Eleştiri
Goodbye June: Hoş Geldin Nepotizm
GOODBYE JUNE (Elveda June) | Yönetmen: Kate Winslet | Oyuncular: Helen Mirren, Kate Winslet, Toni Collette, Johnny Flynn, Andrea Riseborough, Timothy Spall, Stephen Merchant, Fisayo Akinade, Jeremy Swift, Raza Jaffrey, Benjamin Shortland | Senaryo: Joe Anders | Birleşik Krallık, ABD | 114′ | Drama
Uzun yıllardır hasta ya da kanserli bir karakteri canlandırmayacağını açıkça dile getiren Helen Mirren’ın, senaryoyu okuduktan sonra fikrini değiştirmesi; Winslet’in yakın dostları Andrea Riseborough ve Toni Collette gibi isimlerin de hiç tereddüt etmeden projeye “evet” demesi, Goodbye June’un duygusal olarak yıkıcı bir film olacağı beklentisini ister istemez yükseltmişti. Ne var ki film, göz pınarlarımızı kurutma iddiasını tam anlamıyla yerine getirebilen bir iş değil. Merkezde sivri dilli bir anne (Mirren) ve gürültüsü, kavgası, itişmesi eksik olmayan dört çocuğu var. Winslet kariyerine sıkı sıkıya tutunan büyük kızı, Riseborough çalışmadan çocuklarına vakit ayırabilmiş olanı, Collette doğum öncesi danışmanlık yapan, fiziksel ve duygusal olarak uzak düşmüş kardeşi, Johnny Flynn ise anne evinden pek kopamadığı için büyümeyi de becerememiş en küçüğü canlandırıyor. Timothy Spall’a da bu portrenin silik baba figürünü oynamak düşmüş Gelmekte olanı dillendirmeden, son yolculuğunda sevdiği karısının dizinin dibinden ayrılmayan bir adam olarak izliyoruz. Ortalama her ailede bulunabilecek kırgınlıklar su yüzünde dolaşsa da, köşede sırasını bekleyen yas, bu çatlakları onarmaya ya da derinleştirmeye pek alan tanımıyor.
Kate Winslet’in, başta kendisi olmak üzere, her oyuncusundan yüksek verim aldığına şüphe yok. Senaryo müthiş eğreti bir empati duygusuna yaslanarak sığ bir kandaşlık fikrini yüceltse, zayıf diyaloglar, aceleye getirilmiş ve inandırıcılıktan uzak biçimde çözülen çatışmalarla tökezlese de, tüm kadro teslim aldıkları rollerde parlıyor. Daha önce defalarca denendiği için artık pek aldırış etmediğimiz duyguların sahiciliğe azıcık yaklaşabildiği her an, Winslet ve silah arkadaşlarının hânesine yazılıyor. Çalakalem çıkartılmış hasta bakıcı karakteriyle evin küçük oğlu arasındaki ilişkiyi anlamaya dahi fırsat tanımayan, Helen Mirren’ı sürekli yan yatırıp yüzünü cama döndürerek yüzündeki acıyla karışık tebessümden medet uman bu akışta, tutunabildiğimiz yegâne dal performanslar oluyor. Garip bir biçimde Winslet en iyi de kendini yönetmiş. Kimi zaman senaryonun hak etmediği ölçüde büyük oynayan rol arkadaşlarının karşısında, kendi aile tarihinden bir yaşanmışlığı canlandırıyormuş hissi yaratıyor bu hâkimiyet. Hatta Andrea Riseborough’nun canlandırdığı kardeşiyle aralarındaki sorunları, annelerinin ısrarı üzerine konuştukları sahnede bile, hikâyenin yalnızca Winslet’in ağzından çıkan yarısına inanıyoruz.
Yıllarını bu endüstriye adamış ve rüştünü henüz yirmilerindeyken ispat etmiş Winslet’e yönetmen şapkası yakışmış, orası kesin. Hatta umut vaat ettiğini söylemek de mümkün. Kendini bir noktada ikinci Oscar’ını alacak kadar iyi yönetirse şaşırmam. Ne var ki Goodbye June’da, her annenin yavrusunun yaptığı her şeyi dünyanın en iyisi sanmasının gazabına uğruyoruz seyirci olarak. Joe’nun, belki de özel hayatında çok da içinde olmadığı aile meselelerini kâğıda dökmesinden fazlasıyla etkilenmiş olmalı Winslet; çünkü film, bu heyecanın arkasından yeterince süzülmeden koşulduğunu düşündürüyor. Olgunlaşmamış bir hayat perspektifinin, anne-kız ilişkilerindeki karmaşık katmanları yalnızca klişeler üzerinden okumaya çalışan toy bir zihnin ürünü bu. Üstelik bu kadar çok karakteri melodramın içine atıp idare etmeyi de beceremiyor. Ortaokuldaki en yakın arkadaşım çok iyi bilir; o yaşlarda sinemaya olan aşkımı, kendi kendime film fikirleri üreterek, bunlara afişler çizerek ve hayali kastingler yaparak beslerdim. Goodbye June, tüm iyi niyetine rağmen, bana 12-13 yaşında çıkardığım hayali projem “Grandma’s Cake”’i hatırlatıyor. Bilmem anlatabildim mi…