Eleştiri
Blue Moon | Tek Notalı Ağıt

BLUE MOON (Mavi Ay) | Yönetmen: Richard Linklater | Oyuncular: Ethan Hawke, Margaret Qualley, Bobby Cannavale, Andrew Scott, Jonah Lees, Simon Delaney, Cillian Sullivan, Patrick Kennedy, John Doran, Anne Brogan, David Rawle | Senaryo: Robert Kaplow | ABD, İrlanda | 100′ | Drama, Komedi, Romantik
Yirmilerde birlikte sayısız hit müzikale imza atan ve sonrasında meşhur “Blue Moon”u yazan Lorenz Hart (Ethan Hawke) ile Richard Rodgers’ı (Andrew Scott), hayatlarının tek bir gecesine odaklanarak anlatıyor Richard Linklater yeni filminde. İş birlikleri Hart’ın alkolikliği sebebiyle sona erince Rodgers kendine yeni bir ortak bulmuş ve bugün hâlâ West End sahnelerinde varlığını sürdüren Oklahoma’yı yazmış. Blue Moon tam da bu başarının başlangıç noktasında yakalıyor bizi. Oklahoma prömiyerini yapmış, Rodgers gazetelerdeki eleştirilere kulak kesilmiş, Hart ise tüm bu curcunanın ortasında elini uzatamadığı içki bardaklarına baka baka ellerinin arasından akıp giden ihtimalleri seyrediyor. Eski ortağının adını yıldızlığa taşıyan oyuna pek hayran olmasa da içten görünmek için tebriklerini sıralıyor. Öte yandan, sağır sultanın bile erkekleri tercih ettiğini bildiği Hart, yarı yaşındaki, hayat dolu Elizabeth’e (Margaret Qualley) aşkını ilan ederek yıllardır takıldığı barın ahalisinin kaşlarını kaldırıyor. Başka bir deyişle Hart, artık olma ihtimali kalmamış her şeye yüzünü dönerek ölümünden önceki son zirve denemesine girişiyor, bitkinliğini ve umutsuzluğunu ustaca kamufle ederek.
Linklater filmlerinin yeri geldiğinde ne kadar gevezeleşebildiğini bilmeyen yok. Kırkların başında, soğuğun henüz şehri terk etmediği bir Mart gecesinde ve tek bir mekânda geçen Blue Moon da yönetmenin kariyerindeki en konuşkan işlerinden biri olmaya aday. Merkezine aldığı Hart’a duyduğu saygı ve sevgiyi onu tam bir Linklater karakterine dönüştürerek gösteren yönetmen, rolü de elbette fetiş oyuncularından Ethan Hawke’a teslim etmiş. Öyle ki yıllardır zihninde taşıdığı bu projede Hawke oynamak istediğinde, henüz çok genç olduğu gerekçesiyle prodüksiyonu neredeyse bir dekat ertelemiş. Minik bir adam olan Hart’ı Hawke canlandırdığı için, onu iyice küçük göstermek adına herkesin altında bir seviyede yürüdüğü bir set inşa eden, üzerine de bedeni için bir beden büyük duran bir takım giydiren Linklater’ın bu hikâyeyle kişisel bir bağ kurduğunu her ayrıntıdan okumak mümkün. Me and Orson Welles’le aynı sulara açılan Blue Moon, zaten Linklater’ın frekansındakileri, bu dünyaya aşina ya da ona hayran olanları içeri buyur ediyor.
Ethan Hawke’ın büyük oynama fırsatı bulduğu anda mübalağaya yaslanan oyunculuk tarzının ağır bastığı filmde, sessizliğe hiç kavuşamıyoruz. Hart üzerinden Linklater’ın sinemasında daha önce de ele aldığı bazı temalar yeniden beliriyor: Yaşlanmak, majör yıllarını geride bırakmak, bunun getirdiği hüzün ve hasret. Üstelik Hart’ın eşcinsel kimliği, onu yalnızlığa mahkûm eden, hayatının büyük kısmını kapalı kapılar ardında geçirmesine neden olan başka bir açlığı da işaret ediyor. Qualley’nin canlandırdığı Elizabeth’e duyduğu ilgiyi de besleyen katmanlardan biri bu zaten. Ancak Linklater’ın konuya olan hâkimiyetini kanıtlama çabası, psödo entelektüel izleyiciyi tatmin etmek isteyen bir nüktedanlığa dönüşüyor. Hart’ın melankolisini durmaksızın konuşarak, kelimelerle örterek bastırmaya çalışmasının bir karşılığı var elbette; fakat sorun, filmin neredeyse tamamen bundan ibaret olması. İki saate yakın süresi boyunca Linklater tek bir notaya basıyormuş gibi, cetvelle çizilmişçesine lineer bir akışta ısrar ediyor.
Tarih kitapları çoğu efsane gibi Hart’ın eşcinselliğini açıkça yazmaya çekinse de, hayatın güzelliklerine âşık olduğunu söyleyen bu adamın ardı ardına sıraladığı, kendi çağı için komik sayılabilecek espriler, ne yazık ki Bobby Cannavale’nin barmenlik yaptığı mekândakiler kadar ilgimizi çekmiyor. Hatta Hart’ın konuşarak pisuvarda işini gördüğü sahnede, sessiz sedasız onu dinleyip istediğini alamayacağını anlayan o genç oğlanla aynı noktada buluyoruz kendimizi. Belki de Linklater’ın niyeti budur. Hart’ın saklamaya çalıştığı mutsuzluğun kokusunu alıp dört bir yana kaçışırken kendi ikiyüzlülüğümüzle yüzleşmemizi sağlamak istiyordur. Ancak bu kadar “ucuz” bir numara söz konusu olsa bile Blue Moon gereğinden fazla uzun. Üstelik işin garibi, Berlin’den ödülle dönen Andrew Scott’ın rüyasında oynayabileceği Richard Rodgers sahneye girdiğinde bile filmde en ufak bir dalgalanma olmuyor. Hiçbir güç Hart’ı susturamıyor.
Hart ve Rodgers’ın birlikte yazdığı şarkıların matematiğini benimsediğini söyleyen Linklater’ın, biçim olarak oldukça geleneksel görünen bu filmle aslında sessiz sedasız bir şeyleri yıkmaya çalıştığı açık. Sürekli aynı tempoda kalarak ve durumlar değişse de Hart’ın sabit durma ısrarına tutunarak yalnızca arka plandaki duyguyu değiştiriyor. Bu yaklaşım, yer yer deneysel bir dokunuş bile sayılabilir. Elbette Robert Kaplow’un senaryosuyla çalışan Linklater, yılların ustalığının ekmeğini yiyor; Before serisini bize armağan etmiş bir yönetmenden daha azı da beklenemezdi zaten. Yine de ben bu gemiye tutunabilen izleyicilerden biri olamadım. Herkese hitap etmeyen oyuncular listesinde rahatlıkla yer verebileceğim Hawke’ı The Lowdown ile tam yeni yeni bağrıma basmışken, sınırlarımı böylesine zorlayan bir performansta izlemek de iyi gelmedi doğrusu. Belki tarihin bu sayfasını bilmeye hakkım yoktur, kim bilir. Sadece kimsenin gıkını çıkarmadığı, sakin bir filmle paletimi temizlemek istiyorum.
Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.




















