Dizi Eleştirisi
Pluribus (1. Sezon): İyi Geçinmenin Distopyası
PLURIBUS | Yaratıcı: Vince Gilligan | Oyuncular: Rhea Seehorn, Karolina Wydra, Carlos-Manuel Vesga, Miriam Shor, Samba Schutte, Menik Gooneratne, Darinka Arones | 42~63′ | Apple TV
Bir bilimkurgu dizisi olarak ele almayı pek yararsız bulduğum bir iş kesinlikle Pluribus. Zaten Gilligan’ın niyetinin de, bu fikrin sunduğu spekülatif imkânlardan yararlanarak dramatik yapıyı bambaşka bir yerden kurmak olduğu besbelli. Bu sebeple, her ne kadar eleştirimi başkalarının negatif tepkileri üzerinden kurmayı sevmesem de, Pluribus’u bu denli sert reaksiyonlara maruz bırakan kitlenin, aradığına yanlış bir adreste baktığına inanıyorum. Kabustan bozma bu distopyanın kadrolu muhalifi Carol’ın, yüksek duygusal tepkiler verdiği anlarda ihtilaf yoluyla “enfekte” olmuş insanların hayatına mal olması, biraz daha eşelenmesi gereken bir mesele. Carol, bembeyaz bir koyun sürüsünün ortasında, yalnızca insana özgü duygusal zekâsının onu kaçınılmaz biçimde komplike bir varlığa dönüştürmesinin verdiği yetkiyle hareket ediyor. Bu hâliyle, kalabalıkların azınlıkların hayatına hükmettiği her coğrafyanın, her demokrasinin ve hatta her diktatörlüğün güçlü bir alegorisi Pluribus. Gözle görülmeyen bir mikroorganizma tarafından şekillenen dünyanın bu yeni kovan düzeninde Carol, kraliçe arı olmayı da, bu orduya katılmayı da istemiyor, rıza göstermiyor. Buna rağmen atom bombasını ve tehlikeli uyuşturucularla yaptığı deneyleri dahi devreye sokarak, dünyanın kurtuluşundaki “zorunlu” ana kahramanlığa itiliyor. Öyle ki sonunda başarsa bile, takdir görmesinin neredeyse imkânsız olduğu bir mücadele bu.
Pluribus’un işlemesinin temel sebeplerinden biri, bu son derece ilgi çekici çıkış noktasının sunduğu oyuncakları neredeyse her seferinde elinin tersiyle itmesi. Tam anlamıyla geleneksel demek zor olsa da, nihayetinde tek bir kişiye (sezon finaliyle birlikte belki ikiye) yüklenen kahramanlık vasfının alışıldık troplarla örtüştüğü kesin. Ne var ki dizi, bu yolda Carol’ı seyircinin gönlünü hoş edecek bir figüre dönüştürmeyi bilinçli biçimde reddediyor. Carol, kariyerinin geldiği noktadan memnun olmayan, partneriyle ilişkisindeki tıkanmışlıklardan yorgun düşmüş ve hepsinden önce dünyaya dair umutlarını büyük ölçüde yitirmiş bir kadın. Bu yüzden, ideallerine sıkı sıkıya sarılmasını gerektiren bu durum karşısında zaman zaman tutarsız görünmesi son derece doğal. Geldiği gibi gidecek bir hayata çoktan razı olmuş, eşiyle çocuk sahibi olamadıkları dönemde dahi alkole sığınmış birinin, yalnızca aksiyona geçmekle kalmayıp sürekli tetikte kalmasını gerektiren bir felaketin ortasına düştüğünü izliyoruz neticede. Bu da Carol’ın alaycı ve kötümser tarafını iyice görünür kılıyor, herkes aklıselimle kalabalığa karışırken, onun sesinin volümü sonuna kadar açılıyor.
Pluribus, bana Lost izlerken hissettiklerimi de çağrıştırdı. Cevap aramanın anlamsızlaştığı bu tür yolculuklarda, istediğini duymak için tepinmenin pek bir karşılığı yok. Bu anlatı, bir sonu ya da kıyameti temsil eden alametin ta kendisi bile olabilir. Geri dönüş mümkün değildir, Carol’ın çabaları nafiledir belki, kim bilir. Anlatılan her şey, esas derdin üzerini örten bir astar gibi. The Leftovers’ın bıraktığı yerden tuttuğunu söylemek mümkün, elbette melodramı neredeyse tamamen sıfırlayarak. Pluribus, artık düzelmeyeceği ima edilen toplumlara bir önerme, daha doğrusu işlemeyen bir ideal sunuyor. Bireyciliği savunurken tek sesli bir toplulukçuluğu da sert biçimde hedef alan ideolojik bir eleştiri bu. ABD’nin üzerine kurulduğu temelleri yıkmak için sandalyeyi altından çekmese de sarsıntıyı artırıyor. Zaten Trump’ın ana sahneye çıkışından bu yana bir türlü istikrarını bulamayan ülkeye tutulmuş bir ayna gibi de düşünülebilir. Aynı anda dünyaya da dönerek, yapay zekâ tehlikesinin yaratabileceği tahribat konusunda uyarıda bulunuyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bağlamından kopmuş bir mutluluğa, her şeye biat eden, yalnızca çoğunluğa söz hakkı tanıyan ve kendinden olmayanı susturan ilkel bir düzene karşı da açık bir savaş ilan ediyor.
Rhea Seehorn’un ne kadar nüanslı ve zengin bir performans çıkardığını Better Call Saul izleyicisine anlatmaya gerek yok. Bu konuda zaten önceki derslerde sınıfı geçmiş durumdayız. Ancak Pluribus, Seehorn’a şimdiye kadarki işlerinden bile daha geniş bir alan açıyor. Gilligan’la süregelen ortaklıklarının, bilimkurgudan beslenen böylesine deli işi bir fikri bu denli gerçekçi bir zemine oturtabilen bir diziye varacağını doğrusu tahmin etmezdim. Sonuçtan ne kadar memnun olduğumu da artık tekrarlamama gerek yoktur sanıyorum ki. Kısık ateşte pişen her bölümü, her detayı, dünyanın sesini kısan, ışıklarını söndüren tasarımı başlı başına enfes. Üstelik bu hikâye çok daha kolaycı yollardan ilerleyebilecekken, tüm o tükenmiş numaraları bilincini yitirmemiş 13 kişinin diğer üyelerine devretmesi olağanüstü bir tercih. Hedonist varlığını doyuranından, sevdiklerinin kimliğinden arınmış bedenlerini bir çanta gibi yanında taşıyanına, bu safsataya ikna olup virüsü kabul edenden, “çoğunluğa” Carol’dan bile daha düşmanca yaklaşanına kadar hepsi gerçek, hepsi tanıdık tiplemeler. Ama hiçbiri, Vince Gilligan’ın ana kahramanı olacak kadar değerli ve taze değil.