Kısa Eleştiri

Üç Film Birden | Avatar: Fire and Ash, Zootopia 2 ve The Running Man

Yayınlandı

on

Ödül sezonunun hararetiyle daha az eleştiri yazdığım Aralık ayını ve dolayısıyla 2025’i bugün Üç Film Birden ile kapatıyorum. Gişe için çekilmiş ve dikkat çekici rakamlara ulaşmış yapımları konuk ediyorum bu kez. James Cameron imzalı Avatar serisinin üçüncü halkası Fire and Ash, Oscar ödüllü animasyon Zootopia’nın devam filmi ve Edgar Wright’ın gerçekten kendisinin çektiğine inanmakta zorlandığımız The Running Man… Hemen başlayalım.

AVATAR: FIRE AND ASH | Hep Aynı

Yönetmen: James Cameron | Oyuncular: Sam Worthington, Zoe Saldaña, Sigourney Weaver, Stephen Lang, Oona Chaplin, Kate Winslet, Cliff Curtis, Joel David Moore, CCH Pounder, Edie Falco, Brendan Cowell, Jemaine Clement, Giovanni Ribisi, David Thewlis, Britain Dalton, Jack Champion, Trinity Jo-Li Bliss, Jamie Flatters, Bailey Bass | Senaryo: James Cameron, Rick Jaffa, Amanda Silver, Josh Friedman, Shane Salerno | ABD, Kanada | 197′ | Aksiyon, Bilimkurgu, Fantastik, Macera

James Cameron’ın, ekolojik dengeye ihanet ederek biyolojik çeşitliliği de sonuna yaklaştıran insan evladını eğitme mesaisi tüm hızıyla sürüyor. Hollywood’da başka hiçbir stüdyonun yanına bile yaklaşamadığı bir performans yakalama tekniğiyle çalışan yönetmen, senaryolarındaki klişeleri bu teknolojiyle kamufle etmeyi bugüne dek ustalıkla başarmıştı. Ne var ki Avatar serisinin üçüncü instalasyonu Fire and Ash, The Way of Water’ın kaşıdığı yerleri biraz daha aşındırmakla yetiniyor. İnsanlığın yabani topraklardaki halkları ve doğal kaynakları sömürerek kolonileştirmesiyle başlayan ilk filmin ardından, Na’vi ahalisinin ikinci filmdeki suyla kurduğu ilişki bu kez ateşe taşınıyor. Dördüncü ve beşinci filmlerde hangi elementlerin merkeze alınacağını da neredeyse alenen ilan eden Fire and Ash, yol haritası fazlasıyla bariz bir planın parçası. The Way of Water’ı izlemiş olanların gelişini kilometrelerce öteden sezebileceği bir finale uğruyor, mavi varlıkların pembe derililere olan bağlılığını sınava sokuyor ve ana kahramanı, bu tür aksiyon filmlerine yaraşır bir vicdan muhasebesiyle baş başa bırakıyor. Sorun şu ki, tüm bunları çok bilindik, fazlasıyla sıradan ve artık iyice tüketilmiş fikirlerle yapıyor. Gerçek anlamda yeni olan tek şey, yine inanılması güç görselliği. Öyle güçlü bir görsel dünya kuruyor ki, izlerken tüm bu yaratıkların ve yaşananların gerçeklikten nasibini hiç almadığını kendinize sürekli hatırlatmak zorunda kalıyorsunuz. Bununla daha ne kadar oyalanacağımız ise meçhul. Kadroya yeni dahil olan Oona Chaplin’in gözlerini fal taşı gibi açarak çıkardığı oyun da, Sigourney Weaver’ın CGI tarafından bile yumuşatılamayan kalas performansı da kabul edilebilir olmaktan oldukça uzak.


ZOOTOPIA 2 | Uğultulu Tepeler

Yönetmen: Jared Bush, Byron Howard | Seslendirenler: Ginnifer Goodwin, Jason Bateman, Ke Huy Quan, Fortune Feimster, Andy Samberg, David Strathairn, Macaulay Culkin, Brenda Song, Danny Trejo, Shakira, Idris Elba, Patrick Warburton, Nate Torrence, Quinta Brunson, Michelle Gomez | Senaryo: Jared Bush | ABD | 108′ | Animasyon, Aksiyon, Komedi, Macera

Kulağını tersten göstererek büyük bir kakafoninin içinde miniklere hayat dersi vermeye soyunan Zootopia, ikinci filminde de geleneği bozmuyor. Bu kez azınlıkları canavarlaştıran politikaların kirli yüzünü ifşa ediyor, yine hayvanlar yordamıyla, doğduğu topraklardan sürülmüş ve soyutlanmış kalabalıklar üzerine mesajlarını sıralıyor. “Hayvan deyip geçmeyerek” her birinden insanlık öğreniyoruz. Müthiş uğultusu ve bitmek bilmeyen koşuşturmacasıyla da kimliğinden ödün vermediği açık. Ancak benim Zootopia’yla ilk filmden beri yaşadığım temel problem değişmiş değil: Bu evren bana fazlasıyla steril, neredeyse kimliksiz geliyor. Evet, tarihin tekerrürden ibaret olduğunu hatırlatan ve toplumun yozlaşmış taraflarını ifşa eden bir tarafı var. Ama garip bir biçimde, bu kadar insana dair olmasına rağmen sanki hiç insan eli değmemişçesine soğuk. Şakalarından çuvaldızlarına kadar her şeyin, bir oda dolusu Disney yöneticisi tarafından karar verilen ve içeri yalnızca şirketin eser miktarda politik bilince sahip koltuklarının alındığı bir toplantının ürünü olduğu hissini veriyor. Bununla birlikte içerik açısından fazlasıyla dolu olduğu ve bu yüzden sürekli bir yerlerinden patladığı da söylenebilir. Zootopia 2, finale doğru yükünü taşıyamaz hâle geliyor ve neredeyse tamamen iki ana karakterinin sempatikliğine, aralarındaki kimyaya yaslanıyor. Kahraman üstüne kahraman, şaka üstüne şaka, alegori üstüne alegori… Disney’in dişlilerinin nasıl döndüğünü bilmesek, belki de yiyeceğiz.


THE RUNNING MAN | Alo Edgar, Orada Mısın?

Yönetmen: Edgar Wright | Oyuncular: Glen Powell, Josh Brolin, Colman Domingo, Lee Pace, Michael Cera, Emilia Jones, William H. Macy, Daniel Ezra, Jayme Lawson, Katy O’Brian, Karl Glusman, Sean Hayes | Senaryo: Michael Bacall, Edgar Wright (uyarlama), Stephen King (roman) | Birleşik Krallık, ABD | 133′ | Aksiyon, Bilimkurgu Gerilim, Macera

Bu yıl çok sayıda vasat film izledim ama The Running Man kadar utanç vericisine pek rastlamadım. Üstelik, kişilik sahibi bir sinema dili olduğuna inandığım Edgar Wright’ın elinden çıktığını kabullenmekte zorlandığım bir yapım bu. En sevmediğim yazarların başında gelen ve sinemayı da yıllardır meşgul ettiğini düşündüğüm Stephen King’in 1982 tarihli romanından uyarlama. Cyberpunk estetiğini dijital çağa taşıyan fütüristik evreninde, herkesin manipülasyon kutusu televizyona hizmet ettiği sürece hayata tutunabildiği, pek de uzak sayılmayacak bir geleceğe gidiyoruz. Geçim derdi yüzünden ölümüne yarışacağı bir reality şova katılan ana kahramanın, otuz gün boyunca hayatta kalma çabasına tanıklık ediyoruz. Yapay zekânın bir hayat kolaylaştırıcıdan nasıl bir tehdide dönüştüğünü haykıran, kitle iletişim araçlarının faşist ve kapitalist ellerde ne tür çukurlar açabileceğini hatırlatan bir hikâye bu kâğıt üzerinde. Ne var ki film, tuhaf bir yön ve ton sıkıntısıyla malul. Ne ne olmak istediğine karar verebiliyor ne de oyuncu rejisinde tek bir çizgi tutturabiliyor. Seyircinin yüzüne tokat gibi çarpması gerekirken, finalini dahi bağlayamıyor, sayısız mantık hatasıyla, sanki filmin büyük bir bölümü kurgu masasında unutulmuş gibi vedasını yapıyor. Kötü bir senaryonun üzerine hayal kırıklığı yaratan performanslar ve kamerayla ilk kez tanışıyormuşçasına davranan bir yönetmenlik anlayışı da eklenince, ortaya çıkana “film” demek gerçekten zorlaşıyor. Çünkü The Running Man, anlattığı distopyadan çok daha fena bir şeyi temsil ediyor: “Mış gibi” yapan stüdyo filmlerine harcanan devasa bütçelerle neler yapılabileceğinin istemeden de olsa bir hatırlatıcısı olmayı. Muhtemelen amacı bu değildi ama sonuç ortada.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version