Stranger Things (3. Sezon)

Stranger Things (3. Sezon)

Yaratıcılar: Duffer Kardeşler | Oyuncular: Winona Ryder, David Harbour, Finn Wolfhard, Millie Bobby Brown, Gaten Matarazzo, Caleb McLaughlin, Noah Schnapp, Sadie Sink, Natalia Dyer, Charlie Heaton, Joe Keery, Dacre Montgomery, Maya Hawke, Priah Ferguson, Cara Buono | 60 dakika | Netflix

Sırf çocukluklarının bir kısmını Steven Spielberg’ün anlattığı masallara ayırarak geçirdikleri için bu janjanlı paketin büyüsüne kapılıyorsunuz diye eleştirdiklerimin bedduası tuttu: Yaşlandım! Stranger Things’i izlemeye otuza el salladığım noktada başlamış olmamın tesadüf diye adlandırılamayacağını gayet iyi biliyorum. Malum, Netflix damgalı projenin esas amacı hayal dünyasının sınırlarının olmadığı dönem seksenler ve doksanlara denk gelmiş yetişkinleri hazırlıksız yakalamak. Ben de nihayet bu tatsız tuzağa bir yerinden tutundum kısacası. Sıfırdan başlayıp son serisine yetiştiğim Duffer Kardeşler üretimi macerayı izlemeden evvel her sezonunda aynı senaryo taslağının kullanıldığını kabul etmeniz gerekiyor öncelikle. Ve Thomas Brezina’nın Dört Kafadarlar’ı misali toyluk yıllarında okuduğunuz kitaplardaki gibi sorun çözenlerin birkaç destek haricinde çocuklar olacağını da öngörmek şart. Sonrasında zaten mantık hatalarını üst üste koyup parçalayan kimyasında hazımı zorlaştıracak pek bir şey kalmıyor. Şöyle bir geriye dönecek olursak, biliyorsunuz ilk yıllarını yakından takip edememiştim, ilk sezonda kurulan evren ikinci sezonda biraz “devam filmi” kültürünün tüketim ahlakı ile kirlenmişti. Üçüncü seri ise bu çocukların ilk gençlik çağlarına girdiğini göz önünde bulunduruyor, kasabasındaki tek süper kahramanı bir robot olmaktan çıkarıyor ve dönemin sıkça tüketilen “Rus ajanlar!” klişesini yine geçmiş severlik zaafıyla oynayarak tüketiyor. Biz bu kasaba sakinlerini nerede bırakmıştık diye teker teker yaşama alanlarında incelediği ilk dört bölümü açılmak için seyircisinden sabretmesini rica eden bir yapıya sahip. Ancak bu yavaş ritmi oyuncu kadrosunun, zayıf halkalarına rağmen, en başından beri barındırdığı cazibe ile dengelemeye gayret ediyor. Aynı düşmanın döne dolana yeni bir çile çektirmesinden sıkılmamak imkansız olsa da Stranger Things’in başarısı iskelet öyküsünde tek bir taslağın dahi yerini değiştirmeyip üstünü süsleyebilmesi zaten. Kadrosundaki genç oyuncuların da sayısını artırıp, var olanlara daha büyük roller teslim ettiği (Erica!!!) üçüncü sezonunda büyüme sancılarını öteye beriye yerleştirmesi de epey iyi geldi bana açıkçası. Belki veletlerin aşkı, kötü yazılmış maskülen iş ortamında var olmaya çalışan kadın öyküsüne alkış tutmak imkansız. Ancak finale doğru varlığını hissettiren, hayatın bireyi beklenmedik anda yakalayıp kavurarak büyütmesi motivasyonuyla yazılmış öykücükler çok değerli. Yeni bir sayfa açmak üzere fireler vermekten korkmayan hâliyle de ticari amaçlarını her daim hissettiren diziye yeni bir kan sağlanıyor özetle. Ama sözünü esirgemese de övmekte ısrarcı moduma rağmen Millie Bobby Brown’la ilgili fikirlerimin değişmediğini belirtmem gerek. Yanlış zaman, yanlış insan, tutunmak imkansız, bıktım yetenekleri sınırlı oyunculardan. İster istemez tüm hikâye Eleven’ın etrafında şekillendiği için başına ne gelirse gelsin tek viteste oynayan genç aktrise yeni sezonlarda biraz ekran süresinden çalacak yeni mutantlar (?) eklenirse pek mutlu olacağım. Bu arada sayın Steve Harrington severler, sizi artık anlıyorum. Hem de o kadar iyi anlıyorum ki denizci kostümü almayı ciddi ciddi düşünecek kadar karışık kafam.
MVP: Priah Ferguson (Erica Sinclair)

Yazar Hakkında

1990 doğumlu. Kuir. İkizler. 2009'da ödül sezonu portalı Oscar Boy’u kurarak sinema yazarlığına başladı. 2014’ten beri O Podcast’in moderatörlüğünü yapıyor. 2023 yılında da SİYAD üyesi oldu.

3 Yorum

  1. metin

    İlk sezonun Spielberg etkisinde olduğu su götürmez bir gerçek ancak ben üçüncü sezonun tamamen The Goonies’e benzediğini düşünüyorum (gerçi o filmin yapımcısı da Spielberg idi). Benim gibi yaşı kemale ermiş olanlar için aslında Stranger Things ve yeni çekilen It…’i karşılaştırmak seksenlere yaklaşım farkını görmek için de iyi oluyor. Her iki eser de seksenlerdeki çocukları anlatıyor ama Stranger Things nostalji duygusunu işleyebilirken It…, senaryosunun zayıflığını (kitaptaki bütün o amerikan toplumu üzerindeki sözleri temize çeken ve de karakterlerin derinliğini atıp da klasik tiplemeler kuran senaryoyu sevmeyeceğim) nostalji tozu ile örtmeye çalışıyordu.

    Bu arada dizinin jeneriği ve jenerik müziği de tamamen John Carpenter bence. Korku sineması ile yeni yeni barışırken korku filmlerinin Antonionisi olan Carpenter filmlerine de bir bak derim. Yalnızca Halloween, The Thing veya In the Mouth of Madness gibi enfes klasikleri değil, kadri kıymeti az bilinen başyapıtı They Live’i de izlemelisin. Seksenlerde Reagan yönetimini, kapitalizmi ve sistemi eleştiren bir amerikan filmi bulmak pek mümkün değil.

    Yanıt

Yorum yazın...