Liste
Oscar Boy Seçti: 2025’in En İyi 50 Dizisi
Türkiye’nin vizyon takvimi izin vermediği için sinema yıllarını dünyanın geri kalanı gibi Aralık ayında kapatamasak da televizyon söz konusu olduğunda neyse ki elimiz hâlâ güçlü. 2020 yılında How to with John Wilson’ın zirvede olduğu bir listeyle başlattığım geleneğe bu yıl da devam ediyorum. “Oscar Boy Seçti: 2025’in En İyi 50 Dizisi” listesinde yer alan yapımların 30’u Türkiye’de yasal platformlardan izlenebiliyor: 9 HBO Max, 9 Netflix, 8 Disney+, 2 Prime Video, 1 TOD ve 1 Wow Presents+ dizisi mevcut. Apple TV+, inatla Türkiye’ye girmediği için 8 dizisi için ne yazık ki alternatif yöntemlere başvurmanız gerekecek. Ayrıca kuir içerikleri nedeniyle Prime Video ve HBO Max’ın Türkiye kataloglarına eklenemeyen yapımlar da listede yer alıyor.
Geri sayıma geçmeden önce, bu listelerin sizler tarafından büyük bir ilgiyle takip edildiğini bildiğim için dizi odaklı olanları da kısaca hatırlatmak isterim: 2024’te Interview with the Vampire, 2023’te Scavengers Reign, 2022’de Barry, 2021’de The Beatles: Get Back, 2020’de ise How to with John Wilson birinci sıradaydı. Ayrıca geçtiğimiz aylarda 2010’ların en iyilerini sıralayıp Olive Kitteridge övmüş, 2020’ler listemde de zirveyi Veneno’ya bırakmıştım. Neyse, geçmişi yeterince andık. Bugüne dönelim. Kendi adıma epey güzel geçen 2025’i televizyon cephesinde de kapatalım bakalım. Buyursunlar…
Yerli Survivor’da güneş altında atlet çıkarmalarına bile izin verilmeyen Anıl Berk Baki ve Ogeday Girişken’in başarı hırslarını bu kez kat kat giyinmeden sergiledikleri Physical: Asia, ülke bazlı formatıyla beklenmedik derecede keyifli bir seyir sundu. Rekabet sert, ego bol ama centilmenlik de hâkim. Kazanamamış olsak bile izlerken acayip eğlendim.
Apple TV+’ın pek de reklamını yapmadığı işlerinden Murderbot, Alexander Skarsgård’un bütün tuhaflıklarına alan açan keyifli bir komedi. Fikirlerinin tamamını kusursuz biçimde hayata geçirdiği söylenemez belki ama dev bir franchise’a yaslanmadan uzayın derinliklerinde dolanan özgün işlere hâlâ aç olduğumuzu hatırlatıyor.
Netflix’in gözünün yaşına bakmadan iptal ettiği Boots, ilk sezonunda heteroseksüel ve erkek egemen ortamları mercek altına alan, buradaki homoerotizmi farklı açılardan kurcalayan epey iyi bir komediydi aslında. Heated Rivalry kadar kucaklanamamasının kurbanı oldu. Ama bu diziden çıkan genç yetenekleri önümüzdeki yıllarda pek çok kuir yapımda görürüz, orası kesin.
Britanya televizyonlarının o meşhur didaktikliğine epeyce yaslanan Jamie Crichton imzalı I Fought the Law, yaşanmış bir olay üzerinden bir annenin yakarışını taşıyor ekrana. Başrolde artık tam anlamıyla bir televizyon duayeni olan Sheridan Smith var ve her sahneyi ezip geçiyor.
Durup durup aynı adamlara kabadayılık taslatan sektörümüze ders niteliğinde bir zenginlik This City Is Ours. Dizi, Liverpool sokaklarında çete kültürüne yakından bakıyor. Gücün sarhoş etmeyeceği tek bir fâninin bile bulunmadığı önermesini ortaya atıp Sean Bean’i de alışık olduğumuz üzere daha ilk haftasında cehenneme postalıyor.
Listemin en “yerli dizi kılıklı” işi The Girlfriend’i, tam da bu campy doğası yüzünden buraya aldım. İki itici manipülatörün gerçeği eğip bükmesi üzerinden, taraf tutmaya hiç niyetinizin olmadığı bir savaş alanı izletiyor. Robin Wright’a şimdiden bir Emmy adaylığı yazalım.
İlk bölümünü Ridley Scott’ın yönettiği, Peter Craig imzalı mini dizi Dope Thief, çağımızın kıymeti hâlâ anlşaşılmamış iki aktörünü bir araya getiriyor: Brian Tyree Henry ve Wagner Moura. Task’e benzer bir yerden yola çıksa da burada karanlık daha yoğun. Kayıp, faşizm ve polis devletinin beslediği suç düzeni çok daha sert bir tablo çiziyor.
Yıllardır ne yapsa izlediğim eşsiz komedyen Conan O’Brien, gezi programının ikinci sezonunda bu kez sadece üç ülkeye uğradı. İspanya’da Javier Bardem’le yaptığı sohbeti izlemek bile programın ruhunu anlamak için yeterli. Gülmeye ihtiyacı olanlar hiç düşünmeden HBO Max’a koşsun.
Netflix kalıplarının dışına çok taşmasa da İskoçya’da geçmesinin de payı vardır belki, Dept. Q beni yakalamayı başardı. Klasik bir dedektif hikâyesini mekânla kurduğu güçlü ilişki sayesinde sezon boyunca diri tutmayı başarıyor. İkinci sezonun yolda olduğunu da not düşeyim.
Hayranı bol Fransız dizisi The Bureau’dan uyarlanan The Agency, gerçekten müthiş bir kadroyla geldi ekrana. Michael Fassbender’dan Jeffrey Wright’a, Richard Gere’den John Magaro’ya uzanan oyuncu listesiyle kısık ateşte pişen bir gerilime ve üst düzey performanslara doyduk.
Televizyonda görmeyi özlediğimiz Tina Fey’in, birlikte çalışmaktan keyif aldığı isimleri bir araya getirdiği bu “yetişkin” komedisi, Alan Alda’nın aynı adlı filminden uyarlama. Fey, hikâyeyi Netflix’e uygun bir forma sokarken oyuncu dostlarının güçlü yanlarına oynamayı da ihmal etmiyor, yer yer dağılsa da finale doğru çok iyi toparlıyor.
Kuir ikonlar söz konusu olduğunda toplumun düşünmeden içselleştirdiği homofobiyi nasıl kusabildiğinin en can yakıcı örneklerinden biri Pee-wee as Himself. İki bölümlük belgesel dizi, bir efsanenin nasıl doğduğunu anlattıktan sonra onu yerle bir eden acımasızlığı tüm çıplaklığıyla ifşa ediyor.
Kuir dizilerin sayısının nihayet artışa geçtiği bir dönemde Overcompensating, sosyal medya fenomeni ve skeç komedyeni Benito Skinner’ı dünya sahnesine taşıdı. Otuzluk oyuncuların üniversite öğrencilerini canlandırması ilk başta garip gelse de, kendini bulmak için zamana ihtiyaç duyan herkese değen bir tarafı var.
Fransa’da geçecek dördüncü sezonu şimdiden gündemi meşgul ederken The White Lotus, tematik olarak zayıf ve fazlasıyla ağır ilerleyen bir sezon geçirdi açıkçası. Ama Carrie Coon’un monologu ve Patrick Schwarzenegger’in finale sakladığı beklenmedik derecede güçlü performans hafızalardan silinmiyor.
Adım adım ikinci sezonuna yaklaştığımız Paradise, sürprizini uzun süre saklamayı başaran diziler kervanına katıldı. This Is Us’ın yaratıcısı Dan Fogelman’ın Sterling K. Brown’la yeniden buluştuğu yapım, felaket senaryolarında biz sıradan vatandaşlara düşen cehennemi hatırlatmayı da ihmal etmiyor, sağ olsun.
Amerikan Survivor 50. sezona doğru kötü kasting tercihleriyle oyalanırken Avustralya versiyonu dünyadan efsane yarışmacıları toplayıp ikonik bir sezon çıkardı. Ve tabii ki kraliçelerin kraliçesi Parvati kazandı. Herkesi parmağında oynatışını okullarda manipülasyon dersi olarak izletmek lazım.
Glen Powell’ın ne yapsa olmuyormuş gibi göründüğü bir dönemde, özüne yani komediye döndüğü anda parlaması tesadüf değil. Senaryosunda da parmağı olan Chad Powers, kılık değiştirme temalı klasik bir formülü Amerikan futbolu sahasına taşıyor. Fazlasıyla Amerikan bir kalbe dokunma hâli var, ilgilisine birebir.
Russell Tovey sevdamın radarıma soktuğu Suspect’i izleyip de sinirden delirmemek imkânsız. Ölçüsüz polis şiddetinin ve kurumlara sinmiş faşizmin en can yakıcı örneklerinden biri. Her dakikasını donup kalarak ve dünyadan nefret ederek izledim.
Yayından kaldırılmış olsa da fazlasıyla lubunya bir The Golden Girls denemesi olan Mid-Century Modern’ı hâlâ aşabilmiş değilim. Nathan Lane’in komedi şovuna, Linda Lavin’e edilen zarif vedaya ve evet, Zane Phillips’in ekrandan taşan pazularına kadar her şeyini özleyeceğim. Keşke bu tip stüdyo komedileri yeniden moda olsa.
Sessiz sedasız yoluna devam eden Slow Horses, merak unsurunu bir miktar yitirdiği bir sezon geçirse de gündeme dokunan meselelerle ilgiyi ayakta tutmayı başardı. Gary Oldman’ın hiç durmadan döktürdüğü yapımın altı ve yedinci sezon çekimlerinin çoktan tamamlanmış olması ise içimizi rahatlatıyor.
Megan Stalter’ın en milenyal kalem Lena Dunham’ın evrenine adım attığı Too Much, kaotik, gürültülü ve çoğu zaman abartılı, evet. Ama sevilmeye duyulan muhtaçlık, kalabalık içinde kendini kaybetmeden var olma çabası üzerine bugünden öyle net bir pencere açıyor ki, etkisinden kaçmak zor.
Türkiye’de sadece benim izlediğime inandığım Big Boys, başından sonunu bildiğimiz hikâyesine nihayet nokta koydu. Üniversitede aynı odayı paylaşan iki alakasız gencin dostluğunu anlatan bu dümdüz büyüme öyküsü, finalinde de boğazımıza düğüm üstüne düğüm atan bir veda yaptı. Ağla ağla, öldük.
Dizideki dans sahnesiyle TikTok’ta yeni bir akıma yol açan Jon Hamm’i doya doya izlemeyi ne kadar özlemişiz meğer… Bir anda eşini, işini ve statüsünü kaybeden “dünün zengini bugünün hırsızı” bir adam üzerinden banliyö hayatının plastikliğiyle keyifli ama zehirli bir dalga geçiş sunuyor Your Friends & Neighbors.
Jacob Elordi’nin kariyer performansını sergilediği mini dizi Prime Video’nun Türkiye kitaplığına neden uğramadı bilinmez ama mutlaka bulunup izlenmeli. The Bridge on the River Kwai’yle akraba sayılabilecek yapım, karakterini savaş öncesi, esaret yılları ve yaşlılığında izletirken güçlü görsel dünyasıyla âdeta koltuğa mıhlıyor.
BBC’nin gedikli belgeselcisi Adam Curtis imzalı Shifty, Britanya’nın son 45 yılda bireycilik ve tüketim ekseninde nasıl savrulduğunu arşiv görüntüleriyle uzun uzun anlatıyor. Büyük demokrasilerin nasıl ufalandığını, siyasetin paranın oyuncağına dönüşmesini hem didaktik olmadan hem de sarsıcı bir berraklıkla anlatan, yenilikçi bir çöküş belgeseli.
Yorgun düştü demek haksızlık olur ama Hacks’in beklenilen yollara girip yer yer sıradanlaştığını inkâr etmek de zor. Dördüncü sezonunun ilk yarısındaki hantallığı neyse ki finale doğru hızla üzerinden attı. Komedi tarafını her zaman sıkı sıkı tutmayı bilen dizi, esas gücünü Jean Smart ve Hannah Einbinder’ın karakterleri arasındaki ilişkinin dramatik damarına yaslandığında gösteriyor zaten. Dev bir fedakârlıkla noktalanan sezon, muhtemelen beşinci sezonda tarafların birbirini suçlayacağı, ödünlerle örülmüş yeni bir çatışma alanının da kapısını araladı. Hacks hâlâ güldürürken can acıtmayı bilen ender işlerden. Tam da bu yüzden, alışıldıkla flört etse bile hâlâ vazgeçilmez.
BoJack Horseman’ın yaratıcısının imzasını taşıyan Long Story Short, fazlasıyla kişisel bir yerden konuşmasına rağmen yine kalbimizin tam ortasında bir cumhuriyet kurmayı başarıyor. Dünyanın gündemi Filistin’le yanıp tutuşurken niyetleri sorgulanabilecek bu yeni dizi, seçemediğimiz atanmış ailelerin açtığı yaralara parmaklarını sokuyor, kabukları kaldırıyor, üstüne tuz döküp bir de üflüyor. Kronoloji tanımayan anlatısı da hikâyeye beklenmedik bir tazelik katmış. Travmanın kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığını izlerken gözyaşlarını tutamayanların mutlaka şans vermesi gereken bir iş.
Serinin sadık hayranlarıyla genel izleyici, bu diziyi sevmememiz gerekiyormuş gibi davranıp evrenin kendi iç kurallarına harfiyen uymadığı gerekçesiyle Alien: Earth’ü abuk sabuk yerlerden vurmaya çalışsa da, ben diziyi gerim gerim gerilerek tamamladım. Neredeyse tamamı hiç tanışmadığımız ama birbirinden yetenekli oyuncularla bezeli bu yapım, sürekli aynı hikâyeyi pişirip duran Alien serisine bana kalırsa ciddi anlamda iyi geldi. Efendim, neymiş: yaratık acımazmış, ehlileştirilemezmiş, öğrenemezmiş… Dünya dönüyor, insan evladı bile evriliyor. Bu burnumuza ot tıkamış varlığa da bir gün dut yedirecek, ultra zeki ve öğrenmeye her daim açık bir yarı-sentetik çıkması gayet mümkün. Son olarak, Babou Ceesay’i bundan sonra çok daha fazla yerde görmeyi dilediğimi de not düşeyim.
Işıltısını çoktan kaybetmiş ABD sezonları, kötü kastingin kurbanı olan Birleşik Krallık çıkarması ve artık kimsenin aynı heyecanla izlemediği All Stars serileri derken kendi sezonunda pek de umursamadığımız Nicky Doll’un, Drag Race evreninin en iyi franchise’ına dönüştürdüğü Fransa öyle bir iş çıkardı ki ağzımız açık izledik. Soa de Muse’un bile sönük kaldığı için erken veda ettiği, Elips ve Piche gibi kalıplara sığmayan kraliçelerin baş tacı edildiği, Misty Phoenix’in nihayet hak ettiği değeri gördüğü, podyumu sağlam, görevleri fazlasıyla eğlenceli bu sezonda Mami Watta da tacı sonuna kadar hak etti. Dönüp dönüp izlemelik, hakkaniyetli bir All Stars sezonu.
İyi ki bu yazıyı yayımlamayı bir hafta ertelemişim. Böylece Heated Rivalry’nin meşhur beşinci bölümünü izleyip dizinin asıl niyetini görme fırsatı buldum. Libidosu yüksek bir roman serisinden uyarlanan Kanada yapımı dizi, başlangıçta düşük bütçeli, klasik bir kuir Crave projesi gibi algılanmıştı. Ne var ki başrollerdeki Hudson Williams ve Connor Storrie’nin karakterlerine gösterdiği özen ile dizinin, heteronormatif ve erkek egemen bir evrende “kendini bulma” klişesini süsleme biçimi birleşince ortaya bambaşka bir iş çıktı. Beşinci bölümü hüngür şakır ağlayarak tamamladım. 2026 listemde ikinci sezonuyla ilk 10’a gireceğine ise neredeyse eminim.
Favori yönetmeninizin favori yönetmeni, ustaların ustası, yaşayan efsane Martin Scorsese’nin kariyerine bu kez onun gözünden ayrıntılı bir bakış sunuyor beş bölümlük belgesel dizi Mr. Scorsese. Buralara aslında hiç de kolay gelmediğini, kariyerini inşa ederken ne tür zorluklarla boğuştuğunu ve ciddiye alınmasının sanıldığı gibi Taxi Driver ya da Raging Bull yıllarında başlamadığını hatırlatan, son derece göz açıcı bir çalışma. Scorsese’nin sinemaya duyduğu sevda da öylesine bulaşıcı ki, insanı fiziksel medyaya gömülüp tüm sinema tarihini baştan sona yeniden kurcalamaya itiyor. Özellikle özel hayatının da kapılarını aralayan beşinci bölüm için bile izlenmeli. Burada öğrendiklerimiz, Scorsese’nin bugüne kadar ürettiği her şeye bambaşka bir perspektiften bakmamıza da yardımcı oluyor.
Netflix’in her sezonuyla daha iyiye giden ender dizilerinden The Diplomat, Allison Janney ve Bradley Whitford transferlerinin hakkını sonuna kadar verdiği üçüncü sezonunda çıtayı iyice yukarı taşıdı. Ne House of Cards kadar politik uçurumun dibinde çöp karıştırıyor, ne de Scandal misali düpedüz bir pembe dizi olmaya heves ediyor. Tam ortada bir yerde durup, insanlık faktörünü ortadan kaldırması beklenen mevkilerde bile hâlâ yalnızca insana özgü duyguların nasıl işlediğini mercek altına alıyor. Kimi zaman iki faşistin inadı yüzünden canından olanlara üzülüyor, kimi zaman saçını taramaya bile üşenen büyükelçimizin aşk hayatı için eskimiş halılara sürtüne sürtüne dizlerimizi aşındırıyoruz. Umudum o ki bu heyecan hiç bitmez ve The Diplomat’ın entrikalarına birkaç sezon daha doyarız.
Sinemada da Blue Moon sayesinde iyi bir yıl geçiren Ethan Hawke’ın, Reservation Dogs biter bitmez yeni dizisi için kolları sıvayan Sterlin Harjo’yla bir araya geldiği The Lowdown, hem son derece klasik hem de bir o kadar modern bir neo-noir örneği. Önümüzdeki cuma Disney+ kitaplığına da eklenecek yapım, adaleti ve toplumsal huzuru sağlaması beklenen kurumlara inancını çoktan yitirmiş, tepedeki yozlaşmanın bağırsaklardan başladığını düşünen bir adamın hakikatle kurduğu esaslı ilişkiyi merkeze alıyor. Ethan Hawke yine şahane. Kadro ise tam bir karakter oyuncuları geçidi: Tim Blake Nelson, Tracy Letts, Kyle MacLachlan, Jeanne Tripplehorn, Keith David…
Kuir dizilerin ülkemize girerken sansür duvarına çarpması yetmezmiş gibi, dünyada da sayıları giderek azalan hikâyelerimizin en kıymetli ve şahane örneklerinden biri oldu What It Feels Like for a Girl. BBC imzalı mini dizi;,küçük bir Britanya şehrinde zorbalıkla boğuşarak okul yıllarını atlatmaya çalışan bir gencin, zaman içinde yaşadığı tüm iniş çıkışları, hayatından geçen ve ona derin yaralar açan erkekleri ve kimliğine zor da olsa ulaşma sürecini anlatıyor. Paris Lees’in otobiyografisinden uyarlanmış olması, dizinin etkisini epey katlıyor tabii. Ellis Howard başta olmak üzere genç, enerjik ve fazlasıyla yetenekli kadrosuyla What It Feels Like for a Girl’le tanışmanız şart lazım çok acil!
Mare of Easttown’ın yaratıcısı Brad Ingelsby’nin mini dizi olarak yola çıkıp ikinci sezon onayını alan, Mark Ruffalo’lu yeni işi Task de 2025’in iz bırakan yapımları arasında yerini aldı. Philadelphia’nın gürültüsüz ama suça kucak açmış ücra köşelerinde, zula yapılan evleri basıp paralarını çalan bir ikilinin, çıkan arbedede evdekileri öldürmesi ve geride kalan çocuğu mecburen yanlarına alıp kaçmasıyla açılıyor hikâye. Dizi, bu çocuğun peşine düşen FBI timinin başındaki eski rahip Tom Brandis’i, tüm travmaları, inanç kırıkları ve bastırılmış suçluluk duygularıyla önümüze bırakıyor. Harika performanslar, dört dörtlük bir oyuncu rejisi ve Ingelsby’nin çok iyi tanıyıp ezberden çizdiği pastoral Amerika manzarasıyla Task, türün sağlam örneklerinden biri.
Meksika yapımı Women Wearing Shoulder Pads, kimi ülkelerde HBO Max kataloğuna eklenmiş olsa da ne yazık ki biz o şanslı fanilerden olamadık. Ekvador’da geçen, stop-motion türündeki bu animasyon dizi; Julio Torres’in fantezi evrenlerini Pedro Almodóvar’ın keskin, stilize tercihleriyle buluşturuyor. Absürt olduğu kadar bugüne temas eden, kuir, delişmen ve son derece dolu bir iş. Bazı bölümlerde anlattığı her şeyi tamamen unutup bambaşka yerlere savrulması bile dizinin alametifarikası olan saplantılı paranoyasının bir parçası. Gerçekle hayal arasında sürekli bir gelgit kurabilen ve seyirciyi de bu belirsizlik üzerine düşünmeye zorlayan bir animasyonun varlığı, başlı başına kayda değer bir başarı.
Yaşayan en iyi aktris (Evet, doğru duydunuz!) Michelle Williams’ın başrolü üstlendiği Dying for Sex, geçtiğimiz yılın en kuvvetli kadın anlatılarından biri olmaya aday. Kadın cinselliği, kadınlar arası dostluk ve heteronormatif ilişkilerin kadınları sürüklediği uçurumlar üzerine, bu denli komik, içli ve ton skalası geniş bir hikâye kurabilmek gerçekten hayranlık uyandırıcı. Üstelik tüm bunların gerçekten yaşanmış ve dünyaya bir podcast aracılığıyla ulaşmış bir hikâyeden uyarlanmış olduğunu düşününce etkisi daha da artıyor. Michelle Williams’a Jenny Slate’i eklediğinizde ise ortaya, hazzın ölümle temas ettiği bu diziyi sahiden özel kılan, zirveyi hedefleyen ikili bir oyun çıkıyor.
Bazen Invincible’ı benden başka kimse izlemiyormuş gibi hissetsem de, diziye her sezon biraz daha derinden bağlanıyorum. Marvel’ın ve onu taklit edenlerin kısa sürede çöpe çevirdiği süper kahraman türünde, The Boys’un yapmak isteyip her sezon yerinde sayarak tükettiği pek çok şeyi aslında Invincible deniyor. Temel fark ise karakterlerin, çok daha felsefi bir kargaşanın içine yerleştirilmiş olması. Amerika’nın bugünüyle doğrudan bir bağ kurmak zor olsa da ölçüsüz gücün neler doğurabileceğine dair tartışmaları dilediğiniz yere uyarlamak mümkün. Otoriteyi kökünden sorgulayan, “bin can uğruna bir can” denklemine sıkışmış, vicdan muhasebesi bol ve epey kanlı bu sezonda dizi yine bütün ezberleri bozuyor.
Saturday Night Live okulunun en şahsına münhasır mezunlarından John Mulaney, biten bir evlilik ve bağımlılık sorunlarıyla yüzleşmesinin ardından kariyerini yeniden inşa etti. Ama ne etmek! Kokainsizlik Mulaney’i biraz daha “normal” kılar sanıyorduk. O Netflix’e, finalinde 13-14 yaşındaki çocuklara kendini dövdürdüğü kadar absürt ve cesur bir talk show bırakmayı tercih etti. Gündemi umursamamakta ısrar eden, sohbeti bir şekilde tutan insanlarla hayat üzerine konuştuğu bu program, artık canı çıkmış talk show formatına da taze bir nefes oldu. Yol arkadaşı Richard Kind’ın kahkahaları eşliğinde, herhangi bir sohbet programında asla rastlamayacağınız kadar cool müzikal konuklara da ev sahipliği yapıyor.
İlk sezonuyla beni fena hâlde büyüleyen, hatta Star Wars evreninden çıkmış en iyi hikâye olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmeme neden olan Andor, meselesini toparlayıp nihayete erdirdiği ikinci sezonuna açıkçası biraz yavaş bir giriş yaptı. Ne var ki sonrasında kat ettiği yol küçümsenecek gibi değil. Direnişin ve örgütlenmenin kıymetini âdeta salağa anlatır gibi açık eden, üstelik bunu daha önce aynı temalarla defalarca mesai harcamış bir evrende, olabilecek en özgün formda önümüze koyan yapım, Rogue One’a giden yolu böylece tamamlamış oldu. İkinci sezonun, ilkine kıyasla çok daha fazla parmak ısırtan performans barındırdığını da not düşmek gerek. Genevieve O’Reilly’yi Emmy adayları arasında görmeyi gerçekten çok isterdim.
2023’ün En İyi 40 Dizisi listemde hiç düşünmeden zirveye yerleştirdiğim Scavengers Reign’in ortak yaratıcısı Joe Bennett’ın imzasını taşıyor Common Side Effects. Okyanusun bu tarafında adı pek duyulmamış olsa da bu animasyon dizinin çok yakında keşfedilip bir sinema filmine evrilmesi kimseyi şaşırtmaz. Kısaca özetlemek gerekirse; tüm hastalıkları iyileştiren şifalı bir mantar türünün, ilaç şirketlerinden iktidarın ilgili muhataplarına, ona maddi manevi bel bağlamış insanlardan sıradan bireylere kadar yarattığı dalga etkisini konu alıyor. Güçlü bir gerilim, ölçülü bir melodram ve hepsinden önemlisi kendini asla ciddiye almayacak kadar keyifli bir komedi. Common Side Effects yılın bitimine sayılı gün kala tek oturuşta bitirilebilecek, tam da böyle listelere yakışan bir keşif.
Bir ışık yılı uzaktaymış gibi hissettirse de Adolescence, 2025’e sığan en sarsıcı işlerden biriydi. Daha önce Boiling Point filmi ve ardından gelen aynı adlı mini dizide birlikte çalışan Stephen Graham ile Philip Barantini, bu kez seyirciyi çok daha karanlık bir çıkmazda karşıladı. 13 yaşındaki cinayet zanlısı çocuğu canlandıran Owen Cooper’ı da bu buluşma sırasında dünyaya armağan ettiler. Tek planla örülmüş, nefes kesici bir sosyal tahlil sunan dizi, Birleşik Krallık üzerinden tüm dünyadaki başıboş bırakılmış oğlan çocuk nüfusuna kan donduran bir bakış atıyor. Tekrar izlenemeyecek kadar ağır bir meselesi olmasına rağmen uluslararası ödüllerde karşılık bulması da ayrıca sevindirici. Netflix’in ilk 10’a sokabildiği tek dizinin ısmarlama değil, satın alma bir iş olması da herhalde kimseyi şaşırtmamıştır…
Etrafında dönen karanlık atmosfer, sosyal medyadan kurtulduğuma şükrettirse de Pluribus’u hakkıyla ilk 10’a taşıyabilmek için sekizinci bölümünün yayınlanmasını bekledim, hatta bu listeyi bilerek erteledim, size öyle söyleyeyim. Breaking Bad ve Better Call Saul’un yaratıcısı, televizyonun en nadide isimlerinden Vince Gilligan’ın imzasını taşıyan dizide, Kim Wexler’ımız Rhea Seehorn bu kez olası bir kıyametin somurtkan yüzü olarak karşımıza çıkıyor. Tabii yine parmak ısırtan, müthiş bir performansla. Bir dizi, seyircisini asla beklemediği bir yöne bu kadar mı ustalıkla sürükler? Travmalardan çelenk yapmış kuir bir karakteri anlamamız için bu denli incelikli manevralar nasıl yerleştirilir? Adını nasıl telaffuz edeceğimizi hâlâ tam olarak çözemediğimiz Pluribus’u her zerresine hayran kalarak, büyük bir keyifle takip ediyorum. Bir sezon daha yapsın, sonra “Tüm Zamanların…” diye başlayan her listenin gediklisi olur zaten.
Mizahına alışmakta zorlananlar kadar iflah olmaz bir hayranına çoktan dönüşmüş olanlar için de 2025’in son ayları hayli bereketli geçti. Çünkü Tim Robinson, en yeni projesi The Chair Company ile HBO ekranlarına uğradı. Boğucu kurgusu ve insanın ümüğüne yapışan tansiyonuyla Robinson, bu kez bir paranoyanın izini sürüyor. Kurumsal bir firmada aldığı terfinin ilan edildiği toplantı sırasında oturduğu sandalyenin parçalanıp kendisini rezil etmesiyle, baş düşman ilan ettiği bu nesnenin peşine düşüyor. Sonrası üreticiye ulaşma takıntısı üzerinden, insan evladının kendini aşırı ciddiye almasına, teknoloji çağının körüklediği kültürel kargaşanın bizi nasıl da birer manyağa çevirdiğine dair giderek kararan bir gözlem. Nefesini kesecek kadar büyük bir girdaba çekilmekten hoşlanmayanlara önermem; ama televizyonda hâlâ neyin yenilikçi biçimde anlatılabileceğini merak edenlerin mutlaka göz atması gereken işlerden biri.
Nathan Fielder’a deli demenin, yoğurda ak demekle eşdeğer hâle geldiği bir evren yarattı artık The Rehearsal. Dizinin ilk sezonunda, saçma iletişim hâllerini önceden prova ederek “doğru” ve optimum koşullara ulaşmaya çalışan Fielder, bu kez rotasını havacılık sektörüne kırıyor. Çıkış noktası ise pek çok uçak kazasının, pilot ve yardımcı pilot arasındaki iletişim eksikliğinden kaynaklandığını öne süren araştırmalar. Bu uğurda yine hiç bulunmaması gereken odalara, HBO etiketi sayesinde giriyor, canlandırma meselesini de kelimenin tam anlamıyla bir üst seviyeye taşıyor. Sezon finaline geldiğimizde artık manipülasyonun en alasına uğramış hâlde, Fielder’ın havacılık ehliyeti aldığını ve bir Boeing 737 uçurduğunu “inanarak” izliyoruz. Belki de gerçekten öyledir, kim bilir? Zaten bu ikilemi bize yaşatabilecek başka kim var ki? Deli mi? Evet. Ama dahi bir deli.
Apple, sözde Türkiye’ye girişinin önündeki engel olan TV+ isminden kurtulmuş olsa da hâlâ coğrafyamızda boy göstermedi. Ne var ki üç senedir yolunu gözlediğimiz Severance’ı mümkün olan yollarla izlememize bu durum engel değil. Kurumsal bir kimliği olduğunu sanan modern köle tüccarlarının boyunduruğu altındaki hayatlarımıza, hiç beklemediğimiz bir yerden bakan dizi, bu sezon tüm sorularımızı cevaplamakla kalmayıp bizi çok daha büyük bir çıkmazın içine sürükledi. Muhtemelen yıllarca yeni bölümlere kavuşamayacağımızdan, bir sonraki sezon öncesi yine YouTube’da “recap” videoları karıştırarak hafızamızı tazelemek zorunda kalacağız. Olsun. Severance buna fazlasıyla değer. Adam Scott, John Turturro, Britt Lower, Tramell Tillman ve Zach Cherry’nin üst sınıf performansları için hele, binlerce kez değer!
Downton Abbey’nin yaratıcısı Julian Fellowes’un hikâye tekniğini bu kez New York’a taşıdığı The Gilded Age, üçüncü sezonuyla artık zirveyi gördü. Broadway sahnesinin tozunu yutmuş birbirinden kıymetli oyuncularla öyle kusursuz bir kıvama geldi ki, teknik olarak hiçbir şey olmuyor ama biz yine de gözümüzü kırpmadan izliyoruz. Bertha Russell karakterinin, popüler kültürde beklenmedik taklitlere ve göndermelere kapı aralayacak kadar ikonik hâle gelmesi, dizinin etki alanını yalnızca prestij televizyonuyla sınırlı bırakmıyor. O yüzden bu rüzgârın daha senelerce eseceğini, Vanderbilt ailesinin inine de iyice gireceğimizi düşünüyorum. Keşke sezonlar arasında bu kadar uzun aralar vermeseler… Fena mı olurdu yaz başında dördüncü sezona kavuşsak?
Ödül sezonuna varlığını adamış bir blogun The Studio’yu yılın en iyi üçüncü dizisi ilan etmesi kimseyi şaşırtmaz sanıyorum. Seth Rogen’ın suç ortağı Evan Goldberg’le birlikte kotardığı bu 10 bölümlük komedi şöleni, Hollywood’un yıllardır tıkanmış tüm borularına ilk sezonundan temas etmeyi başardı. The Studio’nun biraz da Veep’e benzer bir kaderi olacağına inanıyorum. Nasıl ki turuncu kafalı başkan, Selina Meyer’ın neredeyse birebir bir parodisine dönüştüyse; The Studio da Netflix’ten Paramount’a sektörün bütün devlerinin ilerleyen yıllarda işleyeceği günahlara dönüp bakacağımız, referans niteliğinde bir “Hollywood özeti” olarak anılacak gibi duruyor. Kazandıkları 13 Emmy’nin ardından ikinci sezon da gecikmez umuyorum. Rogen’ın, Venedik’te Benny Safdie’nin filmi gösterilirken elinde video kamerasıyla saha araştırmasına başlamış olması umut verici ama bakalım…
Yakında Prime Video’da ünlülerle çekilmiş Türkiye uyarlaması izleyiciyle buluşacak olan The Traitors, Britanya televizyonculuğuna geçtiğimiz aylarda gerçekten unutulmaz bir sezon armağan etti. İhraç ettiği neredeyse her franchise’ı Orta Doğu karanlığına çeviren Acun Ilıcalı’ya âdeta bir kasting dersi niteliğindeki bu ünlüler edisyonu, Stephen Fry, Celia Imrie ve Jonathan Ross gibi ağır topları bir araya getirerek rekor izleyiciye ulaştı. Buram buram Britanya kokan programın kazananı yalnızca seyirci de olmadı üstelik. Chatty Man’den Drag Race’teki yorumlarına kadar ne kadar şahane bir komedyen ve televizyon figürü olduğunu zaten bildiğimiz Alan Carr, bu sezonla birlikte milyonların kalbini bir kez daha fethetti. BBC’nin kulislerinde şimdiden “Carr’a hangi reality emanet edilmeli?” ya da “Chatty Man geri mi dönmeli?” sorularının dolaştığı söyleniyor.
2025’in zirvesine The Pitt’ten başka bir diziyi koyma ihtimali hiç oluşmadı açıkçası. HBO’nun network televizyonculuğundan makas alarak, 15 haftaya yayılan ve gerçek zamanlı işleyen bu yapım, ER ile hayatlarımıza giren ekibe birbirinden yetenekli isimleri dahil ediyor, medikal drama türüne ise sahiden yeni anlamlar kazandırıyor. İkinci sezonuna sayılı günler kala hâlâ Noah Wyle ve ekibiyle tanışmamış olanları, ülkeye girdiği günden beri yüzümüzü güldüren HBO Max’e davet ediyorum. Derinden sevdalandığım The Pitt hakkında Oksijen Gazetesi’nde kaleme aldığım yazıya, Ocak ayında bir de röportaj eşlik edecek. Vallahi sayın seyirciler, bu şahane yılı böylesine flaş bir kapanışla noktalayacağımı ben bile tahmin etmezdim.