Eleştiri
The Phoenician Scheme: Masalın Oksijeni Bitince

THE PHOENICIAN SCHEME (Fenike Planı) | Yönetmen: Wes Anderson | Oyuncular: Benicio del Toro, Mia Threapleton, Michael Cera, Riz Ahmed, Tom Hanks, Bryan Cranston, Mathieu Amalric, Richard Ayoade, Jeffrey Wright, Scarlett Johansson, Benedict Cumberbatch, Rupert Friend, Hope Davis, Bill Murray, Charlotte Gainsbourg, Willem Dafoe, F. Murray Abraham, Stephen Park, Alex Jennings, Jason Watkins | Senaryo: Wes Anderson, Roman Coppola | ABD, Almanya | 101′ | Komedi, Drama, Aksiyon, Gerilim, Suç
Asteroid City’de yıldız oyuncularla yıldız gözlemi yapıp ardından da Netflix için çektiği Roald Dahl uyarlaması dört kısa filmle paletlerimizi temizledikten sonra Wes Anderson, 13. uzun metrajı The Phoenician Scheme (Fenike Planı) ile adından da anlaşılacağı üzere Orta Doğu’yu ziyaret ediyor. Suriye’den Kuzey İsrail’e uzanan ve denize kıyısı olan eski Doğu Akdeniz imparatorluğundan ilhamla, sömürgeciler, mafyatik tiplemeler ve çölün işgalci iktidarları arasında servetini büyütmek için halkın emeğini hiçe sayan bir girişimcinin izini sürüyor yeni film. Yine belli bir matematik çerçevesinde, esas adamımız Zsa-Zsa Korda’nın (Benicio del Toro) yavaş yavaş tükenen canlarını izliyoruz aslında. Hayatın farklı cephelerinden, sınıf ve mesleki farklılıkların gözle görülür olduğu bir takım karakterlerle hikâyesini genişletirken, yok olması için ant içenlerin komplolarına da göğüs geriyor Korda. Ortaklığa daha az kârla devam etmeleri için birlikte yola çıktıklarını ikna etmeye çalışırken, uzak kaldığı ve artık rahibelik yapan kızıyla (Mia Threapleton) da bu macera sayesinde kayda değer anılar biriktiriyor.
Sololardan çok senfoni yazmayı seven Wes Anderson, bu kez bir ya da iki karakteri özellikle kayırdığı The Life Aquatic with Steve Zissou ve The Grand Budapest Hotel’e daha yakın bir formülle kaleme almış filmini. Benicio del Toro’nun, Kate Winslet’in kızı Mia Threapleton’dan destek aldığı orkestra şefliği, kartondan Balkanlar’ın gaddar sermaye sahiplerini bir nebze olsun inandırıcı kılabilmiş neyse ki. Görsel açıdan kusursuz bir tutarlılık sağlasa da, tematik olarak yine yüreğinin götürdüğü yere gitmeyi tercih ediyor Anderson. Tiranları hem besleyen hem de boğmaya çalışan bürokratlara dokundurduğu, çağdaş dünya ekonomilerine dair alegoriler kurduğu bir film çekmesi şaşılacak şey. Ne de olsa daha önce çevreci mesajlar taşıyan çocuksu koşturmacalardan, gazetecilik mesleği ve kültürüne duyduğu kayıtsız şartsız hayranlığa kadar daha spesifik odak noktaları bulunan bir skalada dolaşmıştı.
Gönül bağlarımı titreten çöl prensi Riz Ahmed’inden, özgürlük için göğsünü miğfer eden Richard Ayoade’in savaşçısına kadar çok renkli bir Körfez portresi izliyoruz elbette. Kurtuluşu yerin dibinden çıkaran bir toplumun mizahi yorumu, Batı’nın buraya bakarken gördüğü kadar da katran karası değil ayrıca. Gücün ve sermayenin el değiştirmesi durumunda yaşanabilecekleri, bu uğurda sömürülenler kadar başkaldıranların hikâyeleriyle anlatmak gerektiğine dair ince bir müsamereye de girişiyor Anderson. Prodüksiyon tasarımında Adam Stockhausen, müzikte Alexandre Desplat, görüntü yönetiminde Bruno Delbonnel gibi artık fazla mesai yaptığı zanaatkârlarla sürdürdüğü iş ortaklığı, klasik Wes Anderson uçarılığının minimuma indiği, içerik olarak daha ‘yetişkin’ hissettiren bu öykünün aynı fabrikadan çıktığına da ikna ediyor bizi. Peki, Anderson tekerrürden kaçabiliyor mu? Asla.
Aynı oyuncu havuzundan nemalanıp araya birkaç genç yetenek sıkıştıran Wes Anderson’ın simetrik üslubuna bir eleştiri getirmek bence anlamsız. Sinemasını, onun belirlediği taslak görüntüden hareketle konuşmak şart. Tema konusunda çeşitliliği sağlamayı başarsa da, meselelerini tüm karikatürizasyona rağmen insani yaklaşımı sayesinde yeni kılarken, bu defa tüm karakterlerini fazlasıyla yalnız bırakmış. The Phoenician Scheme için amasız, fakatsız “Anderson’ın filmlerine hiç benzemiyor” demek yanlış olur. Ancak ona getirilen eleştirilere kulak verip, dünyada olup bitene dikkat kesilirken, karakterlerinin kişisel gelgitlerini bu kez tek kalemde silivermiş. Merkezdekiler kendilerini ifade edecek alan bulamayınca, yan karakterlere de yalnızca bir görünüp bir kaybolmak düşmüş. Wes Anderson’ın insanlarını anlamak ve tanımak için ilk kez fazladan mesai yapmak gerekiyor. Kuytu köşeye eciş büçüş bir yazı fontuyla iliştirilmiş açıklamanın kurtaramayacağı kadar boşluklu bu anlatım, finale yaklaştıkça daha da hissedilir hâle geliyor. Entelektüel birikimini en minör anlatısında bile hissettiren Anderson, bu kez denizaltıdan kafasını çevirip doğru yöne bakmış; ama ne yazık ki bu kadar derinde, elindeki teçhizat ona yeterince oksijen sağlayamıyor. Hiç ayağını değdirmediği sularda boğuluveriyor.
Bir filmi sıkıcılıkla eleştirmeyi çoğu zaman adi, hatta korkakça bulurum. Ama The Phoenician Scheme’i daha iyi ifade edecek bir sözcük bulamıyorum dağarcığımda. Wes Anderson’ın en azından kendisinin parodisine dönüşmediğine sevinsem de, bu sığlıktan yalnızca mesafe sağabilmiş gibi görünüyor. O minik camlarından içini gözlemlediğimiz denizaltıya adım atmamıza izin vermemesini bilinçli bir tercih olarak okuyabilseydim belki affedebilirdim. Ama “önemlilik” adına yapılan bu özensizlik, izleyiciyi dışarı itivermiş sanki. Threapleton beyazperdeye çok yakışıyor, Del Toro her zamanki gibi parlıyor, esas yıldız Ayoade bile diyebiliriz belki. Ancak görselliği dışında şahsiyet barındırmayan bir başka Wes Anderson filminde daha koltuğa çakılı kalmak zorunda olduğumuzu düşünmeden edemiyorum.