuyla bile dileklerimizin gerçekleşebileceğini ima eden karanlık bir yere varmamız çok da şaşırtıcı değil. Filmde kendimizi nispeten yakın hissedebildiğimiz tek karakter olan Man-su’nun eşi Mi-ri bile, trajikomik olaylar silsilesinin bir noktasında geri çekilerek, üzümünü ye bağı sorgulama hâline sürükleniyor. Bu nokta kısmen seyircinin hayal gücüne bırakılmış olsa da, filmin kadınlarının kolektif biçimde ağızlarını açsa ödenecek bedelin Man-su için nasıl bir çıkış kapısına dönüştüğünü unutmamak gerek.
Filmin temel sorunu şu: No Other Choice, sürekli atıfta bulunduğu isminin hakkını tam olarak veremiyor. Hayatta kalmaktan başka seçeneği olmadığını bildiğimiz Man-su’nun ilk deliliğini bir yere kadar kabullensek de, ardından gelen çığ gibi büyüyen bir etkiyle genişleyen olaylar zinciri bizi ikna etmekte zorlanıyor. Bu noktada komediyi omurgasına yerleştiren filmin gerçekle kurduğu bağ da hafifçe zedelenmiş hissi veriyor. İnsanın doğuştan zaaflı bir varlık olduğuna inanmak için bir neden aramıyoruz elbette; ancak bu kadar düşük ihtimallerin arka arkaya gerçekleşmesine dair daha sıkı bir temellendirme arıyoruz ister istemez. Bunun yanında, dijital kameraların sinema filmlerini gitgide televizyon estetiğine yaklaştırmasından ne kadar sıkıldığımı da eklemeliyim. Bir Park Chan-wook filmi bile grisi laciverte çalan bir parlaklıkla karşımıza çıkıyorsa, kaynakları ve yetileri sınırlı sinemacılar ne yapsın?